Liberal Totalitarizm(4): Ayı yavrusunu severken öldürür
By Mehmet Yılmaz on Ağu 29, 2011 in Amerika, Batı, Demokrasi, Liberal Totalitarizm, Liberalizm, Özgürlükler, Ulus-Devlet
“Kusursuz bir demokraside yaşıyoruz. Herkes istediğini yapmakta özgür. Ama insan, tabiatı gereği özgürlüklerini kötüye kullanır yani ötekilerin özgürlüklerini çiğner. Özgürlük için en büyük tehdit yine özgürlüktür. Peki özgürlüğü kendisinden korumak için ne yapmalıyız? Herkesin güvenliğini sağlamalıyız. Güvenlik demek korumak demektir. Korumak demek gözetlemek demektir. Gözetle(n)mek özgürlüktür. Korumak sınır koymaktır. Sınırla(n)mak özgürlüktür.” (Jean-Christophe Rufin, Globalia)
Avrupalılar demokrasi ve insan hakları konusunda bir çok iyi işe imza attılar ama kibirliler. Özeleştiri yapmadıkları için çok büyük bir tehlikenin farkında değiller. Nedir?
Vatandaşların bitmek tükenmek bilmeyen güvenlik talebi sebebiyle özgürlüklerin etrafındaki duvarlar gittikçe yükseliyor ve kalınlaşıyor Avrupa’da. Özgürlükleri korumak için özgürlüklerden fedakârlık edilmesine gittikçe alışıyoruz. Kendi kendini besleyen kısır bir döngünün içindeyiz: Yedikçe acıkan, içtikçe susayan bir yaratık gibi. Fikrî bir devrim olmaz ise gelecek onyıllarda duvarların kalınlığından dolayı içinde boşluk kalmayan bir eve dönecek Avrupa.
Örnek? 11 Eylül saldırısından sonra İngiltere’nin çıkardığı terörle mücadele yasalarına bakın. Fransa’da (Rétention de sûreté) ve Almanya’da (Sicherungsverwahrung) cezası bittikten sonra bile “potansiyel tehlike arz etmesi” sebebiyle salıverilmeyen mahkûmlar, Fransa’da çocuk yuvalarında küçük yaramazların fişlenmesine kadar uzanan abuk subuk güvenlik yasaları ve son on yıldır sürekli sertleşen ceza kanunu, Hollanda, Norveç, Avusturya’da yükselen ırkçılık ve islamofobi, Fransa’daki çarşaf yasağı… Ama devletin “güvenlik üretmesi” talebi saldırıların engellenmesi ile sınırlı değil. Deli dana hastalığı, kuş gribi, domuz gribi, İspanyol hıyarındaki ekoli bakterisi derken gıda güvenliği etrafında yükselen mevzuat duvarları tarımı, küçük esnafı boğmakta. Görünmez düşmanlara karşı duyulan korku GERÇEK tehlikelerin GERÇEK sonuçlarıyla orantılı değil:
- Yüz binlerce insanın ölümüne sebep olan AIDS hastalığı,
- Fransa’nın şampiyon olduğu trafik kazaları,
- İskandinavya ve ingiltere’nin korkulu rüyası olan aşırı alkol tüketimi,
- Bütün Avrupa’nın belâsı sigara bağımlılığı
kesinlikle bu görünmez düşmanlar kadar korkutmuyor. Avrupa’da GERÇEK olan tek şey psikoz. Korkularımız var ve vasat bir Avrupalı için “iyi devlet” demek daha kalın, daha yüksek duvarlar demek. Avrupa hükümetlerinin “güvenlik” adına hukuktan ödün vermesi halkı o kadar rahatsız etmiyor. Tocqueville’in Amerika’da Demokrasi adlı kitabını yazarken 150 yıl önce öngördüğü o toplum sanki oluşuyor :
“Birbirine benzeyen, “eşit” insanlar görüyorum küçük ve sıradan hazlar peşinde, hiç dinlenmeden kendi etraflarında dönüyorlar. İçlerini, ruhlarını dolduruyorlar bu hazlar ile.Her biri ötekilerle arasına bir mesafe koymuş, onların başına gelen şeylere kayıtsız, yabancı gibi. Çocukları ve yakın arkadaşları onun için bütün insanlığı teşkil ediyor. Kendi ülkesinin vatandaşları? Hemen yanındalar ama onları görmüyor. Dokunuyor ama neredeyse hissetmiyor. Sadece benliği var ve benliği için var.“
Artık mevcut tehditlerin bertaraf edilmesi yetmiyor. Geleceği, kaderimizi kontrol etmesini bekliyoruz devletten. Neden? Alıp satma, yiyip içme özgürlüğümüzü muhafaza etmesi için! Ayağımıza altın prangalar vuruyoruz ama hemen herkes mutlu. Şikayet eden, alarm ziline basan üç beş aydın ise “paranoyak” damgası yiyor. Tabi ABD’nin durumu da çok parlak değil. Onlar da kelimelerini ve akıllarını kaybediyorlar gittikçe: ABD tarihinde beyaz adamın özgürlüklerini EN FAZLA sınırlayan yasanın adı “Vatansever Yasa!” (Patriot Act) Savaşı “Önleyici Savaş” diyorlar, “Homeland security” adına sürekli iç düşman üretiyorlar… Amerikalılar hiç bu kadar çok para harcamamışlardı güvenlik için ve hiç bu kadar çok korkmamışlardı. Gerçek hayattan koparak sanal bir gerçekliğe(!) kayıyorlar giderek.
Bir komplo mu bu? İsviçre’nin lüks otellerinde şişman adamlar puro içerek hakkımızda planlar mı yapıyorlar? Sanmıyorum. Hatta tam tersi, merkezî bir kontrolü olmayan acayip bir güvenlik makinesinin varlığını hissediyorum sadece. Bizim korkularımız ve açgözlülüğümüzle beslenen, dağıTık (=distributed) bir makine, dinamik bir network. “Adolf Hitler Reloaded“ başlıklı bölümde şöyle demiştim:
“1930 model devletler halkı BİR-leştirmek, tektipleştirmek için korkular ve nefretler icad etmişlerdi: Bolşevizm korkusu, Bölünme korkusu, Yahudi korkusu, Ermeni nefreti, Kürt nefreti, Burjuva nefreti… 1980’lerden itibaren dünyaya hakim olmaya başlayan liberal totalitarizm ise tersini yaptı, TEHDİT yerine FAYDA‘da birleştirdi bizi: Refah, zenginlik, lüks ve güvenlik. Zahirî güzelliklerine rağmen bu hedefler de bizi aynı noktaya götürüyor: Bir kez daha BİR-leşmek = Bütün insanlarda ortak olana indirgenmek… Yani nefsanî arzu ve korkularda BİR-leştik bir kez daha, AYNI-laştık. Bir farkla: Eskiden “ulusal” bazda olan totaliter sistem artık küresel.”
Devlet-Birey ilişkisi yeniden düzenleniyor
İnsanlar birer isteme makinesi haline gelirken devletler de birer verme makinesi oldular. Ama müşterileşen vatandaşın yol açtığı Piyasalaşma ortamında ulus-devlet çok rahat bir konumda değil. Birbiriyle ilgisiz gözükse de farklı alanlardaki korkuların önemli “yapısal-zihinsel” değişikliklere işaret ettiğini düşünüyorum ve tabi doymak bilmeyen güvenlik talebinin:
Batılı ulus-devletler ciddi bir meşruluk krizi yaşıyor. Vatandaşların (=müşterilerin) hâlâ devlete ihtiyacı olduğunu ispat etmek istercesine gösterge fetişizmi içinde kendini halka “satıyor”. Sözgelimi Fransa’da hükümet bir yandan tutuklama ve gözaltı sayısındaki artışı endişe verici buluyor, diğer yandan polislerin başarısını tutuklama ve gözaltı sayısıyla ölçüyor. Bu yolla tehlike göstergelerinin turuncuya sonra kırmızıya geçmesi güvelik talebini arttırıyor. Korkulardan beslenen, “müşteriyi” (=vatandaşı) korkutarak talebi arttıran bir Korku-Güvenlik piyasası devletin altını oyuyor yavaşça:
“Mesele devletin MEŞRULUK meselesi. Ama detaya girmeden önce kendinize şunu sorun: Neden Devlet’in otoritesini, size göre “üstünlüğünü” meşru buluyorsunuz? Yolunuzu kesen birine “hırsız” diyorsunuz da vergi toplayana “memur” diyorsunuz meselâ?
Geçmişte Tanrı ile bağımızı kuran bir meşru kral/sultan vardı. Hükümdarın adaleti ilâhî adaletin tecellisiydi. Kant ve Hegel bile bu ufku geç(e)mediler. 19cu ve 20ci yüzyılda ilâhî rasyonalite yerine dünyevî rasyonalite geçti. Ortak ihtiyaçlarımızı karşılamak için kurduğumuz dev bir imece oldu Devlet. Yol, köprü, vb yapardı, okulları, hastahaneleri idare ederdi, vs. En önemli işlevlerinden biri de güvenlikti. Tehdit ve fırsatların ULUSAL olduğu son iki asırda kolektif çarenin yani Devlet’in de ULUSAL olması normaldi. (Bkz. Türkiye’nin ulus-devlet sorunu)
Bugün tehditler ulusal değil küresel. Terör, çevre kirliliği, finansal krizler… Küresel sorunlara kim cevap verebilir? Küresel bir hükümet mi yoksa ulusal hükümetleri birleştiren organizasyonlar mı? G7, G20 tarzı toplantıların ne kadar (y)etkisiz, Birleşmiş Milletler’in ne kadar beceriksiz, ne kadar uyuşuk olduğunu gören insanlık bu müsamerelerden umudunu çoktan kesti. Alternatif çözüm şimdilik yok. Ama ulus-devletler var olma sebeplerini kaybettiler: MEŞRULUK.” (Özgür ol! Bu bir emirdir!)
Birey açısından
Her geçen gün biraz daha fazla güvenlik “tüketen” vatandaş (=müşteri) açısından da durum pek net değil. Neden?
Somut ve devlet tarafından bertaraf edilmesi gereken gerçek SORUNLAR objektiftir. Ölçülebilirler: Sınırdan içeri giren terörist sayısı, hastalanan insan sayısı… Bunlar devletin görev çerçevesine giren objektif korkulardır. Ama bunlarla karıştırılMAması gereken, manevî hayatın parçası olan sübjektif korkular da vardır. Hayat’ın, İnsan’ın varlık şartı olan, Hakikat’e dair korkular elbette ulusdevletin görev çerçevesi çinde olamaz. Ölüm korkusu, Kıyamet… Bunlar dünyevî bir yapı olan devletin işi değildir. (Bkz. Korku Matkabı bahsi, Derin İnsan kitabı)
Liberal-totalitarizmin en belirgin özelliklerinden biri bu iki korku arasında meydana gelen karışıklık. Piyasa’nın bize dayattığı güvenlik modelinde bugün güvende olmak yetmiyor, yarın, haftaya ve gelecek yıllarda da güvende olmayı istememiz emrediliyor! Kaza ve Kader’e talip bir güvenlik piyasası ile karşı karşıyayız. Batılı insan Ölüm’e ve Kıyamet’e çare bulmasını istiyor Devlet’ten. Tabi zahiren bir hedef saptırma var ya da bir maskeli balo: Ölüm demiyor da “salatalıktaki bakteri” ya da “domuz gribi” diyor. Ama her gün ilan edilen ölü sayısı göstergesi sıranın bir gün “BANA” geleceğini hissettiriyor. Aynı şekilde “küresel ısınma” veya “terörist saldırılar” dünyanın sonu gibi sunuluyor. Medya baskısı altındaki batılı insan bu sorunlarla arasına mesafe koyup düşünemiyor. Bunlar birer rumuz, birer bahane oldu Ölüm’ü ve Kıyamet’i saklayan.
Birey’den başka hiç bir şey olmayan Birey’in, Müşteri-Vatandaş algısının doğurduğu bir çarpıklık bu kanaatimce. Tocquevillein yazdığı Amerika’da Demokrasi kitabında Birey’in politik hayat dışına itilmesi konusunda ip uçları var:
- “…Birey kendi ataletini meşru göstermek için toplumun ve devletin önemini abartır,
- İnsanlar birbirlerine eşitlendikçe tek tek bireyler küçük ve önemsiz görünürler. Daha doğrusu ötekilere benzeyen her vatandaş kalabalıkta kaybolur, bir tek Halk’ın muhteşem imajıdır görünen,
- Bireyleşme sonucunda insanların politik bağları zayıflar, sosyo-politik alanı terk ederler, kollektif meseleler görünen ve daim olan yegâne temsilciye terk edilir yani Devlet’e.
- Bireylerin huzur ve güvenliği önemsenen tek politik dava haline gelir çünkü dıger bütün kollektif davalar terk edilmiştir. Bu zihniyet sahibi bireyler devletin baskısını daha kolay kabul eder ve güvenlikle ilgili yetkilerinin artmasını doğal karşılar. Güvenlik talebi körleşmiştir yani fiatı ne olursa olsun birey özgürlüklerini feda etmeye hazırdır.
- Halkın sınırsız güvenlik talebi ve politikadan el çekmesi meydanı boş bırakır ve bu devletin totaliterleşmesi için uygun bir zemindir.
- Zannediyorum ki demokratik toplumları tehdit eden baskı rejimi daha önce hiç görmediğimiz bir rejim olacak. Adlandırmakta zorluk çekiyorum, despotizm ya da tiranlık anlam itibariyle kâfi değil.
- Bu yeni baskı rejimi bireylerin bencilliklerinin kötü bir sonucu olacak…”
Liberalizmin anti-demokratik yönü
Yakın geçmişte Etyen Mahçupyan ile Atilla Yayla’nın enerji dolu bir tartışmasını izledik. Mahçupyan’ın aksine Yayla liberalizmin demokrasiyle çelişMEdiğini savundu. Oysa liberalizmin en önemli misyonerlerinden Friedrich A. Hayek “Law, Legislation and Liberty” adlı çalışmasında Piyasa’nın demokrasiye düşman olduğunu açıkça ortaya koyuyor:
“Piyasa’nın iç dengelerine ve özel mülkiyete saygı bireyi bağlayan yegâne kural olmalıdır. Piyasa’nın vatandaşlarca yapılacak kanunlarla düzenlendiği demokrasi bireysel özgürlükler için bir tehlikedir.”
Açıkça görülüyor ki Hayek’in ağzında “özgürlük” alıp satma özgürlüğünden başka bir şey değildir. Halkın oylarıyla seçilmiş bir meclisin fakirleri, sakat ve yaşlıları da temsil etmesi, bunların hakkını muhafaza için kanunlar yapması, Piyasa’yı dizginlemesi ise kâbus gibi bir şey Hayek’e göre. Derin Marx kitabında uzun uzun açıkladığımız gibi liberaller bu yaklaşımla GERÇEK HAYATTAN KOPARAK kendilerine YENİ BİR GERÇEKLİK inşa ediyorlar. Bu bakımdan Nazi Almanyası veya Stalin Rusyasi ile büyük bir benzerlik arz ediyorlar. Meselenin özü bir “-izm” yani bir ideoloji haline gelen liberal-İZM. Cemil Meriç’in tabiriyle akıllara, vicdanlara giydirilmiş yeni bir deli gömleği bu.
” […] genel olarak vergilerin azaltılması, özelleştirme, devletin küçültülmesi, sermaye, mal ve hizmetlerin serbestliği gibi uygulamalar liberal politikaların birer parçası. Akıllıca ve adaletten ödün vermeden uygulandıklarında bu politikalara karşı olMAdığımı da belirteyim bu arada. Ama hangi adalet? Adaletin, hakların, ahlâkın referansı ne olacak? [liberallere göre] Piyasa tabi ki! Avusturya Ekolü’nün ünlü ismi Ludwig Von Mises’ten dinleyelim:
“Halk yığınları, oy veren, demokrasilerde hakim olan şu milyonlar bilmeliler ki sahte doktrinlere alet oluyorlar. Sadece Piyasa üzerine kurulu bir toplum onlara arzuladıkları refahı verebilir. Ama halkı ikna etmek için önce elitleri, aydınları ve iş adamlarını ikna etmek gerek.” (12 haziran 1943′te Leonard Read’a* yazdığı mektuptan)
Hukuk devleti, demokrasi, vicdan gibi kavramların karşısına satın alma gücü ile orantılı bir tüketici egemenliği koyuyor liberal doktrin. Liberal politika başka şey, liberal dogmalar, fetişizmler başka.” (Liberalizmin Kara Kitabı, “Liberalizm Ahlaksızdır” adlı bölüm)
Sonuç
Yeme-içme, üretme ve tüketme serbestliği insanların ve toplumların siyasî özgürlüklerini sınırlayacak noktaya geldi. Bir başka deyişle insanların haz almak ve bu hazzı MUHAFAZA için harcadıkları enerji bürokrasi ve piyasa kanalıyla toplanıyor, yoğunlaşıyor. Bu yoğunlaşma giderek artan bir hızda gerçekleşiyor. Derin Marx kitabında bahsettiğimiz “kirpi sendromu” sebebiyle biriken bu pislik (= arzular + korkular) yine biz insanların vicdanları icabı kabul etmeyeceği neticeler doğuruyor. (“İnsan’ı devirmek için kökünden sökmek gerekir”)
Bazen bürokrasi kanalıyla ulus-devletler, bazen de piyasa kanalıyla büyük firmalar, bankalar korkunç işler yapabiliyor. Biz insanlar neticeyi gördüğümüzde çok şaşırıyor ve üzülüyoruz. “Bu kadar korkunç bir şeyi kim yaptı?” diyerek arkasında gizli örgütler, komplolar arıyoruz. Oysa demirden bir geminin yavaş yavaş paslanıp çürümesi gibi insanlık gemisi de tek tek her bir insanın “minnacık” kötülükleri, gafleti, unutkanlığı, iştahı, korku ve vehimleri sebebiyle paslanıyor. Büyük bir delik aramak boşuna. Gemimizde milyarlarca küçük delik var. Ama deliklerin toplamı oldukça büyük.
(*) Leonard Read ünlü Think Tank FEE’nin (Foundation for Economic Education) kurucusu. FEE liberteryen. Leonard Read, Ludwig von Mises’den ciddi biçimde etkilenmiş, servetinin önemli bir kısmını bu yolda harcamış. “Ben kurşun kalem” (I, pencil) adlı denemesinin Liberalizmin Kara Kitabı‘nda videosunu sunduğumuz Milton Friedman’a ilham kaynağı olması, Friedman’ın da bu kitaba önsöz yazmış olması dikkat çekicidir. Mises-Read-Friedman zinciri ile bir kez daha görüyoruz ki Piyasa Fetişizmi liberal ahlâkın sabitlerindendir. Piyasa’nın ahlâk/iyilik/erdem üretme kapasitesine iman etmek bu “inancın” amentüsü olmuştur. Read’in 30 civarındaki kitabı FEE’nin sitesinden indirilebilir.
Tavsiye okuma:
(Çoğu eserin Türkçe ve diğer dillerde asılları veya tercümeleri mevcut, yazar isminden aratabilirsiniz)
İngilizce
Friedrich A. Hayek
Law, Legislation and Liberty, Volume 1: Rules and Order
Law, Legislation and Liberty, Volume 2: The Mirage of Social Justice
Law, Legislation and Liberty, Volume 3: The Political Order of a Free People
Naomi Klein, The Shock Doctrine: The Rise of Disaster Capitalism
Wendy Brown, Walled States, Waning Sovereignty
Noam Chomsky, Necessary Illusions, (ücretsiz, eserin tamamı)
Fransızca
Ignacio Ramonet, Propagandes silencieuses
Jean-Christophe Rufin, Globalia
Philippe Breton, La parole manipulée
Karl Polanyi, La grande transformation, aux origines politiques et économiques de notre temps
Friedrich A. Hayek, Droit, législation et liberté
1 Trackback(s)