İçimde biri mi var? – Lübbü’l Lübb
By Mehmet Yılmaz on Eyl 28, 2011 in İnsan, Kitap Sohbeti, Tasavvuf
Psikanalizin kurucusu Sigmund Freud 13 ağustos 1937’de Marie Bonaparte’a yazdığı bir mektupta şöyle diyordu:
“Hayatın anlamını sorgulamaya başladığınız andan itibaren hastasınız demektir”
Hayatın anlamını sorguluyorum. Ama hasta değilim. Sadece İnsan’ım diye düşünüyorum. Bana faydası ya da zararı olmayan papatyayı, kuşların sesini “güzel” buluyorum. Benden asırlar önce yaşamış “adil” bir krala karşı sevgi duyuyorum. Neden böyleyim? İçimde bir ses var, benden daha içeride bir “ben”; her şeyin mükemmelini seviyor, arıyor, istiyor. Güzel’i ve Adalet’i seven bu iç-Ben kulağıma sürekli “homo-economicus” olMAdığımı fısıldıyor. Bir yeme içme makinesi değilim, bunu biliyorum.
Ama bugün içinde yaşamakta olduğumuz “modern” toplum bizi ekonomi denen makinenin bir çarkı gibi görüyor. Ya bir malı/hizmeti tüketiyorsunuz ya da sonradan tüketebilmek için bir şeyler üretmekle meşgulsünüz. Bu insan tasavvuru hissiyatıma tekabül etmiyor. Herkesin “soğuk” dediği bir cisme dokununca elim yanmış gibi oluyorum. Çoğunluk ne derse desin içimde bölünemez ve ölemez bir iç-ben var. Bu iç-Ben Mezarda kurtlara, böceklere yem olMAyacak, çürüyüp kokmayacak çünkü eşya değil, atomlardan müteşekkil değil. Bunu bilmek için ne psikanalist olmaya gerek var ne de ilâhiyatçı:
“… Eğer bir insanın parmağı veya eli veya ayağı kesilse onda hiç bir eksiklik olmaz. Yine nasılsa o halde var olmaya devam eder. Bütün beden yok olsa bile insan yok olmaz. […] Bir kimsenin kendi cisminde ve cesedinde irade sahibi olan cüz’î ruhuna nefs-i nâtıka derler. Ancak vahdet ehli katında nefs, ruh, kalb, akıl ve sırr tek şey kabul edilir. İnsanın nefs-i nâtıkası cisim ve cismanî değildir. Bununla beraber bedenin dahilinde ve haricinde tedbir ve tasarruf eder. […] Bölünmesi ve parçalanması mümkün değildir. İnsanın elinden tutan, gözünden bakan, dilinden söyleyen, kulağından işiten odur. Bedende her cüzde bizzat ve bütünüyle mevcuttur ve bütün bedeni kuşatmış olmakla beraber ondan münezzehtir…”
Bu metnin kaynağı Lübbü’l Lübb (Özün özü) adlı kitap İsmail Hakkı Bursevî Hazretlerinin iki devasa eserden seçip şerh ettiği satırlardan oluşuyor: Fütuhât-ı Mekiyye ve Füsus-ül Hikem. Eserlerin “anahtarı” sayılabilecek Vahdet-i Vücud kavramını, haliyle Muhyiddin İbn Arabî Hazretlerini bir nebze olsun anlamak isteyen okurlar için iyi bir başlangıç noktası.
Ortodoks(?) Müslümanlar bazen Tasavvuf’a karşı alerjik tepkiler verebiliyorlar ama mesele şu veya bu ekolü savunma meselesi değil. Bu ekol savaşlarını “tasavvuf uzmanlarına” ve alimciklere bıraktım çoktan. Sadece “öğretilen din” ile benim “hissettiğim din” arasında bir bağ olmalı diyorum. Tıpkı akıl-din çatışması gibi İslâm – Tasavvuf arasında bir açıklık / çelişki / çatışma olması ihtimali yok bu bağlamda:
“…Temel yaklaşım olarak, akılla ortaya konulan delillerin yalanlanmaması gerekir. Aynı şekilde akıl da dini yalanlamaz. Fakat akıl dinle ilgili bir yalanlama yoluna girmişse, bu ancak dinin ispatı alanında söz konusu olabilir. […] . Çünkü dini akılla biliriz. Hal böyle olunca akılla dini birbiriyle çelişen olgularmış gibi göstermenin hiç bir anlamı yoktur. Yalancı bir müzekkî (şahitlik yapacak kişi hakkında mahkemeye bilgi veren) ile şahidin doğru sözlü olduğu nasıl bilinebilir ki! Din bir çok konunun şahidi, akılda onun müzekkîsidir. Yani dinin düzenlediği meselelerin hakikatlerini ancak akılla biliyoruz…”( İman Kitabı, sayfa 83)
Peki cesedim, “iç-ben”, homo-economicus… Ortalık bayağı kalabalıklaşıyor bu açıdan bakınca. Demokratların, liberallerin “birey” tasavvuru ile Müslümanların bu karmaşık(?) “kulluk” inancı bir uyumsuzluk gösteriyor sanki. Burada samimi bir soru sormak gerek: insan’ın çoklu yapısı İslâm’dan kaynaklanan bir varsayım ya da inanç mıdır? Yoksa Müslüman olMAyan fikir adamlarının da bir şekilde fark ettikleri bir Hakikat midir? “Öteki” medeniyetlere bir bakalım:
Meselâ Descartes’ın tabiriyle yeme içme, cinsel arzu ve ihtiyaçlarımız bireyi ayakları üzerine diken, onu yürütmeye yarayan koltuk değneklerine benziyor. Ama iç-ben’i anlamak istediğimiz andan itibaren bu koltuk değnekleri ayağımıza dolanıyor, topallamamıza hatta yere düşmemize sebep oluyor. Bireyi bütün, tek, bölünmez bir varlık zannetmemizi ve günlük hayatı bu YANILGI üzere kurmuşuz. Rollerimiz var. ZaHiRî vasıflarımız var. Kadın/ doktor/ anne/ genç… Bu “görünen ben” yani teZaHüR ile “iç-ben” ayrımını çok net şekilde batı edebiyatında da görmek mümkün:
“Harry gibi zeki, kültürlü bir insanın kendini Steplerin Kurdu zannetmesine şaşmamalıyız. Karmaşık ve zengin hayat hikâyesini bu kadar basit, ham, ilkel bir ifadeye sığdırabileceğini sanmasına… İnsan büyük ölçekli düşünemez. Akıllı, iyi eğitim almış olanlar bile dünyayı özellikle de kendilerini aldatıcı, basitleştirici gözlüklerle görürler. Çünkü görünen odur ki bütün varlıklar kendi BEN’liklerini zihinlerinde TEK olarak temsil etme ihtiyacına doğuştan sahiptir ve buna mecburdur. Bu vehim ne kadar sık ve derinden sarsılırsa sarsılsın yeniden oluşur, şekil alır. Bazı hassas yapılı insanlar önsezileriyle çoklu benliklerini fark ederler, BEN’in tekliği yanılgısı bir çiçek gibi açılır o zaman, çokluğu hissederler. Bu hislerini açığa vurdukları anda çoğunluk onları tecrid eder, bilimi imdada çağırır, şizofreni teşhisi konur ve insanlık bu zavallıların ağzından çıkan Hakikat çağrısından muhafaza edilmiş olur.Her düşünen varlığın kendi başına bilmesi gereken şeyleri söylemek neye yarar? Herkesin bilebileceği ama söylemenin adet olmadığı şeyler… Neticede bir insan BEN’in tekliği yanılgısından ikili bir yapıya geçtiğinde bile neredeyse bir deha sayılır… En azından nadir ve ilginç bir insan. […] Bu çoklu yapıyı tek, basit, sabit, sınırları belli bir varlık olarak görmek bütün insanların yaratılışından kaynaklanan bir hatadır. Ama zarurî bir hata, beslenme ve solunum gibi zarurî.” (Bozkır Kurdu)
Batı felsefesinden, edebiyatından hatta teolojisinden binlerce örnek bulmak mümkün. Kültürel mirası, manevî mihenk noktaları, coğrafyası farklı olan insanların hissiyat ve tefekkür ile aynı noktaya varmış olmaları çarpıcı değil mi? Aynı noktaya, yani:
- Eşya-ben: Eskiyen, değişen, saçları ve tırnakları uzayan, ölen ve çürüyen bir beden,
- Biyolojik-ben: Bu bedeni hayatta tutmak için yiyen, içen bir güç,
- İnsan-ben: Bunların farkında olan, Freud’un “hastası”, hayatı ve ölümü düşünen, bu dünyadan olMAyan bir ben.
Evet, kitaplarda bulduğumuz, teorik, öğretilen din ile yaşanan din bir elmanın iki yarısı gibi. Çünkü başlangıçta hepimiz başkalarını taklid ya da kendi tasavvurumuz neticesinde bir “tanrı” fikri üretiyoruz. Bu fikirden yola çıkarak hakikî mânâda ALLAH’a yöneliyoruz. Şeyh-ül Ekber’in Füsus-ül Hikem‘de Hz. İsmail fassında ele aldığı “ilâh-ı mutekad” meselesi burada başlıyor. Yani insanlar bir yönüyle idrak ettikleri hatta bazen sadece hayal ettikleri bir ilaha kulluk ediyorlar. Hakikaten kulluk etmek, ALLAH’a yönelmek, vahye uymak demek. Bu ise Peygamber’in (S.A.V) O’nun hakkındaki bilgisini taklid etmekle mümkün.
Yani pozitif bilimlerin sunduğu bilgilerin kapsama alanı dışında kalan hisler yoluyla akledilen, “görülen” bilgiler de var. Bu akıl ile “görme” meselesini netleştirmek için Gazalî Hazretleri’nin Mişkatü’l Envar (Nur Metafiziği) adlı eserinden (sf. 75-77) istifade edebiliriz:
- Göz kendini göremez, akıl ise kendinden başkasını da, kendine ait özellikleri de idrak eder. […] ayrıca kendisinin bilgi sahibi olduğunu idrak ettiği gibi kendinin bilgi sahibi olduğunu bildiğini, kendisinin bilgi sahibi olduğunu bilişini bildiğini… sonsuza dek idrak eder. Bu özellik cisimler vasıtasıyla idrak eden göz için tasavvur edilemez.
- Göz kendisine uzak ve çok yakın olan nesneleri göremez. Halbuki akıl için uzak ve yakın eşittir. Uzaklıkta semaların en yücesine çıkar, bir anda yeryüzünün en derin taraflarına iniverir. […] aklın cisimler arası yakınlık-uzaklık anlamlarından münezzeh olduğu ortaya çıkar.
- Göz perde arkasındaki nesneleri göremez. […] Doğrusu hiç bir Hakikat akıldan gizlenemez. Göz nasıl kapaklarını kapatarak kendine bir perde oluşturursa akıl da bazı nitelikleri sebebiyle kendine bir perde oluşturur. […]
- Göz nesnelerin dış tarafını, en üstte bulunan yönünü görür, Hakikat’inden ziyade kalıplarını ve suretini idrak eder. Akıl ise nesnelerin derinliklerine, sırlarına nüfuz eder. […] Akıl bunların sebebini, gayesini, hikmetini ortaya çıkarır. “…Çünkü akıl ALLAH’ın nurunun bir misalidir. Misaller de ayniyet zirvesine tırmanamasalar bile benzememekten tamamen uzak değildirler. Bu belki senin “ALLAH Âdem’i kendi sureti üzere yarattı” hadisini anlamanı kolaylaştırır…”
- Göz varlıkların bir kısmını görür, akılla idrak edilenlerin tamamını, hislerle idrak edilenlerin de bir kısmını idrakten acizdir. Sesleri, kokuları, tatları […] idrak edici kuvvetleri yani işitme, görme, koklama […] kuvvelerini idrak edemediği gibi ferahlık, sevinç, gam, hüzün, […] gibi nefsanî sıfatları da idrak edemez. […] Renkler ve şekiller alemini aşamaz. […] göz aklın casuslarından biridir.
- Göz sonsuz olanı göremez. Cisimlerin sıfatlarını görebilir. O cisimler ise sonlu olmaktan başka türlü tasavvur edilemez. Akıl bilinenleri idrak eder. […] Akıl sayıları idrak eder. Bunun bir sonu yoktur.
- Göz büyüğü, küçüğü görür.[…] Akıl ise yıldızların ve güneşin yeryüzünden defalarca büyük olduğunu anlar. Göz yıldızları, önünde duran çocuğu hareketsiz görür. Akıl ise çocuğun büyüdüğünü, yıldızların her an büyük mesafeler katettiğini idrak eder.
Bu satırlar “Nefsini bilen rabbini bilir” hadisi ışığında değerlendirilecek olursa daha “derin” bir anlam kazanır sanıyorum. İnsan kendini ve Kâinat’ı gözleyerek bu meseleyi daha derinlemesine anlayabilir. Hadiseyi derinleştirmek isteyen okurların Toshiku İzutsu tarafından yazılan ve Rahmetli Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre tarafından çevirilen “Ibn Arabî – Füsustaki Anahtar Kavramlar” adlı esere başvurabileceklerini söylemekte fayda var. Bu eserin 3cü bölümü söz konusu hadise ayrılmış. Bu kitaptan bir alıntıyla bitirelim yazımızı:
“İbn Arabî, bu bakımdan, insanın kendi nefsi hakkındaki bilgisi aracılığıyla Hakk’ı bilip tanımasının yollarını kabaca ikiye ayırmaktadır. Birincisi “Hakk’ı senin sen olduğun gibi bilerek elde edilebilen bilgi”; ikincisi ise de Hakk’ı senin sen olduğun gibi değil fakat senin O olduğun gibi bilerek senin aracılığınla elde edilebilen bilgi”. Birinci tür bilgi akıl ve muhakeme yolu olup, Allah’ı, senden yâni yaratılmışlardan itibâren istidlâl eder, fehmedersin. Daha somut bir biçimde ifâde edilecek olursa bu, “sen”in mahlûk olma tabîatına has özelliklerinin bilincine sâhip olmak ve sonra da akıl ve muhakeme yoluyla Hakk’ın sûretini bütün eksikliklerden tenzîh edip O’na, bunlara zıt bütün özellikleri yakıştırmak yoluyla Hakk hakkında bir bilgiye erişmekten ibârettir. Meselâ, kendinde “hudûs” (yâni sonradan olma) görüp Hakk’a bunun zıddı olan “kıdem”i izâfe etmek; kendinde “iftikâr” (yâni fakirlik) görüp Hakk’a bunun zıddı olan “gınâ”yı (yâni zenginliği, kendi kendine yeterliği) yakıştırmak; kendinde sürekli “tagayyür” (yâni değişiklik) görüp Hakk’a ezelî ve ebedî sâbitli i izâfe etmek…ilh… gibi. İbn Arabî, bu türden bilginin felsefecilere ve ilm-i kelâm’cılara (teolog’lara) mahsûs olduğunu ve, her ne kadar bu da bir tür “nefsini bilerek Rabb’i bilmek” ise de bunun, Allah hakkında son derece düşük düzeyde bir bilgiyi temsil ettiğini söylemektedir.
İkinci tür bilgi ise, O’nun “sen”in aracılığınla bilinmesidir. Fakat bu hâlde üzerinde önemle durulan “sen” değil O’dur. Bu, her ne kadar özel bir şekilde dahi olsa, Hakk’ın, insanın doğrudan doğruya Hakk’ın tecellîsinin bir sûreti olan kendi nefsini bilmek ve tanımak sûretiyle bilinip tanınmasından ibârettir. Bu, Allah’ın kendini insanın kendi nefsinde izhâr ettiğinin bilincine sâhip olmakla Allah’ın bilinip tanınmasını sağlıyan bilgi usûlüdür.”
… Bu konu ilginizi çektiyse…
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:MNO Tarih: Eki 28, 2011 | Reply
Rabbini bilmeyen kendini bilemez. O rab teala da bize kendini rasülleriyle tanıtmıştır ve dolayısıyla bizim kendimizi bilmemizin anhatarını vermiştir. Eğer Allah vahiyle o anahtarı vermeseydi insan kendini bilemezdi. Dolayısıyla rabbini bilemezdi ve dahi kendinden yola çıkarar rabbini bilemezdi… Bilse bile unuturdu 🙂