Küçük Güzeldir (Ernst Friedrich Schumacher)
By Arif Selim Aydın on Eki 26, 2011 in Ekonomi, Kapitalizm, Kitap Sohbeti, Liberalizm
…Fakat Güzel Hala Mümkün Değil
Geçen sene bir ekonomistten şöyle bir anı dinlemiştim: Krizden sonra ABD’de dünyanın önemli finans kurumlarından birinin üst düzey yöneticisi ile sohbet etmiş. Sormuş bizim ki: “Kriz kendisini uzun bir süre öncesinden bozuk giden rakamlarla göstermeye başlamıştı; fark etmediniz mi? Neden önlem almadınız? Cevap vermiş üst düzey yönetici: “Evet, fark ettik. Hepimiz krizin çıkacağına neredeyse kesin gözüyle bakıyorduk. Ancak herkes para kazanırken siz tedbir alıp kazancınızın azalmasına sebep olursanız bunu patronlara ortaklara, yatırımcılara açıklayamazsınız. Kriz çıkıp da herkes kaybetmeye başladığında ise bunu anlatmak çok daha kolaydır.” Modern kapitalist sistemde krizlerin neden kaçınılmaz olduğunun özeti bu kısacık konuşmada gizli. Açgözlülüğün, kanaatten yoksunluğun ve sınırsız büyüme ihtirasının sonu… “Bu kadar kazanç bize yeter” denilemiyor kapitalist düzende. Schumacher, modern kapitalist sermayedara “bu kadarı bana yeter” dedirtecek bir ahlakın izlerini arıyor, “Küçük Güzeldir” kitabında.
Vicdanlı ve insaflı bir adam, Schumacher. İnsancıl… Kitabın alt başlığı hem fikirlerinin hem de kitabın özeti gibi adeta: “Önceliği İnsana Veren Bir Ekonomi Anlayışı” Modern ekonomik ilişkilerin insanı kıvrandıran çarklarının arasına biraz merhamet ve diğerkâmlık zerk etmenin yollarını arıyor, önerilerde bulunuyor. Schumacher yarı dinsel ve mistik bir tatla insanın açgözlülük ve kıskançlık huylarından arınması gerektiğini söylüyor. Schumacher, kabuk bağlamış, fakat bugün küresel kriz sebebiyle tekrar deşilmiş olan yaralara bundan yaklaşık kırk yıl önce parmak basıyor. İktisada ahlakı sokmak istiyor.
Bu öneriyi çok klişe ve modası geçmiş, günümüz gerçeklerine aykırı bulan insanlar ekseriyette. Muhteris, limitsiz, doymak bilmezlerin yanında, zihni “reel politika ve ekonomik gerçeklerin” “gereksiz” gerekliliklilerinden malul beyinlere çok uzak; “arkadaş sen ne saçmalıyorsun, nerde yaşıyorsun?” dedirtecek; yüzüne müstehzi bir tebessümün kıvrımlarını konduracak öneriler bunlar.
Finansın, teknoloji ve açgözlülük ile birleşip küresel çapta kontrolsüz bir canavara dönüşmesinden önce kaleme alındığı için kitap, ‘insan’ın daha çok makineleşme/sanayileşme karşısındaki durumunu ele alıyor. Ama hiç tereddüt etmeden tespit ve tavsiyelerini günümüzün bankacılık ve finans sektörüne de tıpatıp uyarlayabiliriz. Derdiniz insan olduktan sonra, ne tür iktisadi ilişkiler ağını tahlil ettiğinizin bir önemi yok. İnsan aynı insan, ruhu aynı ruh… Yalnızlık ve yabancılaşma karşısında insan psikolojisinin haleti hep benzer; ülkenin, milletin ve çağın bir ehemmiyeti bulunmuyor.
Büyük Buhran’dan sonra Keynes‘ten yaptığı bir alıntıyı, tartışmak üzere kendine bir başlangıç noktası yapıyor, yazar. 1929 Buhranı klasik iktisat anlayışının karşılaştığı ilk ciddi krizdi. Sermaye birikim modelinin/amacının esasına dokunmadan sistemin kendi kendini tedavi etmesinde Keynes’in önemli katkıları olmuştur. Ömrüne ömür katmıştır kapitalizmin, Keynes. Ekonominin geleceği hakkında tahminlerde bulunan Keynes, “herkesin zengin olacağı günlerin pek o kadar uzak olmayabileceği sonucuna” varıyor. Ondan sonra “yine amaçların, araçların üstünde ve iyiyi kullanışlıya yeğ tutacağımızı” ekliyor.
“Fakat ayağınız denk alın!” diye sürdürüyor. “Bütün bunların gerçek olması için zaman henüz gelmedi. En azından daha bir yüzyıl boyunca kendimizi ve başkalarını iyinin kötü, kötününse iyi olduğuna inandırmalıyız; çünkü kötü işe yarar, iyi işe yaramaz. Açgözlülük, tefecilik ve ihtiyatlılık daha bir süre için tanrılarımız olmaya devam etmelidirler. Çünkü ancak onlar bizi ekonomik gereksinimlerin tünelinde gün ışığına çıkarabilirler.” ( s. 17 )
Gördüğümüz gibi Keynes zamanımızın kapitalcilerden daha açık sözlü davranmış. Modern kapitalciliğin değişmeyen karakterini gözler önüne seriyor, Keynes. Onlarca soru sorulabilir sistemin bu çarpık doğası hakkında. Mesela “bu kadar zenginlik bize yeter, hadi artık açgözlülüğü terk edelim” diyecek bir insan/toplum/şirket var mıdır?” diye sorulabilir. Yazar, yoktur böyle bir insan/toplum/şirket diyor. Haklı olduğuna şüphe eden var mı?
Çağımız ekonomileri, üzerinde yeteri kadar düşünülmemiş anlamsız bir “büyüme” saplantısı içindeler. Bir önceki yıla göre bir şirketin karını ya da bir ülkenin GSMH’ sini arttıramamış olması derhal önlem alınması zaruri ciddi bir hastalık belirtisi… Sınırsız büyüme hırsının meydana çıkardığı krizleri aşmak için daha fazla büyümek gerektiği söylenip duruyor. Sadece krizden kurtulmak için değil, her şey yolunda giderken bile herhangi bir arızanın doğmaması için hiç durmadan sürekli büyümeliyiz. Kar ruhumuzun gıdası… Karsız yaşayamayız diyor büyük büyük şirketlerin büyük büyük CEO’ları… Neden peki? Nedeni yok… Kimse “açgözlüyüm, muhterisim, kıskancım, doymak bilmiyorum, herkesi yenmek istiyorum” demez ki… Herkes ikiyüzlü bir sessizlik içinde koskoca bir yalan üzerinde zımni bir mutabakat sağlamış durumda.
Çağımızda sermaye, yeni sermaye üretmek amacıyla üretiliyor. Sorduğunuzda alacağınız cevap genelde aksi de olsa, sermaye kullanımındaki başlıca amaç sermayenin kendisini büyütmesidir. Aslında, bu çok saçma ve düpedüz ahmakça bir tutum. Bu sistemde, geçmiş birikimler yalnızca daha fazla sermaye biriktirmek için kullanıldığı ölçüde sermaye kabul ediliyor. Sermayeyi sırf biriktirmiş olmak için biriktirmek, insanlık tarihinde her zaman vuku bulmuştur, yeni bir şey değil. Ancak bu biriktirme hırsı hemen her zaman kötü ahlakın bir şubesi sayılmış, kerih görülmüş ve kötülenmiştir. Modern kapitalist dünyada ise doğal, makul, makbul ve meşru addediliyor. Hatta teşvik ediliyor ve bir devlet düzeni, bir rejim ismi olarak sistemleştiriliyor. En büyük fark burada. Birçok dini ve mistik öğreti içinde nehiy edilen gayri ahlaki bir tutum, çağımızda kurumsallaşmış bir vaziyettedir. İnsanoğlunu kendi kendine esir eden de bu yaklaşımdır. Özgürlük yolunu kapatan servet değil servet tutkunluğudur; zevkli şeylerin tadını çıkarmak değil, bunun için kıvranmaktır. ( s. 43)
Kurumsallaşmış açgözlülüğün en çarpıcı etkilerinden biri çalışanlar üzerinde gösteriyor kendini. Karlılığı arttırmak ve “olmazsa olmaz” büyümeyi sağlamak gayesiyle maliyetleri azaltmak için, üretim süreçlerinden insan öğesi çıkartılabildiği ölçüde üretim sorununda çözüme yaklaşıldığına inanılıyor. Makinelere yatırım yapmak, çalışması için işçilere para ödemekten daha ucuz olduğu sürece makineleşme yolunda ilerlemede hiçbir sakınca görülmüyor. Sanayinin ideali, canlı etkeni ve hatta insan etkenini bile eleyerek ortadan kaldırmak ve üretim sürecini makinelere devretmektir. ( s. 84) Ekonomizmi putlaştırmanın kaçınılmaz sonucu insanın önemini yitirmesidir. ( s. 88 )
Sanayinin/üretimin/ekonominin bütün ilerlemesi insansız bir ekonomiye doğru akıyor. İş gücü en düşük düzeyine indirilmeye çalışılıyor, maliyetleri azaltma adına. Makine başında kalan son insanlar da asli unsur değil; makineye/üretim süreçlerine eklemlenmiş bir parça gibi. Gitgide silikleşiyor insan, hükümsüzleşiyor devasa mekanizmalar karşısında.
Geçenlerde bir liberal yazar sevinçle ve neşeyle dolu şunları yazıyor köşesinde: “Sanayi Sonrası Dönem, işi, işçiyi, çalışmayı, çalışma saatlerini boşa çıkarmaya devam ediyor… Çünkü Sanayi Sonrası Dönem ya da Bilgi Çağı için tek ölçü, ‘ yeni buluş’… Dolayısıyla patent ve inovasyon… Patent ve inovasyon, çünkü ‘beyinsel icatlar’, kol gücünden çok daha büyük zenginlik üretiyor… ‘Buluş çağına’ uyan kazanıyor, uymayan kaybediyor.” Araştırma-geliştirme çalışmalarının ve patentin önemine değindikten sonra, bunların olmazsa olmaz parçası sayılan “sayısı azaldıkça kalitesi artan ‘iş gücü niteliği’ni konuşmamız gerektiğini ekliyor.
Mutluluk saçarak bildiriyor yazısında değindiği gelişmeleri. Sormak lazım: “insan” bu değerlendirmenin neresinde? Sadece insan değil “doğa” bu anlayışın neresinde? Hümanistim demek ve çevre örgütlerine destek vermek düşüncelerinizi temize çıkarmaya yetmez. Hayatınızın merkezine sadece zenginlik üretmek/sermaye biriktirmek yerleşmişse ve tek gayeniz ‘para yapmak’ olursa, iki seçenek arasında kaldığınızda, pek fazla tereddüt etmeden insan ve doğayı gözden çıkarabilirsiniz.
Ayrıca ülkemizde de bu gayri insani anlayış yeterince benimsenmediği için dövünüyor, söz konusu yazarımız. Gözünü Batı’dan kıl kadar saptırmadan mütemadiyen oradan ülkemize “ilim ve hikmet” transfer eden aydınlarımız nerede yaşadıklarını, kime hitap ettiklerini, hangi değerlere sahip insanlar arasında olduklarını unutuyorlar. Batı’da biçilmiş gömleği olduğu gibi bizim insanımıza giydirmeye çalışıyorlar.
Herkes gibi Schumacher de ‘eğitim şart’ diyor ve fakat burada bırakmıyor. Ekliyor: Nasıl bir eğitim? Eğitimin amacı nedir? Eğitimin önemi bahsinde Schumacher can alıcı bir noktaya dikkat çekiyor. Tek başına bilginin, örneğin bir know-how’un bir başkasına iletilmesi midir amaç? Bu bilgiyle beraber sağduyu, vicdan ve bilgelik de aktarılmazsa ne işe yarar o bilgi? Ne tür felaketlere sebep olur hatta? Atom bombasını icadı ve neticeleri hakkında iki saniye düşünmemiz yeterlidir, ne tür felaketlere sebep olacağının anlaşılması için. Daha fazla eğitim, ancak daha fazla bilgelik ürettiği ölçüde yararlıdır. (s. 61) Ekonomi, hele uygulamalı ekonomi bilimi, kesin bir bilim değildir; aslında çok daha büyük bir şeydir, ya da olması gerekir: insanın bilgeliğinin bir parçası. (s. 181 )
Bütün bir 20. yüzyıl zihniyeti, 19. yüzyıl pozitivizmi ile kirlenmiştir. Bilgiyi yalnızca kendisi adına üretmek, amaçsızca üretmek, “bilgiyi bilim için üretmek” bu dönemde yaygınlık kazanmaya başlamış bir tutum. Amacından saptırılmış bir bilimdir bu. Hakikat gibi bir derdi yok bugünkü bilimin. Pekâlâ bir bilgisayarın sabit diskine de aktarılabilecek bilgiler istifleniyor dimağlarda. Teknik bilginin zihinlerden zihinlere biraz daha arttırılarak aktarılmasına indirgenmiş durumda, modern bilim. Bu halin ekonomi bilimindeki sonuçları, insanın tamamen dışlanması, yabancılaşması ve kurbanlaştırılması şeklinde tezahür ediyor. Ekonomi biliminin metodolojisi niceliksel ifade edilebilenin sınırlarına mahkûm edilmiştir. Niteliksel yaklaşımlar, normatif iktisat-pozitif iktisat ayrımını keskin bir şekilde vurgulayarak ekonomiden dışlanmaktadır; insanca bir değerlendirmeye yer yoktur bu bilimde. Fakat şunu hiç hatırımızdan çıkarmamalıyız: “Eğitim metafiziğe yer vermediği sürece bize yardımcı olamaz.” ( s. 70 ) Yer çekimi yasasını bilmiyor olmak hayatta ne kaybettirir insana? Hemen hemen hiçbir şey… Ama dini ya da edebi bir eseri hiç okumamış olmak dünyanın ve hayatın kavranmasında çok büyük bir eksiklik sayılabilir.
Yazarın kalkınma ile ilgili tavsiyelerini çok naif bulabilirsiniz. Kitabın yazıldığı zamanlar Dünya Bankası’nda yeni bir dönemin başladığı ve yoksullukla mücadele söyleminin yaygınlık kazandığı dönemlerdi. Yazarın iyi niyetli ve safça önerilerde bulunması çok doğal; bunlar aynı zamanda isabetli önerilerdir. Ancak bu değişimin mimarı olan insanlar onun kadar iyi niyetli ve saf düşünceli değillerdi galiba. Zengin ülkeler tarafından yoksul ülkeler için planlanan kalkınma programları, yoksul ülkelerin kendine yeterli olmalarına ve kendi güçleriyle gelişmelerine engel olan üretim ve tüketim yöntemlerine kaymalarına sebep oldu. Sanki amaç o ülkenin yoksulluktan kurtulması değil, zengin ülkelerin kendileri için mamul malları ve sermaye malları ihraç edebilecekleri zengin bir pazar; aynı zamanda ucuz hammadde ithal edebilecekleri güçsüz bir tedarikçi ortaya çıkarmaktı. Bunun için gerektiğinde hiç çekinmeden ülkelere borç da verilmiştir. Yoksul üçüncü dünya için sağlanan kaynaklar istikrarlı ve sağlıklı toplumlar çıkardı mı? 80’li yıllardan itibaren belli aralıklarla ortaya çıkan borç krizlerine bakılırsa bu sorunun cevabı pek de müspet verilemez.
Kitabın ana fikrinin önemi küresel kriz sonrasında alınan önlemlerde kendini daha açık bir biçimde ortaya koydu. “Batmayacak kadar büyük banka” gibi laflar işitmeye başladık. Bazı finans kurumları öylesine büyümüş ki, kendi haline bırakıp iflaslarına izin verseniz bir dert, kurtarsanız ayrı bir dert. Siyasi karar organları ikna edilerek kurtarılmaları sağlandı. Ne yapıldı peki? Likidite bolluğunun meydana çıkardığı kriz piyasaya daha fazla likidite enjekte edilerek bankalar kurtarıldı ve kriz savuşturulmaya çalışıldı. Kısacası aşırı büyüme hırsının tıkandığı noktada, bu saikı hiç sorgulamayı dahi düşünmeden aynı amaç peşinde nasıl durmaksızın koşmaya devam edilebileceğinin yolları aranıyor.
Kitabın arka yüzünde Times Literary Supplement kitap hakkında ” Dr. Schumacher, okuyucuyu esinlendiriyor, dürtüyor. Üstelik tartışmayı kazanan tarafta yer alıyor gibi…” şeklinde bir not düşmüş. Dönüp geçmişe bakıldığında cümlenin ikinci yargısının gerçekleşmemiş olduğunu görüyoruz ne yazık ki. Kazanan küçük ve güzel olmadı. “Küçük hala çok güzel bizce”, ancak dünyanın en büyük bankalarının kurtarılıp krizden daha da büyütülerek çıkarıldığını gördükten sonra “küçük hala mümkün değil” diye düşünerek umudumuzu yitirme noktasına geliyoruz. Yaklaşık seksen yıl önce Büyük Buhran ve Keynes’in yazdıklarına, kırk yıl önce Schumacher’in temenni ve tavsiyelerine; ondan kırk yıl sonra ise bugünkü konuşulanlara bakarak özünde hemen hemen hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz; korkarım bundan kırk yıl sonra da benzer şeyler konuşulacak…
… Bu konuda okumak için…
Hayek’in Kölelik Yolu’nda otostop (Mehmet Salih Demir)
”…Demokrasi ve liberalizm ikiz olmayıp, büyük ölçüde zıt oldukları unutulmamalıdır. Liberalizm demokrasiye karşı icat edilmiştir. Liberalizmi doğuran sorun, önce merkezde, daha sonra bütün olarak dünya sisteminde tehlikeli sınıfların nasıl zapturapt altında tutulacağıydı. Liberal çözüm, kesintisiz sermaye birikimi sürecini ve onu destekleyen devlet sistemini tehdit etmeyecek düzeylerde kalmak şartıyla, siyasi iktidara sınırlı bir erişimin ekonomik artı…” TAMAMI
Liberalizm Demokrasiyi Susturunca
Halkın iradesi liberalizm ile çatışırsa ne olur? 2008′de başlayan ekonomik kriz sürmekte. Eğitim, sağlık ve güvenlik hizmetlerine ayrılan bütçeler kırpılırken batan bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca dolar harcanıyor. Alın terinin finans kurumlarına peşkeş çekilmesini istemeyenler protesto ediyor. Ama batılı devletler polis copuyla finans sektörünü savunmaktalar. Ne oldu? Bütün nüfusun binde birini bile temsil etmeyen bankacıların çıkarları geri kalan %99.99′un önüne nasıl geçti? Alıp satma, üretip tüketme özgürlüğü nasıl oldu da halkı finans sektörünün kölesi yaptı? Mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı uğruna halkın iradesi çiğnenebilir mi? Okuyacağınız kitap demokrasi ile liberalizmin savaşı üzerinedir. Buradan indirebilirsiniz.
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
Etrafınızda “ben solcuyum” diyen kaç kişi var? Birgün Ya da Cumhuriyet Gazetesi, Türk Solu Dergisi okuyan? Yürüyüşlerde Marx, Lenin, Deniz Gezmiş ve Atatürk posterlerini yanyana taşıyan kişileri tanıyor musunuz? İşçi sendikalarında aktif rol oynayan dostlarınız var mı? Bu insanlar hasretle beklediğimiz sol muhalefeti kuramadılar bir türlü. Neden?
Marxist ve Marxçı (Marx’a dair ama marxist olmayan) miras ile yüzleşmedi Türk solcuları. Oysa Marx anlaşılmadan hiç bir sol projenin anlaşılmasına da imkân yok. Leninist, Stalinist, Maoist… Hatta Kuzey Avrupa’nın sosyal demokrat modellerini de çözemezsiniz. Marx’ın bıraktığı yerden devam edenleri anlamak için de gerekli bu okuma; dünya soluna bugünkü şeklini veren düşünürleri anlamak için: Rosa Luxemburg, Ernst Thälmann, Georg Lukács, Max Adler, Karl Renner, Otto Bauer, Walter Benjamin, Jürgen Habermas,… Buradan indirebilirsiniz.