Sevene emir gerekmez; sevildiğini bilene yasak sökmez
By Senai Demirci on Eki 28, 2011 in İslam
[8 Eylül 2011’de Senai Demirci’nin kişisel sitesinde yayınlandı.]
İnsanın önünde hep bir deniz olur da, bir türlü girmeyi akıl edemez ya… Olur böylesi tuhaf nasipsizlikler. Çok yakın zamanda bir ayetin sonsuz ılık maviliğine dokundu kalbim. Gözlerimin önünde yıllar yılı dururken, bir türlü gönlümü sokamamışım içine… Şimdi girdim mi denize peki? Yeterince daldım mı?
Sonsuza temas da sonsuzdur elbet. İnsan, sonsuzdan nasibini sınırlayabilir mi? Şimdi bu yazıyı “ben keşfettim” edasıyla yazmak bile keşfin “daha daha”sına saygısızlık olabilir. Hiç şüphesiz keşfedilecekler keşfettiklerimizden çok fazladır. Yine de keşfedilen kadarıyla paylaşalım.
Birlikte dokunalım bu sözün sonsuz derin maviliğine.
Adresini vereyim: Al-i İmran: 31
“De ki…” diye başlıyor.
İşte bu “de!” hakkında “de!”necekler var. “De!”meyi Elçisi’ne bırakıyor Söz’ün Sahibi. Niye ki? Çünkü, az sonra Elçi’ye tâbi olmaya davet edecek bizi. Ama Elçisi yapsın istiyor bu çağrıyı. Kendisi çağırmıyor Elçisi adına. Elçisi çağırıyor. Rabbani nezaketiyle önce Kendisi “ittiba etme” örneği veriyor bize. “De ki, Allah’a muhabbetiniz varsa, bana ittibâ edin ki Allah da size muhabbet etsin…” yerine şöyle de diyebilirdi: “Bana muhabbetiniz varsa Elçime ittibâ edin ki Ben de size muhabbet edeyim….” Hem böylece “De ki…” demeye de gerek kalmayacaktı.
Eğer öyle olsaydı, Elçi’ye tâbi olma çağrısı bu kadar beliğ olmazdı. Çağrıyı Elçi’ye bırakan, Elçi’ye ittiba etme örneği göstermektedir. Oysa Allah -haşa-mecbur değildir ittibaya, mecbur değildir önce Kendisinin ittiba ettiğini ima etmeye…
Aslında “siz de mecbur değilsiniz!” mesajını bir dip akıntı olarak saklıyor ayet… Çünkü az sonra anlayacağız ki Elçi’ye itaate biz kullar “mecbur değiliz!” “O da ne?” dediğinizin farkındayım.
Ne demekti “mecburiyet”? Zorunlu olmak. İçinde “zor” ya da “icbar” olan bir kelimenin Elçi’ye tâbi olmanın önünde ne işi var ki? Yakışık alır mı? Hele de bu “ittiba/uyum” çağrısının sebebi ve sonucu asla zorlamaya gelmeyen “muhabbet” ise…
Gelin, Elçi’ye ittiba etme çağrısının şartına bakalım: “Eğer Allah’ı seviyorsanız…” Elçi’ye tâbi olmanın sonucuna da bakalım: “ta ki Allah da sizi sevsin…” Ayette iki “sevme” arasında durur “ittiba etmek”
Sevmek ile zorunluluk kelimeleri ne kadar da uzaktır birbirine! Zor varsa sevmek yoktur, hatta zorlanırsa insan sevdiğini bile sevmez olur. Muhabbetin olduğu yerde mecburiyete gerek yoktur, icbardan söz edilemez.
“Zorla güzellik olmaz” sözünün derininde şu anlam da saklıdır: “Zorla güzellik kalmaz.” Zorlandığında bütün güzellikler tahrip olur. Güzellik zorlamaya gelmez.
Sevmek kalbin eylemidir; kalp ise zorlanamaz, zorlamaya gelmez. (Eğer kasların eylemi olsaydı sevmek, belki zorla sevilebilirdi, mecburen sevenler olabilirdi!)
Elçi’ye ‘ittiba’nın iki ‘muhabbet’ arasında durması, bize “sünnet” diye belletilen davranışların içeriksiz kabuklardan ibaret olmadığını, sadece kaslarla değil kalple yapılan işler olduğunu hatırlatması için olmalı. Demek ki, sünnet kasların kasılıp gevşemesiyle değil en başta kalbin katılımıyla gerçekleşiyor. Allah’a muhabbetle başlamayan bir davranış, Allah’ın muhabbetini beklemeyen bir eylem, biçim olarak sünnet davranışına denk geliyor olsa da, özünde “sünnet” denmeyi hak etmiyor.
Tam burada yeniden düşünelim “sünnet” ve dahi farzları. Zaten farzlar da Hz. Peygamber’den[asm] çıktığı için de en azından “sünnet” değil mi?
“Ya uyarsın, ya yanarsın!” şantajıyla mı çağrılırız Resulullah’a [asm] uymaya? Yüzümüzü yoktan var eden, aynaya baktığımızda bizi kendi kendimize yeniden sevdiren Yaradan niye bizi “zoraki” bir yolda beklesin ki? Kendi varlığımızdan ne kadar memnun isek, gözümüzün üzerindeki kirpiklere ne kadar itirazsız isek, O’nun bize çizdiği “yol”u zoraki bilmeden, zorlanarak değil, mecburiyet olarak değil, o kadar muhabbetle yapıyor olmalı değil miyiz? Beni ben yokken bile seven, ben beni sevemezken de beni sevip özenerek insan diye var eden Yaradanım, beni niye “sevimsiz”, “lüzumsuz”, “faydasız”, “zoraki” bir yola çağırıyor olsun ki?
Sevmeye bağlıdır Elçi’ye ittiba… Sevmene bağlı. Hem de Allah’ı sevmene. “De ki,eğer sevmeye Allah’tan daha lâyık birisini biliyorsan, bana tâbi olma…” “De ki, eğer Allah’ı değil de bir başkasını sevmek senin için daha kârlı ve faydalıysa, bana uyma…” “De ki, seni hiç yoktan çıkarıp insan olarak var edeni sevmek sana zor geliyorsa, beni izleme…”
Yine, “De ki, seni hiç kimsenin anmadığı günlerde anıp da herkesin anmaya değer gördüğü biri olarak seçen Rabbini değil de, yolunu hiç gözlemeyen, yokluğunda seni hiç anmayan bir başkasını daha çok seviyorsan, benim izimden yürüme…”
Bir de, “De ki, eğer seni senin kendini sevmenden önce seven Bir’ini değil de, yeryüzünde yüzünün görünmediği binlerce yıl boyunca seni anılmaya bile değer bulmayan birilerini daha çok sevmeye değer görüyorsan, benim değil onların yolunda yürü…”
Sözün özü: Elçi’ye tâbi olmanın ön şartı, sevmek. Sevmekte zorlama yok. Sevmek, ite kaka olmaz, olamaz. Sevmek, yokuş yukarı çıkmak değildir. Bir akıştır. Gönüllü katılıştır. Yokuş yukarı da olsa, gönlünce yürümektir. Sevmekle yorulmaz insan. Sevmekle dirilir, diriltir. Kimseden zorla sevmek beklenmez. Öyleyse, “zoraki” değildir sünnetin hiçbir davranışı.
Her ittiba çağrısının ikinci bir sorusu daha vardır: “Uyarsam n’olacak? Nereye varacağım O’nun izinden yürürsem? Ne elde edeceğim, O’nunla yürüyerek?
Rabbimizin buna cevabı da tanıdık ve sevimli: “sevilmek” “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin…” Yani; “De ki, eğer Allah’tan başkası tarafından sevilmekle daha çok kâr edeceksen, bana itaat etmesen de olur.” Yine, “De ki, eğer Allah’tan başkasının seni sevmesi seni yokluktan, hiçlikten kurtaracaksa, benim izimden yürüme…” Yine, “De ki, hiç kimsenin hatırını saymayacağı, herkesin yokluğunu kanıksayacağı, seni unutacağı, seni unuttuğunu da unutacağı gelecek günlerde, Allah’tan başkası tarafından sevilmek seni toprağın altından çıkaracaksa, benim ardıma düşmesen de olur…”
Bir de şöyle “De ki, eğer kusurlarına rağmen senin rızkını hiç kesmeyen, ayıplarını bildiği halde seni kimselere rezil etmeyen Allah değil de bir başkasıysa, bana tâbi olmasan da olur…” Ne güzel ki, ayet cümlesinin son ibaresi, Allah tarafından sevilmeyi zirve bir tasvire çıkarıyor: “öyle sevsin ki Allah sizi, günahlarınızı kusurlarınızı toptan bağışlasın. Adeta görmezden gelsin.”
İşte bu yüzden, sanılanın aksine Allah’ın “emir ve yasaklar”ı yoktur. Yani, Allah, bize alışık olduğumuz anlamıyla “emir”ler yağdırmaz. Askeri anlamdaki “ast-üst ekseninde” anlaşılırsa haksızlık ederiz Allah’ın emirlerine ve yasaklarına…
Muhabbetin olduğu yerde emir ve yasağa gerek yoktur ki… Muhabbeti hak etmeyenler kuru emirler yağdırır. Sevilmeyenlere ve sevmeyenlere mecburen tâbi olunur. Zoraki uyulur.
Muhabbetle başlayan ve muhabbetle biten sünnetin hiçbir yerinde “yasak” yoktur; “haram” vardır. “Haram” kelimesi “hürmet” kökünden anlamını alır. Yani müminlerin “yasak”ı “hürmet”ten kaynaklanır. Kuru ve inadına yasağı olmaz sünnetin. Hürmetin her zaman bir hedefi vardır. Muhabbet etmediğine hürmet edemez insan. Kime muhabbeti varsa, kimden muhabbet bekliyorsa, ona hürmet eder. Muhabbet ettiğinin ve muhabbet beklediğinin hürmeti hatırına kendine kimi işleri emreder ya da yasaklar. Bu yasak dışarıdan değildir; içeriden, içten geliyordur.
Aynı şekilde, “farz” kelimesini de “zorunlu” olarak tercüme edemeyiz. Zorunlulukta gönüllülüğe yer yoktur; farzda gönüllük vardır. Allah’la yaşayan, Allah’ın hatırını sayar, Rabbine hürmet eder, Rabbine hürmet ederek “yapma!” dediğini yapmaz, “gitme!” dediği yere gitmez, “yeme!” dediğini yemez. Haramın ve emrin konusu olan her iş, o işle ilişki içinde olduğumuz her insan ve her şey, Allah’a tâbi olmanın görünen yüzüdür.
Hatırlayalım: Melekler ve İblis Âdem’e secde etmekle sınandılar; doğrudan Allah’a secde etmekle değil. Allah’a itaatleri Âdem’e itaatleri üzerinden test edildi. Melekler isteneni hemen yaptılar, itaat ettiler, hesap yapmaya kalkmadılar. Ama İblis gerekçe peşine düştü; çünkü Allah’ın hatırı yoktu üzerinde… “Evet ama…”larla kıvırmaya başladı.. “İyi ama, ben ateştenim Âdem topraktan…” demelere davrandı. “Ateş topraktan üstündür, ateş olan toprak olana secde etmez” dedi. İpe un serdi. Oysa, sorun toprak olan Âdem değildi, sorun toprak ya da ateş fark etmez, Âdem’e secde edilmesiydi… Meleklerin imanı, Âdem’in toprağında Allah’ın hatırını gördü; İblis ise Âdem’in toprağından başkasını görmedi. Böylesine kör olanlar ancak kuru emir ve yasaklardan anlarlar. Gönüllerine yer yoktur itaatlerinde. Bu körlükle, kendisi topraktan Âdem ise ateşten olsaydı, secde eder miydi İblis? Asla! Ya da, kendisi topraktan, Âdem ateşten diye secde etmiş olsaydı, hakkıyla itaat etmiş sayılır mıydı? Hayır! Çünkü bu halde de Allah’a hürmet olmayacaktı.
Örneğin bir mümin domuz eti yemez; bu bir haramdır. Bir mümin tesettürlü olmaya çalışır; bu bir emirdir. Domuz etiyle muhatap olurken, domuzla değil “domuz eti yemeyin!” diyen Rabbinin hatırına bakar. Domuz etinin zararlarının bilimsel açıklamalarına vs. dayandırmaz itaatini. Saçını saklarken, güzelliğini herkese göstermemeyi tercih ederken, saçlarının hatırından önce saçlarını ziynet diye veren Allah’ın hatırını görür, gözetir. Allah’ı “gören”in tesettürü gönüllü olur, zoraki değil. Demek ki tesettür tenine örtü örtmekten fazlası, Allah’ın hatırını bilecek kadar iman etmeyi içeriyor içinde. Bunun ise kılık kıyafeti olmaz; hatır bilmek başörtüsü bağlama biçimi gibi tartışılacak, ölçülecek, kesilip biçilecek bir şey değil ki. Allah’ın hatırına yemez, içmez mümin. Allah’ın hatırına örtünür ve saklanır. Bu yüzden tesettür de “iman eden erkek ve kadınlara” emredilir. Allah tarafından görüldüğüne iman edenler bakışlarını, saçlarını ve tenlerini “ziynet” diye bilir çünkü. Yoksa…
Emir almaz; kadir bilir; emir telakki eder. Yasaklara aldırmaz; hatır sayar, kendine haram eder.
Muhabbet’ten koparılmış her türlü uyum “ittibâ”nın nezaketini ihlal eder. Bu yüzden sevmeyi en çok hak edeni sevmek kadar dolu doludur sünnet. Sevgisiz uymaların her türü insan gönüllülüğünü ihlal eder. Ancak sevildiğini bilenlerin farkında olduğu içten bir nezakettir sünnet.
… Daha fazla okumak için…
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak? Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:MNO Tarih: Eki 28, 2011 | Reply
Elinize yüreğinize sağlık… müellefei kulubün mahiyetini de biraz daha iyi anlamış oldum 🙂
Yazan:MNO Tarih: Eki 28, 2011 | Reply
Ayrıca ben ilk defa yorum yazdım 🙂 siteniz ve yazılarınız çok güzel. Karşılıklı güzel yorumların paylaşılıyor olması daha güzel 🙂 Allah razı olsun hepinizden sevgili abilerim 🙂