Yıldız Ramazanoğlu ile sohbet
By Fatma Sancak on Kas 14, 2011 in edebiyat, Güzellik, Kadın, Ortadoğu, Röportaj, Sanat
“İslam öyle büyük bir derya ve içinde öyle sonsuz açılımlar var ki, emek verecek, adaleti kemaliyle içinden süzüp alacak genç zihinler gerekli” Yıldız Ramazanoğlu
Her yazarın yazıya başlama öyküsü ve nedeni vardır diye düşünüyorum, Yıldız Ramazanoğlu’nun öyküsü ve nedeni nedir?
Sevinçten doğan bir yazma olduğunu söyleyemem. İlkokulda şiir yazarak başladığımı söyleyebilirim, adaletsizlik yapan öğretmenime kızıp. Yaşanan gerçeklikte var olanı az eksik yetersiz haksız bulmakla alakalı yazmaya başlamam. Güzele güzel, çirkine çirkin diyebilmek ve sayfaların içinden olması gerekene dair bir hissiyat yükseltebilmek için yazılır zannımca. Estetik kaygı, güzeli duyumsamaya, elimizdekileri güzele doğru ilerletmeye götürür bizi yazarken. Sade’i düşünüyorum, kötüyü tasvir ederken, en olumsuz en kötü yoldan giderek, okuru zakkumun şeceresinden geçirerek götürür iyiye. Ben bu yollara açık değilim mesela. Batılın bu denli tasviri iki tarafı keskin bıçak gibidir çünkü. İnsan kendi mahiyeti de dahil hiçbir şeyin hakiki sahibi değil. Bu durum çok hüzün verici… Kendimiz bile kendimize emanetiz bir bakıma. Bu durumda emaneti verenin izni olmadan emanet üzerinde tasarrufta bulunmak nasıl mümkün olabilir? Bu noktada kınayanların kınaması beni hiç ilgilendirmez: Özgür değildir mümin yazar Batılı manada , peygamberin yolunu izlemekle kayıtlıdır, söz vermiş, akitleşmiştir. Nefsin tezkiyesinden uzak başıboş bir özgürlükten feragat ederek özgürleşebilir ancak. Bizim edebiyattaki drama’mız bu olabilir, hatta olmalıdır Mustafa Kutlu’ya göre. Bediüzzaman “Âlemin anahtarı insanın elinde o da nefsine takılı vaziyette” diyor. Gizli hazineleri onunla keşfeder. Yazmak bu anahtar gibi, keşfe yol açar. Oysa ‘ene’nin yani en içteki kendinin kendisi de bir tılsım, bir muamma. İnsan yazarak bunları biraz daha anlayabileceğine inanır, benim için yazmak kendi için yazmaktır öncelikle.
Yıldız Ramazanoğlu, edebiyata, siyasete, sosyal konulara karşı sorumluluk sahibi bir yazar ve bir aktivist, bu denli geniş bir alanda hakkını vererek kalem oynatmanın ve hatta sahaya inmenin altında yatan en önemli etken nedir?
Yazmak, etmek, eylemek her şey tek bir şey için: Elimizde olandan Allah için vermekle ilgili. Kendimizi ne güne saklıyoruz ki? Edebiyat öyle yüksekte bir kral ya da prenses tahtında oturarak icra edilecek bir meslek ya da hülyalı bir uğraş değil. Tozun toprağın kanın ve emeğin ta kendisi. “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı, söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz.” Yunus söylemiş sözün neye yarayacağını. Yaşadığımız dünyaya tanıklık ediyoruz, bu tanıklık seyretmek olarak düşünülemez, elle dille müdahaleyi de içermeli.
Söyleşiyi biraz daha özele çekmek ve deyim yerindeyse sizi konuşturmak istiyorum, Türk Edebiyatının 80 dönemindeki siyasi ayrışmaları malum, sizce edebiyatın ideolojisi ve ideolojiye katkısı olur mu?
Edebiyat tek bir bakış açısının demir parmaklıkları içinde icra edilemez. Tersine yerelden yola çıkarak bütün insanlığı içine alacak genişlikte başka tecrübelerle incelikle karşılaştığımız çarpıştığımız bazen uzlaştığımız bir alan olmalı. İyi, doğru ve güzelin satır aralarından yükseldiğini hissettiğimiz bir hayat yeri. Sanatın tamamı böyle. Bir yaklaşımın kabul ettirilmesine propagandasının yapılmasına yönelik çalışmalar estetik değeri daha güç yakalıyor. Mesela dinin tezahürlerini yok sayan, hiçbir şekilde olumlu manada yer vermeyen bir edebiyat kolu vardır Türkçe’de. Dünyada da özellikle Amerikan sinemasında politik kameranın nasıl işlediğini hepimiz biliyoruz. Sanatın emperyal hedeflerin emrine verilmesi zalimce. İşgalleri gerekçelendirmede, vicdanları ele geçirmede kullanılan bir dil var. Bu yolla insanların yağmalara katliamlara sıcak bakması sağlanıyor. Dinin tek bir yorumunu dayatan, insanlığı ıslah etme düşüncesiyle üstten konuşan bir dil de edebiyata çok uzak gelir bana.
Edebiyatla siyaset arasında keskin bir çizgi olması gerektiğini düşünenler var. Öte yandan buna direnen ve bütün insanlığın meselelerine sahip çıkan yazarlar. Mesela Sartre’ın 1964’te Nobel Edebiyat ödülünü reddettiğinde İsveç’teki akademiye yolladığı bir mektup var “Niçin reddediyorum” başlıklı… Gerçekten önemli bir vesika. 1998’de Jose Saramago’nun Frankfurt Kitap Fuarında konuşmasını dinleme şansım olmuştu, çok eleştirilmişti İsrail ve ABD’ye çattığı için. Sonra kitaplarına neredeyse gizli ambargo kondu. Ama 2005’te de ünlü İngiliz oyun yazarı Harold Pinter dünyanın bütün yaralarına değmişti ve ne alaka tiyatro yazarlığıyla denmişti, edebiyatın sanatın politize edilmesinden dem vurularak.
Sonuçta roman, hikâye bir eğitim ve öğrenim aracı değil. Hayatı anlatmaya çalışan metinler. Bütün disiplinlerin işin içine girdiği bir forum olarak görülebilir, özellikle de roman. Gerçi bu bulduğun her malzeme içine boca edilebilir demek değildir. İyi bir yazar önceden tasarlanmış bir biçim ve uslupla belli bir öğretiyi ideolojiyi hayat görüşünü dile getirmeye çalışmaz, romanda kendi kişilik ve düşünce alanından gelen doğruların belli bir doğallık içinde kitaba yansıması eserdeki yüceliği ortaya çıkarır. Romanın, hikâyenin sanatsal bütünlüğü estetik etkilerinden ayrı değil. Kahramanlar çoğu kez gerçek yaşamdakinden daha gerçek suretleriyle hayatımızda yer edinir. Dağınık ve karmaşık hayatın içinden belli bir seçmeyle düzenlemeyle yer alırlar ve içinde kötülüklerin yanı sıra insani yönden sıçrama yapabilen karakterlerin olması onu işlevsel de kılabilir. Bu kendiliğinden ortaya çıkan bir sonuç ise ideolojik görülemez. Beğeni sübjektif bir alan sonuçta. Fakat edebi ve estetik olan anlaşılmayacak kadar karmaşık değildir mesele, sadece kriter koymak zor ve hislerimiz bize gerçeği söyler.
Peki, Türk edebiyatının son dönemde nasıl buluyorsunuz?
Çok iyi hikâyeler ve romanlar yayınlanıyor fakat genel eğilim kişisel tecrübelerin son derece umutsuz bir hissiyatla ele alınması. Hala varoluşçu felsefe etkin edebiyatımızda ve Sartre’ın Bulantı’sına paralel yazan Demir Özlü gibi yazarların izleğini görebiliyoruz genç yazarlarda. Beyhudelik duygusu yoğun, evin bir sıkıntı ailenin bir cehennem olduğu yargıları hâkim. Nurdan Gürbilek’in dediği gibi evlenecek insanların barlarda tanışıyor, kafelerde oturuyor ve otel odalarında buluşuyor olması genel toplumsal gerçekliğimizle bağdaşmıyor. Paylaşma duygusunun olmadığı, yemek pişmeyen evler de bizim tecrübemiz, ama sadece marjinal kesimlerin hakikatine eğilmek bir eksiklik. Edebiyatımıza baktığımızda yaşam huzur üretmiyor, evsiz ve aidiyetsiziz duygusuna kapılabiliriz, bu olumsuzlukları çoğaltmak zor değil. Bir yazar “evin hiçbir biçimini sevmem ben” diyor mesela.
Buraya nasıl geldik incelikle dile getiren kitaplar da yazılmıyor değil. Bu karşı edebiyat değil, hepsi edebiyatımızın parçaları. Oğuz Atay’ın “Düşünmek için bir ev tutsam, kapıdan girip düşünme terliklerimi giysem odalar bomboş olsa hiçbirinin bir adı -yatak odası oturma odası gibi- bir tahsisi olmasa” fikrine bayılırdım eskiden, bir ütopya olarak içimde saklardım. Hala da bekliyorum bu evin bana gelmesini. Evin bizi yutmasına izin vermeli mi, özellikle kadın yazarlar için evde bir alan açmak ve yazmak mümkün mü, yoksa da Nihan Kaya’nın dediği gibi “hayat yazmamızı istemez mi” bilemiyorum ama hikâyemiz, romanımız ve şiirimiz yoksunluklar zorluklar içinde bir şekilde yazılıyor.
Sanat konusunda Ahmet Altan bir yazısında “Osmanlı’da vals gibi sanatların yokluğunu eleştirdi” daha önce Gündüz Vassaf Batılı sanata alaka göstermeyen mütedeyyin kesimi eleştirmişti. Buradan bakarsak, sanatı edebiyat olsun, sinema olsun, müzik olsun Doğu-Batı diye ayırabilir miyiz? Yahut belirli sanata alaka beklemek, bunu bir ölçme biçimi kılmak ne kadar doğru?
Her kültür ve medeniyet kendine yakışan sanatı doğurur; Batı’yı neden hat sanatı yok diye kınayabilir miyiz? British müzesinde kaligrafi bölümünü gezmiştim mesela. İnanın herkes İslam bölümündeki hat eserlerinin başında toplanmıştı, diğer güzel yazılar da estetikti elbette, ama hattın büyüsü sihri etkisi yoktu açıkçası. Son tahlilde Doğu da, Batı da Allah’ındır ve sanatı bu kadar kompartımanlar halinde düşünmek mümkün değil. İnsanlığın tek bir ortak hikâyesi, tecrübesi var ve temel hedef bu dünyadaki varoluşun hikmetine vakıf olmak; yaşadıklarını, başına gelenleri anlamlandırmak… Doğuya yeterince eğilmeyen buradaki tecrübeye derinliklere asgari düzeyde de olsa aşina olmayan Batılıların eserini olgunlaştırmada eksik kalabileceğini düşünüyorum. Bu noktada günümüz Müslümanlarını okur olarak daha ileride görüyorum doğrusu. Goethe ve Hafız yan yana okunuyor, gencecik kızlar Furuğ’dan da, Sylvia Plath’dan da haberdar. Fotoğraf çekiyor, festivallerde sayısız film izliyorlar ve dünya müziklerini biliyorlar. Önümüzdeki yıllarda bu tartışmaların manası kalmayacak çünkü önemli üretimler göreceğiz gibi geliyor bana. Alametler çok açık.
Biraz da toplumsal konulara dönmek istiyorum; Müslüman ve dindar bir kadın olarak, Türkiye şartlarında, özellikle 28 Şubat sürecinde ve sonrasında Müslüman dindar kesimin, dünyaya ve Türkiye şartlarına karşı olan tutumunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bu süreç ağır hak ihlallerinin yaşandığı bir dönem… Fakat İslam adına ortaya konan pratikler ve bizim referanslarla bağımız iyi bir sınavdan geçti. Fadime Şahin tuzağı önemli şeyleri açığa çıkardı. Yazılan gazete yazılarında sizin metresleriniz varsa bizim de ikinci eşlerimiz neden olmasın noktasına gelindi. O zaman dine aldırmayan insanların hayatında ne varsa bir şekilde dine uydurarak tekrarlama isteğinin bilinçaltlarında beklediği gerçeğiyle yüz yüze geldik. Bir işadamı “Biz Ferrari’ye binemez miyiz, saçımıza jöle süremez miyiz?” diyordu. Neden yakıştıramıyorsunuz manasında. Yaşamsal hedeflerimize bakın! Ferrariye binebiliriz elbet, ama binmeli miyiz her şeyi “Yapmalı mıyız?” sorusu duyulmuyordu o günlerde. Bizi kabul etmeyenlerle tüketim kutucuğunda eşitlenmek gibi bir eğilim güçlendi. Burjuvaziden evin pahalı eşyalarla doldurulması anlaşıldı.
Başka bir uçtan da Müslümanlar dünyanın vicdan sahibi erdemli insanlarıyla bir araya gelme tecrübesi yaşadı. Küçük hesaplara karşı dünyada adaletin yolunu izleme gibi ulvi bir deneyim. Bunun bir parçası olmak için İslam’ın yeniden okunması ve yeni sorulara ve durumlara yeni cevaplar üretilmesi meselesi… Sert tartışmalar yaşanıyor hala. Şimdilerde İslam’ın vicdanını kimi vurdumduymaz pratiklere bakıp dar ve yetersiz gören, iç dengesi liberal sol hareketler lehine bozulan gençler var. Bu İslami birikime eğilemeden başka karşılaşmalar yaşamakla alakalı. İslam öyle büyük bir derya ve içinde öyle sonsuz açılımlar var ki emek verecek, içinden adaleti kemaliyle çekip çıkaracak genç zihinler gerekli. O zaman ortak kesişim alanlarında olabiliriz ve “İslam ne verebilir?” sorusunu hiç duraksamadan cevaplandırabiliriz.
Peki, bu sürecin en ağır kayıplarını veren başörtülü kadınların dünü bugünü desem… Başörtülü kadınlar bunca baskı gördükten sonra bir değişim gösterdi mi?
Tabii ki kimseye güvenmemeyi öğrendiler. Mağdur ve yardıma muhtaç göründükleri zamanlarda hami olarak görünenler yetkin kadınlar olduklarında bunu kabullenmekte yeni durumun hakkını vermekte zorlandılar. Yurt dışına gitmek de önemli bir zenginlik kattı ve dünyaya açılan genç kadınlar İslam adına dayatılan rol biçmeleri sorgulamaya başladılar. Mesela Bosna’da bir gurup genç kızla yurtta kalıyordum, sabah erkenden bisikletleriyle orman gezisine çıktılar ki bu Türkiye’de kınanmadan ya da birilerinin hayret dolu bakışlarına muhatap olmadan gerçekleştiremeyecekleri bir şeydi. En küçük insani bir hareketin bile ne kadar baskı altında olduğunu bu ülkeden kuzeye güneye doğuyu ya da batıya doğru çıkınca görebildiler. İngiltere’ye giden bir kız “İlk kez kendimi her türlü baskıdan, gözetleyen gözden uzak sadece Allah’a hesap verir halde özgür hissettim, namazlarıma sımsıkı hürce sarıldım” demişti. Hindistan’a giden bir arkadaşım da “Kendimi ilk kez kimsenin dönüp bakmadığı ilgilenilmeyen işaret edilmeyen tanımlanmayan tam ve eksiksiz bir insan olarak bütünlüklü bir şekilde burada algıladım” diyordu. Bunlar önemli tecrübeler. Ben de en çok uçakta mutlu olurum mesela hiçbir yerde değilim sadece Allah’a aitim ve beni kimse bir alana bir küçük ideolojiye sıkıştıramaz. Hayat ölüm ve ikisi arasındaki keşiflerim vardır sadece. Algılandıkça azalıyor insan.
Olumsuz bir değişim de var elbette. Bu kadar baskıdan hatta etkin yerlerde bulunan kimi dindar erkeklerin de dışlama ve aşağılamasından sonra, bir yer edinmek uğruna mevcut çarpık sistemi tekrarlama eğilimi. İşim bunu gerektiriyor duygusu. Daha dirençli ve inançlarına uygun ortamlar yaratmada istekli ve azimli olmalı genç kadınlar. ‘Gevşemeyiniz, üzülmeyiniz Allah inananlarla beraberdir’ ayeti hepimiz için. Yaşam biçimimizi korkusuzca inşa edebilecek özgüvenimiz olmalı. Hayat namazın etrafında dönmeli mesela.
Müslüman başörtülü bir kadın örtüsü gereği tercihini ayan beyan ortaya koymuştur. Son dönem konuşulan bir konudur; “başörtülü kadınların tesettürsüzlüğü konusu” üzerine ne düşünüyorsunuz? Düne kadar Kemalist zihniyetin kendince üstten bir yorumla duruş ve yerini belirlemeye kalktığı kadınlara bugün İslami kesimden bazıları hemen hemen aynı üslupla duruş ve yer belirliyor, bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Dikkatimi çeken bir tuhaflık vardır, çarşaflı bir genç kadının yanında daracık blucinli erkekler. Ama nedense burada en çok şaşırmamız ve kınamamız gereken şey, kadının gözüne birazcık sürme çekmiş olması mesela. Değerlerin korunmasını tamamen kadına zimmetlediğimiz bir hâl var. Dindar erkekleri meslektaşlarıyla ya da toplantılardaki kadın katılımcılarla öpüşerek selamlaşırken gördüğümüzde hiç şaşırmıyoruz bile artık. Kadının tesettüre gereği gibi özen göstermediğine yeterince titizlenmediğine hayıflanırmış gibi görünen aynı erkekler, yerine göre başörtülü eşlerinden rahatsız oluyor ve mümkün mertebe onları elit (!) topluluklara katmıyorlar. İranlıların deyimiyle “iyi hicaplı” kadınlarla evlenmeyi tercih etmek kahramanca bir duruş şimdilerde… Böyle çelişkiler içinde sürüklenmeye hiç gerek yok. Tesettürün temel ilkeleri giysinin şeffaf ve dar olmaması, bakılınca mümin bir kadın olduğunuzun anlaşılması, öncelikle de gözlerin haramdan sakınılması. Bunun dışında beğeniler, renkler, kesimler, tercihler elbette farklılık gösterir, bir zamandan diğerine kişiden bir başka kişiye. Bu farkları ortadan kaldırmak insanlık dışı olurdu. Belli bir zevkin ürünü olup tesettüre de uygun bir şeyler bulmak eskiden de zordu şimdi de zor. Tasarımcıların meşruiyet alanını ihlal etmeden uygun bir şeyler tasarlama çabalarını saygı hatta minnetle karşılıyorum. Elli yaşındaki kadınla yirmi yaşındaki bir gencin aynı giyinmesi beklenebilir mi? Bunu beklerdi insanlar bir zamanlar. Tesettürde bir yozlaşma yok mu peki, elbette var. Bunun dini, sosyolojik sebeplerini analiz etmek lazım. Aynaya bakınca herkes neyin ne olduğunu görüyor. Bir kadın sokağa çıkarken mesaj yüklü, her insan böyledir. Her giysi politiktir bu yönüyle. Laik düzene, kadını küçümseyen ya da tesettürden gizlice utanan erkek bakışına kendi duruşunu gevşeterek karşılık veriyor gerilimi azaltma yoluna gidiyor giysi yoluyla bazı kadınlar. Teşhir arzusunun dizginlenememesi de var . Sosyokültürel olarak dindar değil ama muhafaza etme kutucuğunda yer alıyor bazıları da. Her halükarda başörtüsünü güzel bir mesaj olarak alırım ben, bir cesaret ve kaybetme yeri. Sonra içinin güzel dolması için dua ederim.
Bir toplumda azınlık muamelesi gören kesim ya asimile olur, dönüşür yahut iç dinamiklerine daha çok sarılır, direnç gösterir. Sizce Türkiye’deki totaliter laik kesimin, azınlık muamelesini reva gördüğü Müslüman kesim direnç mi gösterdi, dönüştü mü?
Tamamen asimile olmaktan söz edemeyiz ama gözle görülür bir eksen kayması söz konusu. Önceliklerin sıralaması değişti. Hâl diliyle ölüm rabıtası içinde olan Müslüman kesimde aslında fırsat verilse biz de harcamayı yaşamayı pekala biliyoruz düşüncesi hakim olmaya başladı. Değerlerin erozyonu. Kimi düşünce insanları da koruma adına kelimenin tam manasıyla muhafazakârlığa gömüldü, hiçbir sorgulamaya tabi tutmadan eskiden var olan her şeyi muhafaza etmemizi istiyorlar. Mesela eşi rahatsızlandığında kadın doktor arayan bir adam, bir yandan da kadınların çalışmasının, meslek edinmesinin, gündelik yaşam dışında zamanı örgütleyerek bir şeyler üretmesinin düşmanı olabiliyor. Kadınlar çalışacak sizin ailelerinize çocuklarınıza öğretmenlik, danışmanlık, doktorluk vs. yapacak, ama ilke gereği siz çalışmasına karşı olduğunuzdan, hangi koşullarda bu hizmetin size sunulduğuyla hiç ilgilenmeyeceksiniz. Bu emekçilerin yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik her çabayı fuzuli hatta zararlı ve tehlikeli göreceksiniz. Bunu anlamam mümkün değil. Bu hayata hayatiyete karşılık vermek çözüm ve cevap üretmek yerine gelişmelerin arkasından sürüklenmekten başka bir şey değil. Koyu bir nostaljiyle bugünü kavrayamayız. Annelerimizden yararlanabiliriz ama bire bir onları ne tekrarlayabiliriz ne de gereklidir bu. Onlar da bir noktada durmuyor ki. Yetmiş yaşındaki kadınlar cep telefonu kullanıyor, toplu seyahatlere çıkıyor, torunlarının facebook unu takip ediyor, politik yorumlar yapıyor ve sinemaya gidiyorlar. Mahallemizde mütedeyyin annelerimiz Semih Kaplanoğlu’nun Bal filmine gittiler, Hür Adam filmini izlediler ve Baraka için sözleştiler, Cuma dersinin ardından TV ekranı en geniş komşuda izlemek üzere. Bunlar yoktu eskiden. Ne olacak şimdi, ne diyeceğiz onlara, ayıp mı yoksa günah mı? 76 yaşındaki annem İstanbul’u kaplayan gökdelenlere karşı imza atıyor, Şili’de toprak altında kalan madencilere dua ediyor dostlarıyla. Kimileri kalkıp Sudan’a Açe’ye gittiler, yetimlerin başını okşamaya. Müslüman kadınlar kınayan, aşağılayan suçlayan, mahkûm eden, rol veren, yer biçen, Allah7ın hukukunu çiğneyen, layık görüp verdiğini geri alan dili duymak istemiyor artık. Bir kez de saygı duyun, takdir edin, yardım edin, el verin, merhamet dili olsun.
Açık konuşmak gerekirse, Türkiye’deki feminist hareket başlangıcı itibariyle Kemalist çizgide, bir hak arama gayreti yerine suni bir modernleşme ile yürümüştür. Ancak bugüne geldiğimizde resmin içeriği değişiyor, Müslüman kesimdeki kadınlar arasında düne kadar çok uzak olan bir kavram olan feminizm dillendiriliyor. Kendini feminist olarak tanımlayan, haklarını feminist bir söylemle arayan Müslüman kadınlar mevcut, siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?
“Bir zaman gelecek San’a’dan tek başına yolculuğa çıkan bir kadın, Hadramut’a kadar hiçbir saldırıya uğramadan seyahat edebilecekti” demişti sevgili Peygamberimiz, hem de daha risaletinin ilk günlerinde. O zamanın bu uzak mesafesini düşününce şimdinin bütün dünyayı güvenli kılma hedefini görebiliyoruz. Bir kadın için böyle vaatleri olan bir dinin mensubuyuz. İslam’ı kendi içimize kapanarak anlamamız mümkün değil. İnsanlığın taleplerine acılarına tartışmalarına çözüm olarak ortaya konan teorilere ve pratiklere bigâne kalamayız. Feminizm kadına yönelik ayrımcılığa, şiddette, ikinci sınıf görme eğilimlerine karşı koyma istencinden doğdu. Kadın hakları savunusu olarak tanımlasak da bu konuda farklı tanımlar çözümlemeler ve çareler ileri sürüldü. Kadınların okuma yazmasının bile gereksiz görüldüğü dönemlerden geçerek gelen bir kültüre mensupsanız, İslam’ın öngörüsünü doğruya en yakın biçimde anlamak istiyorsanız zihin açıcı her birikime eğilebilirsiniz. Adalet sahibi biri, mümin kadınlar için ‘feminist ‘ sözcüğünü avami bir üslupla suçlama dili olarak kullanmadan önce feminist birikimin nereden doğup ne ileri sürdüğüne bir göz atma ihtiyacı duyar. Düşünür dediğimiz insanların bir tek kitap bile okumadan önyargılarla hareket etmesi düşündürücü. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi şairlerimizden Sükufe Nihal feminizmi kadınların erkeklerin elinde oyuncak olmaktan kurtulması için, ilim irfan sahibi olmak için mücadele etmek olarak açıklıyordu. Ben onların feminizmine dini bütün Osmanlı kadınlarının çabalarına Fatma Aliye, Emine Semiye, özellikle de Halide Edip’e yakın bir yerdeyim.
Feminizmin Türkiye’deki gelişim seyri çok uzunca tartışmayı hak ediyor. Kemalist söylem aslında jakobenliği kadınlara da bulaştırdı, yerine göre mesela Nezihe Muhittin’i bile dışladı. Kadınları özgürleştirmekten çok bir kalıba sokma girişiminin parçası oldu feminist söylem uzun yıllar, hala da kısmen öyledir.
Dünyada kendini feminist olarak tanımlayan Müslüman kadınlara gelince bir çoğu emperyal hedeflere hizmet ediyor, İslam’ın daha kullanışlı (!) hale getirilmesi yolunda performans sergiliyorlar. Çok azı müstesna… İslamcı feminist kongreler düzenlendi mesela, ayetlerin bazılarını çıkarma girişimine bile tanık olduk.
Son dönem çokça rastladığımız İslam’ın liberal ve Marksist-Sosyalist yorumları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye bir kırılmadan geçiyor. Bu dünyadaki kırılmalara paralel bir durum. ABD ve dünya güçlerinin Irak saldırısı (2003) kurtuluş için fikirleri olan vicdan sahibi insanları yüksek alarmda harekete geçirdi. Yeni ittifaklar kuruldu. Farklı eğilimlerden barış yanlıları insani ortak paydalarda işgallere darbelere şiddete ve küresel adaletsizliğe karşı birleşmeye çalışıyor. Bu çabalar doğal olarak herkesi ötekinin hakikatine eğilmeye zorladı. Adalet için bir Marksist, bir Müslüman ve bir liberal mesela, hangi noktalardan yola çıkabiliyor ve hangi kesişim alanları kümeleri var aramızda, kalbi ama matematik de bir durum. İttifak notaları da amansız ihtilaf noktaları da tartışılıyor. İslam’ın yarattığı vicdan bu karşılaşmalarda daha da billurlaşabilir. İslam elden gidiyor endişeleri yersiz. Kimse masum değil ki. Neo liberal politikaların dünyayı getirdiği nokta ortada. Marksizm ise binbir parça ve insanlığın tümünü içine alan bir söylem geliştirebilmiş değil. İslam ise ilkesel olarak bana göre en parlak yerde. Özgüvenle ve sükûnetle her birikime açılabilir, paylaşabiliriz. Herkesten öğrenecek şeylerimiz var.
Gündeme dönecek olursak, çok acı bir sürecin, Türk-Kürt çatışmasının olduğu, maalesef işin sivil öldürmelere vardığı bir dönemden geçiyoruz… Bu şiddetin nedenleri, sonuçları ve çözümü noktasındaki görüşlerinizi paylaşır mısınız?
Hakkaniyetle ve adım adım haklar teslim edilerek mesafe kaydedilebilir. Herkes acı çekti bu ülkede I. Dünya savaşından beri. Hepimiz bir şekilde asimilasyona uğradık kimliğimizin en az bir parçasıyla ama en sert ve radikal asimilasyon Kürt kimliğine karşı gerçekleşti. Büyük Kürt ayaklanmaları bu ülkede dinin elden gitmesi kaygılarına dayanıyordu aslında. İnsanları Kürtler Müslümanlar diye kategorize etmek de vahim hata. Kürt Müslüman başörtülü kadın mesela… Hepsi birbirinden ezilesi dört aidiyet. Birçok aidiyetimiz iç içe. Kürt halkı bu ülkenin en dindar kesimi olmuş, bölgeden büyük âlimler yetişmiştir her zaman. Bu kadar zorbalığa karşı PKK’nın başlangıçta haklı bir gerekçeyle dağa çıktığını düşünüyorum. Öte yandan barışçı Kürt hareketlerini şiddetle bastırdığı, infazlar yaptıkları da bir gerçek. Fakat artık külliyen haksız durumdalar. Masada her şey konuşulurken, mesele bütün toplumun gündemindeyken, inkâr sona ermiş ve bütün insanlar barış için harekete geçmişken savaşı tırmandırmak kime yarar? Açılım politikalarını buruşturup atma yetkisini onlara kim verdi. Devletin operasyonlarını zerre kadar desteklemiyorum ama bu fırsatı vermek için sebep yoktu. Özerklik bile konuşuluyordu neticede. Artık Orhan Miroğlu’nun dediği gibi asker kanı döküp masada elini kuvvetlendirme gerekçesi de yok, çünkü sivillere kadar varan cinayetler tersine masadakileri de dağıtıyor.
Malumunuz Arap Dünyası devrimlerle ezberlerini bozuyor, diktatörlerini deviriyor, bu devrimlerdeki asıl etmen nedir, mesela “arkasında Batı var” iddiası ne kadar doğru?
Meselenin birçok yönü var ve hepsine aynı anda bakmak zorundayız. Öncelikle 20. Yüzyılın soğuk savaş döneminin totaliter rejimlerinden kurtulmak istiyor İslam dünyası uzun yıllardır. II. Dünya savaşından sonra bütün Orta Doğuya Baasçı zalim ve acımasız liderler hakim oldu. Muhalifler çok büyük acılar çekti. Her şeyi ABD ve Avrupa yapıyor söylemi kendimize ve Arap halklarına haksızlık olduğu gibi bir özgüvensizliğin de tezahürü. Bir seferinde Müslüman kadınlarla ilgili kör noktalarımızdan söz eden bir konuşma yapmış, mevcut durumun sebeplerine inmeye çalışmıştım, bir kanaat önderi bana doğrudan “bizi” İngilizlerin konuşturduğunu söylemişti. Mümin bir kadının içinde yaşadığı toplumu, dünyayı, kadın meselesini, gündelik yaşamdaki sorunları kendi referanslarından yola çıkarak sorgulayabileceğine inanmıyor adam, biri bizi telkinle konuşturmadıkça konuşamayız fikir üretemeyiz önyargısı var.
Öte yandan halkların bu hareketi karşısında elbette emperyal ülkeler müdahil olmak pay çıkarmak kontrol etmek, nemalanmak ve rol vermek isteyecek, bu çok normal. Şimdi Tahrir’de müdahil olmak isteseler de can dostları Mübarek’in devrilmesini engelleyemeyecekleri belli olunca karşısında konumlandılar, gözlerini kırpmadan harcadılar otuz yıllık tiranlarını. Herkes bir mevzi kazanma peşinde ama biz doğru bildiğimiz yolda ilerlemeliyiz, her şeyi ABD ve Avrupa yapıyor düşüncesine yakın değilim. Tunus’taki seçim sonuçlarını da mı Batı sağladı? Hiç istemedikleri sonuçlar. Mesele var olan gelişmeleri Müslümanların lehine çevirme mücadelesi olmalı. Şimdi İran hedefte. Kürtlerle Türkler elbirliği yapabilselerdi ve Beşar Esad, bin Ali gibi çekilip gitseydi, seçime gidilseydi asla cesaret edemezlerdi saldırganlığı telaffuz etmeye.
Türkiye’nin Arap Devrimlerinde etkili olduğu, kısmen rol model olduğu dahi konuşuluyor, Başbakan Tunus, Mısır gibi ülkelerde bir kahraman gibi karşılanıyor, sizce bunun nedeni nedir?
Garip gelecek ama “One minute” in yarattığı etki çok büyük oldu bence. Bunu destekleyen politikalar, halkalara sahip çıkma, Batıyı da etkileyip, dışlamadan ahlaki bir çizgiye çekme çabaları ve gayretleri saygı uyandırıyor. Marmara Gemisi de kalbi duygularımızın reel politik insafsızlığının tersine hareketlere yol açabileceğini gösterdi. Ak Partinin seçim zaferi de büyüledi. Hükümetin İslami iddiası yok denilse de İslami referanslardan kültürel olarak zihinsel olarak sürekli beslendikleri çok açık. Aslında laiklik önerisi kuşku yarattı ve bu yöndeki mesajların sempatiyi kıracağını düşünüyorum. Bu Batılıların sözcüsü olmak ve Büyük Orta Doğu Projesinin taşıyıcısı olmak gibi kuşkuları doğurmuş olabilir. Yazın Kâbe’de Mısırlı bir diş doktoru hanımla karşılaşmıştım ve Türk olduğumu öğrenince gözleri doldu, Tayyip beye selam yolladı ama iletmem mümkün olmadı. Böyle de bir sempati var. Filistin bir metafor ve sembol aslında. Davos’taki müdahale ezilen dışlanan herkesin hakkına sahip çıkmaktı, Filistin’le sınırlı değildi. Tarihi bir andı dünya için. Ekran başında milyonlarca insan ağladı eminim.
Bir yazar olmak yanı sıra eş, anne ve hatta anneannesiniz, yazar Yıldız Ramazanoğlu ile bir başka rol olan anne, eş sıfatları arasında fark görüyor musunuz? Bir kadının işi ve aile hayatı arasındaki rol değişimleri, bir zenginlik midir yoksa sekte mi?
Yaşamın çeşitli halleri yansımaları tecrübeleri var. Her birisi tekâmülümüzün, imtihanımızın bir parçası… “Müminin kalbi güvercine benzer günde yedi kere hal değiştirir” diyor Peygamberimiz. Yaşamda da birçok hallere giriyoruz. Sahnede oynadığımız roller var, yazgı manasında. Aile dediğimiz canımızdan birer parça olan insanları içine alır. Gel gelelim onların hakkı çiğnenmeden küçük ihlaller olmadan bir şey üretmek mümkün değildir. Bu erkekler için de böyle. Kabul edilebilir makul sınırlar içinde kalabilirseniz ne âlâ, üretmek ahenk ve denge zenginlik ve manevi genişleme şeklinde tezahür eder, sırat köprüsü üzerinde iş görüyoruz açıkçası. Böyle soruları çocuklarımıza sormalı aslında. Bu dünyaya gelen herkes azami derecede Allah’ın vahiyden muradını anlamak, kemalâtını geliştirmek için çabalayacak. Herkesin bir misyonu var onu bulup gereğini yapacak. Bu konuda Kur’an cinsiyete bakmaz herkes yükümlü.
Yeni yeni yazmaya başlamış genç arkadaşlarımıza bu meşgaleye uzun mesailer harcamış bir kalem olarak önerilerinizi rica etsek…
Fransızlar “l’appetit vient en mangeant” (İştah yerken gelir) derler. Onun gibi yazmada ilham beklenmez. Disiplinli bir çalışma azim sebat işçilik ve emek esastır. İlham çalışırken gelir ve yaşamın sırları bir ucundan görünür. Önümüze yayınlama adını duyurma bir yere gelme gibi hedefler koymamalıyız. Yazma esnasında öğrendiklerimiz parıldayan düşünceler, aydınlanan kör noktalar, aşınan törpülenen nefsaniyetimiz ihsan olarak bize yeter. Ötekiler işin doğası gereği olur zamanla, olsa da hoş olmasa da diye bakmak, dünyevi yoksunluklara göğüs germek gerek.
Değerli vaktiniz ayırdığınız için, görüşlerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ederiz…
Ben çok teşekkür ederim sabrınız için.
… Bu sohbeti sevdiyseniz…
- Erzurum’da kardeşlik ve arkadaşlık kavi (Yıldız Ramazanoğlu)
- Kenan Çamurcu ile İslam ve Modernizm Üzerine (Cemile Bayraktar)
- Derin Düşünce ile Yeni Bir Röportaj (Abdullah Yalnız)
- Müslüman devlet olur mu ? (Ümit Aktaş ile dobra dobra)
- Erik ile röportaj (O. Tan Haskol)
- İlber Ortaylı ile sohbet (O. Tan Haskol)
- Cem Toker ile söyleşi (Mehmet Yılmaz)
… Komşu mevzularda kitap okumak için …
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:deniz yalım Tarih: Şub 21, 2013 | Reply
yıldız ablayı çok severek ve beğenerek
takip ediyorum çok başarılı bir yazar
kitaplarını bulmaya çalışıcam ve alıcam.
sevgiler abla.