Avrupa Muz Cumhuriyeti’nde darbe mevsimi…
By Mehmet Yılmaz on Kas 21, 2011 in Ekonomi, Kapitalizm, Kriz Çıkarma Özgürlüğü, Liberal Totalitarizm, Liberalizm, liberalizmin kusurlari
İtalya’da bir darbe oldu… Piyasa Darbesi… Askerî darbelerden sonra siyaset sözlüğüne eklenecek yeni bir terim bu, ağzımızı alıştıralım: “Piyasa darbesi”. Sermayenin asimetrik birikimi ulus-devlet kanalıyla adalete bile hükmedecek noktaya vardı. İş adamlarına, bankacılarına söz geçiremeyen batı toplumları tıpkı 1980’lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye gibi.
Evet… Silvio Berlusconi hükümeti bir darbe ile devrildi. Bu devrilme İtalyan halkının arzusuyla, demokratik yolla olmadı. Bütün yolsuzluklara rağmen İtalyan savcıları ve hakimleri de Silvio Berlusconi’yi yerinden oynatamadı. Piyasalar yaptı bu darbeyi. Hem de bir kaç günde. İrlanda, Portekiz, Yunanistan derken dış borç baskısıyla EGEMENLİĞİNİ KAYBEDEN ülkelerin sayısı artıyor. Devletler ulusal egemenliklerini para piyasalarına transfer ediyorlar. Avrupalı aydınların öncelikli endişesi ekonomi gazetelerinin manşetlerinde: Piyasa’nın silindiri hangi demokrasiyi ezecek bundan sonra? Madrid? Paris?
Türkiye’de darbe “işi” silahlı kuvvetlerin tekelindedir. Kendi ülkesini defalarca işgal etmiştir bizim(?) Türk ordusu. (Bkz. Kendi ülkesini işgal eden ordu) Başbakan astığı bile görülmüştür. Sivil otoriteye baş kaldıran ordular böyledir. Mafyalaşır. Devletin memurlarını, araç ve binalarını kullanır… Düşmana değil, halka karşı!
Avrupa askeri darbe devrini kapatalı çok oluyor. Ancak görünen o ki darbe tehdidi sadece silahlı kuvvetlerden gelmiyor. Askerlikle ilgisi olmayan meslek erbabı da çete kurabiliyor. Bu çeteler güçlendikçe demokrasinin ve adaletin üzerinde bir güç olarak çıkıyorlar karşımıza.
Ne batıda ne de Türkiye’de aydınlar bu piyasa darbesini öngöremediler. Neden böyle oldu? Sanırım “normal” ekonomi ile “anormal” ekonomi arasındaki fark gözden kaçtı. Yani para, iş adamı, fabrika, banka, borsa… Bütün bunları “sömürü / düşman / kötü / kaka / günah” ilân etmiş bir grup çeyrek aydın var. Yobaz İslâmcılar var aralarında, çok sayıda yobaz solcu da var. Düşün(e)miyorlar. SADECE karşı duruyorlar, senelerdir alternatif bulamadılar ama “Kapitalizm istemezüük” diyorlar. Bir de yobaz liberaller var. Bunlar da tam tersi, ruhanî liderleri Hayek’in buyurduğu gibi ekonomik aktörleri siyasetin ve Hukuk’un üstünde görüyorlar.
Avrupa’da demokrasi bitiyor mu?
Aslında insanların çalışıp üretmesi, alıp satmasında bir sorun yok. Daha doğrusu “normal” ekonomik faaliyette vicdanları rahatsız edecek bir şey yok. Kötü ya da kötülük bizim para ile kurduğumuz ilişkide: Bencillik, gösteriş, lüks merakı, israf… (Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı) “Normal” ekonomide kriz üretecek bir faktör de yok. Piyasa yoluyla meşhur arz-talep birbirini dengeliyor. “Anormallik” ise ekonomik faaliyetlerin Hukuk çerçevesi dışına çıkmasından kaynaklanıyor. Fikrî çerçeveyi bu şekilde koyduktan sonra Avrupa’da yaşanmakta olan durum ve Türkiye’nin geleceği konusunda iki meşru bir soru var sorulması gereken:
- Avrupa’da “hukuk devleti” dediğimiz demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadı?
- Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de bir gün Piyasa Darbesi ile hükümet devrilebilir mi?
Avrupa’nın içine düştüğü rezaleti hazırlayan olaylar zincirini çözmek gerek. Biz de bu noktaya nereden gelindiğini anlamak için dikiz aynasından geriye bakalım: Sürekli bir değişim içinde olan zengin Batı’nın değişMEZlerine, son bir kaç on yılın sabitlerine odaklandığımızda manzara nasıl? 1970’li yıllardan itibaren zengin ülkelerin bir küreselleşme-liberalleşme sürecine girdiğini, 1980’lerde ise bu sürecin hızlandığını görüyoruz. Yani bir yandan küresel bir entegrasyon var: Üretim, teknoloji, ticaret, sermaye hareketlerinin menzili ulusal sınırları aşıyor. Diğer yandan bu güçlerin ulusal olMAyan ellerde birikmesi ulus-devletlerin üzerine bir baskı kuruyor. Giderek gücünü ve meşruluğunu yitiren ulus-devletler şirketleri kontrol edemez hale geliyor. Tersine şirketler ve bankalar ulus-devletlere kendi koşullarını dayatmaya başlıyor.
Son 30 yılda teknolojinin ve uluslararası ticaretin aldığı yola bakarsak iş dünyası ile ulus-devletler arasındaki çekişmeyi kaçınılmaz olduğunu da görürüz. Hatta devletin “altındaki” ekonomik aktörlerin üste geçmesi, devleti “altına alması” dahi belki 1970’lerde öngörülebilirdi. Çünkü yıllık cirosu yüz milyar doları aşan firmalar ile GSMH’sı on milyar dolar civarı olan devletler aynı pistte dans ediyorlar. Vergi politikaları, çevre koruma, sosyal güvenlik gibi alanlarda ulus-devlet ile sermaye ister istemez çekişiyor. Böyle bir şemada şişmanlar zayıfların ayağına basacaktı, bu kaçınılmaz. Peki somut olarak ne oldu, bugün oluyor?
Ana süreçte dikkat çeken ilk nokta mal, hizmet, emek ve sermayenin SERBESTÇE dolaşması. Uluslararası anlaşmalar, Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası… Hep bu serbestliği dava edinmişler. Kredi verdikleri ülkelerin siyasetine “liberal” bir yön vermeye çalışmışlar. 1980’lerden itibaren Washington’da Ronald Reagan, Londra’da Margaret Thatcher gibi liderler ulus-devlet cephesinde bu serbestliği bir devlet politikası haline getiriyorlar, bir ulus-devlet politikası! (Evet, ABD bir ulus-devlettir, bkz. Amerika Tedavi Edilebilir mi?)
Günlük hayatta bu serbestlik neye tekabül ediyor? Meselâ gümrük duvarlarının alçalması, çalışma hayatını düzenleyen kanunların yumuşatılması, vs. Ticareti ve rekabeti daha “akıcı” hale getirmesi beklenen bu önlemlerin herkes için olumlu neticeler vermesi bekleniyor: Toplam zenginliğin artması, Zenginliğin fakir ülkelerle paylaşılması, eşitsizliklerin, açlığın, savaşın gerilemesi… Gerçekten de bir ülkede bütün maddî gücün devlette toplanması yerine halka dağılması da fena bir şey değildi. Bu yönüyle ticaret ve yatırım serbestliği demokrasiye katkıda bulunabilirdi. (Bkz. Liberalizmin Ak Kitabı)
Ne var ki liberallerin bu toz pembe düşü gerçekleşmedi. Toplam zenginlik arttı ama halka yayılmadı. Tersine zengin ulusların serveti bir kaç finans kuruluşunda birikti. Liberalizmin yükselişine katkıda bulunan endüstri bile bazı “uzmanlaşmış” finans kuruluşları tarafından ele geçirildi. Üretim, yüksek teknoloji ve istihdam kapasitesiyle öne çıkan köklü kuruluşlar borsada “yutuldu”, ufak parçalara bölünüp satıldı. Bu bankamsı yapılar bugün öyle güçlendiler ki Avrupa’da beğenmedikleri hükümetleri devirmeye başladılar.
Treni raydan kim çıkardı?
Dikiz aynamızdan geriye baktığımızda bu “raydan çıkma” noktası çok net görünebiliyor. Ticaretin serbest olmasını istemek ile bu serbestliği bir ideoloji haline getirmek arasında fark var. Bir “ideoloji” derken aklın ve vicdanın yerine konan, neredeyse refleksleşen tepkileri kasdediyorum. Bu haliyle liberalizm diğer ideolojilere yaklaşıyor: Faşizm, Komünizm, İslamizm… İnsan toplulukları “bir ideolojim var, artık düşünmeme gerek yok” dedikleri andan itibaren felaketin kapısını açmış oluyorlar. (Daha önce Arendt ve Tocqueville‘in bu yöndeki tezlerinden çok bahsettik) Ne yazık ki tarihçiler ve siyasetçiler genellikle farklı ideolojiler arasında tercih yapma gayretindeler. Oysa gerçek tercih ideoloji ile akıl arasında. Yoksa giyilen deli gömleği ha kırmızı olmuş ha yeşil ne fark eder? Neyse. Konumuza dönelim.
“Raydan çıkma” sürecinin kilometre taşlarından bahsedecek olursak birbiriyle alakasız gibi görünen doğal(!) felaketlere rastlıyoruz.:
1° 1980’lerin sonunda Amerikan emekli sandıklarının iflası,
2° 1995’te Barings Bank’ın batışı,
3° Enerji sektöründe bir dev iken finansal ürünler pazarlamaya başlayan Enron’un 2001’deki çöküşü,
4° 2007-2008’de başlayan yüksek riskli emlâk kredilerinde başlayan krizin önce ABD emlâk sektörünü, sonra borsaları vurması, ardından likidite krizine dönüşerek bankaları batırması, ABD’den dünyaya, finans sektöründen dış ticarete sirayet etmesi,
5° Yunanistan, İrlanda, İzlanda, Portekiz, İspanya ve İtalya’da dış borç krizlerinin ardından meydana gelen Piyasa darbeleri.
Hiç de doğal olMAyan bu felaketleri birbirine bağlayan ortak noktalar var aslında ama nedense batılı ekonomistler bundan pek bahsetmiyor:
- a) Felaketi başlatanların cezalandırılMAması,
- b) Felaketin sonuçlarına katlananların finanstan uzak oluşu,
- c) Felaketi başlatanların krizden daha da güçlenerek ve zenginleşerek çıkması,
- d) Endüstriyel firmalara, bankalara ve ülkelere kredi notu veren finansal kuruluşların (kendi elleriyle ürettikleri) spekülatif dalgalardan astronomik kârlar elde etmesi…
Ekonomi hukukun üstünde midir?
Türkiye uzun süre militarizmden muzdarib idi. Hem devlet kurumları hem de halk Türk Silahlı Kuvvetlerinin eleştirilmesinden rahatsız olurdu. Ordu kutsaldı, “peygamber ocağı” idi. Askerlik yapmayana kız verilmezdi, vs. Hukukun, eleştirinin, hesap vermenin üstüne çıkardığımız ordumuz ne yazık ki bir darbe makinesi haline geldi. Üstelik aslî görevi olan “vatan toprağını muhafaza” gücünü de yitirdi bu süreçte. Gerek dünya tarihi gerekse Türkiye’nin geçmişine baktığımızda hep aynı gerçeği görüyoruz: Eleştirinin, Hukuk’un üstüne çıkarılan kişi ve kurumlar yozlaşıyor. Kendilerini besleyen halkı tehdit ediyorlar. (1)
Evet… Dünyamız 1980’lerden itibaren liberal rüzgârlara maruz kaldı. Özünde çok farklı şeyleri savunan insanlar “özgürlük” umuduyla bir bayrak altında toplanmak istediler. Meselâ kendisine “liberal” diyen kimi aydınlar ulus-devletlerin ve totaliter rejimlerin tektipleştirici baskısına karşı durdular. Bireyi, bireysel hakları savundular. İkinci bir grup ekonomik faaliyetler üzerinde devlet baskısından yakındı. Ekonominin siyasete alet edilMEmesi için çaba harcadı.
Kanaatimce bütün bunlar meşru taleplerdi. Ancak siyasî istismar ile Hukuk’un meşru sınırları arasındaki farkı net göremedi aydınlar. Bolluk toplumu, tüketim toplumu, israf toplumu ve bencillik toplumu haline gelen zengin Batı yeni bir canavar oluşturdu: Liberal totalitarizm. Artan zenginlik sıradan insanlara dağılmıyor, bir kaç elde toplanıyor. “Sermaye ve spekülasyon tekeli” diyebileceğimiz bu azınlık elde ettiği pozisyonu korumak için ulus-devletleri, basını, düşünce kuruluşlarını ve sivil toplumu enstrümanlaştırdı.
Sermayenin asimetrik birikimi ulus-devlet kanalıyla adalete bile hükmedecek noktaya vardı. İş adamlarına, bankacılarına söz geçiremeyen batı toplumları tıpkı 1980’lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye gibi.
Bundan sonra ne olabilir?
Kısa vadede iki eksen üzerinde olumsuz değişimler göreceğiz sanırım:
1° Ülkelerin kredi notuyla ifade bulan Piyasa’yı sevindirmek için ulus-devletler büyük manevralar yaptılar 20-30 yıldır, daha da yapacaklar. Emeklilerin, işçilerin haklarını koruyan kanunlar “hafifletiliyor” meselâ. Farklı devletlerin Kanun / Hukuk / Adalet anlayışı birer ürün gibi rekabet halinde. Doğanın korunması, gıda güvenliği, ilaç firmalarının denetimi bu rekabete feda edildi, gerisi gelecek gibi görünüyor.
2° Rant üzerindeki vergilerin azaltılması da gözden kaçMAmalı. Piyasa darbesi yapılan ülkelerde kimi zaman polis şiddetiyle dayatılan bir politika bu. Uluslararası rekabet adına ulus-devlet bu oyunun bir aktörü. Ulus-devletlerin gelir kaybı halka götürülen hizmete yansıyor: Eğitim, sağlık, güvenlik… En kolay feda edilenler uzun vadeli “kamu yatırımları” olacak: Bilimsel araştırma, eğitim bursları, altyapı. Son haftalarda Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’nin AAA notunu muhafaza için attığı taklalar bile “kimin kimi yönettiği” konusuna yeterince ışık tutuyor.
Sonuç
Jean-Claude Trichet’nin arkasından Avrupa Merkez bankası genel müdürlüğüne getirilen Mario Draghi avronun da yeni patronu oldu. Aynı Mario Draghi Yunanistan’ın avro bölgesine girişi esnasında hesaplarla ve makro göstergelerle oynayan Goldman Sachs firmasında Avrupa’dan sorumlu eş başkan idi. Draghi ve ekibi zamanında alarm ziline bassaydı Avrupa Birliği bugünkü duruma düşmeyecekti. Neden AB kriz üreten bir insana hesap sormak yerine daha büyük sorumluluk vererek avroyu emanet etti?
1980’lerde küreselleşme-liberalleşme olarak algılanan bir süreç yaşadık. Teknolojinin mümkün kıldığı bir serbestleşme teorik olarak ulus-devletin kontrolündeydi. Bugün ise tam bir “raydan çıkma” yaşıyoruz. Sermaye birikimi öyle büyük seviyelere ulaştı ki önce ulusal endüstrilere hükmeden finansal kuruluşlara tanık olduk. Kendisi değer üretmeyen, korku ve umudu nakit paraya çeviren bir “finans uzmanı üstün ırk” türedi. Kendi düşünce kuruluşlarıyla akademilere, “uzmanlarıyla” hükümetlere sızdılar. Gelecek onyıllar karşı devrimin organize olacağı yıllar olabilir. Ama batılıların meydanlarda toplanmakla, polisle çatışmakla yol alabileceklerini sanmıyorum.
Dipnotlar
1° Din adamları ve dinî kurumlar da bu şemanın içinde. Ortaçağ Avrupa’sında Tanrı’nın temsilcisi, hata yapmaz vs ilân edilen papaların Vatikan’ı bir geneleve çevirmeleri sanırım örnek olarak yeter.
… Biraz okumak için…
Liberalizm Demokrasiyi Susturunca
Halkın iradesi liberalizm ile çatışırsa ne olur? 2008′de başlayan ekonomik kriz sürmekte. Eğitim, sağlık ve güvenlik hizmetlerine ayrılan bütçeler kırpılırken batan bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca dolar harcanıyor. Alın terinin finans kurumlarına peşkeş çekilmesini istemeyenler protesto ediyor. Ama batılı devletler polis copuyla finans sektörünü savunmaktalar. Ne oldu? Bütün nüfusun binde birini bile temsil etmeyen bankacıların çıkarları geri kalan %99.99′un önüne nasıl geçti? Alıp satma, üretip tüketme özgürlüğü nasıl oldu da halkı finans sektörünün kölesi yaptı? Mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı uğruna halkın iradesi çiğnenebilir mi? Okuyacağınız kitap demokrasi ile liberalizmin savaşı üzerinedir. Buradan indirebilirsiniz.
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
7 Trackback(s)