Doğmak isteyen Kürt siyasetini boğmak…
By İbrahim Becer on Kas 30, 2011 in BDP, KCK, Kürtler, PKK, şiddet, Ulusalcılık
Hasan Cemal 29 Kasım tarihli köşesini Sırrı Sakık’tan gelen mektuba ayırmış. Sırrı Bey kısaca, şu anda kendilerine yapılan baskıyla 28 Şubat döneminde Başbakan’ın nezdinde İslamcılara yapılanlar arasında paralellik kurarak, lahana turşusu ve perhiz arasındaki ironiyi sorguluyor.
Ben BDP ve onun mümessillerinin bu tarz çıkışlarına şahit olduğumda aklıma iki şey geliyor. Birincisi ve en insaflısı Sırrı Bey’in şahsında BDP’nin, dünyadan bihaber, muhtemelen cahil ve aynı zamanda yaşı o günlere yetmediği için hiçbir şeyi bilmeyen genç bir kitleye siyaset yaptığı, ikincisi ve en can yakıcısı da muhataplarının zekâlarını böylesi aşağılamaktan garip bir haz aldıkları inancı.
BDP’nin en büyük sorunu , büyüklüğüyle Quasimodo’ya rahmet okutacak bir PKK kamburunu daha ne kadar sırtında taşıyacağını bilmemesi ve ona kötü sıfatlardan münezzeh bir yer açma gayretkeşliğinin ciddiye alınmaması. 28 Şubat ve KCK tutuklamaları arasında paralellik arama gayretkeşliği de böylesine bir beyhude çabanın izdüşümüdür o kadar. Bırakın bu konuda taraflar arasında bir kıyaslama yapmayı, sadece dönemin iki mağdurundan Tayyip Erdoğan ve İskender Pala’nın sergüzeştine denk bir macerayı karşı tarafta bulmanız zannımca imkânsızdır. Hadi İskender Pala asker kökenli diyelim, ya Tayyip Erdoğan için ne diyebiliriz. Geçtim muarızlarına karşı silahlı bir direnişi taltif etme, teşvik etme gayretini, çakıyı dahi üzerinde Peygamber sünneti olması hasebiyle taşıyan bir adamın dört satır şiir okuduğu için hapse tıkıldığı bir sürecin adıdır 28 Şubat. KCK tutuklu ve yakınları şundan emin olsunlar ki en ufak bir ışık olsaydı şayet “Habur rezaleti” de dahil olmak üzere bu Halk bunu da sineye çekmeye hazırdı.
Fakat Kürt Siyaseti öyle bir hal aldı ki bu ülkede, dünyanın en kutsi davası uğruna da yola çıksa bir müddet sonra şiddete çark ediyor. Amin Maalouf’un “Araplar’ın gözünden Haçlı Seferleri” kitabının öznesi gibi bir anlamda. Kimisi kutsal saiklerle, kimisi zulme uğramış Hristiyanları Müslümanların elinden kurtarma arzusuyla Avrupa’nın değişik şehirlerinden yola çıkan Haçlıların Kudüs’e vardıklarında nasıl gırtlaklarına kadar şiddete gark olduklarının öyküsüdür bahse konu kitap.
Sırrı Bey sadece bu sebepten ötürü, içerik farkından ziyade şekil farkına öncelik verecek bir paralelliğin peşindeyse bilsin ki kendilerine kimlik olarak sadece “İslam” kelimesini alanların şiddet tarağında bezi olmamıştır. Türkiye’de İslamcıların macerası, gerek Tayyip Erdoğan’ın nezdinde, gerek Fettullah Gülen’in nezdinde olsun büyük oranda bir ideoloğun takibi ve örgütlemesi marifetiyle olmuştur. Tayyip Erdoğan’ın kodlarını çözmek için Necip Fazıl’ın ideologya örgüsünü, Sakarya’yı, Zindandan Mehmet’e mektubu okuduğunuz zaman “nasıl bir ülke” tasavvuru içinde olduğunu tahmin edebiliyorsunuz. Henüz on’lu yaşlarıma tekabül etse de, okuduğum kadarıyla Said Nursi’nin de savaş tamtamlarını çaldığını hatırlamıyorum.
Yani güzel kardeşim, iş geliyor Farabi’nin dediğine dayanıyor. “Önce doğruyu bilmek gerekir; doğru bilinirse yanlış da bilinir. Ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşmak zorlaşır”. 28 Şubat hakkında bilgi edinmek için çok uzağa gitmeye de gerek yoktu. İskender Pala’nın o netameli yılları anlattığı kitabı “İki Darbe Arasında” adlı eseri okumak yeter de artardı bile. Eşinin başörtüsü yüzünden Askeri Gazinodan çıkarılışını, Askeri Okullara giriş mülakatında sorulan “bir elinde Kur’an, diğerinde nutuk, denize düşsen ve tek elle yüzmek zorunda kalsan hangisini atarsın” gibi dâhiyane soruları, Arapçayla Osmanlıcayı ayıramadığı için Yazar’ı üstlerine “mesai saatinde Kuran okumak” suçuyla jurnalleyenleri tanıyarak o devri biraz olsun anlayabilirdiniz.
Peki , Jitem’in ortalığı kasıp kavurduğu o yıllarla günümüz arasında hiç mi fark yok. Ya da şöyle bir soru soralım; bugün sıradan gelen ve dikkat çekmeyen “federasyon, ana dilde eğitim, kendi kaderini tayin hakkı” gibi cümleleri kurduğunuzda o yıllarda neler olurdu düşünebiliyor musunuz? İki dönem arasındaki fark gece ve gündüz gibi olmasına rağmen ve azıcık iki döneme şahitlik eden bir insanın bu farkı bilmesine rağmen bir Milletvekilinin böyle komik tezler sürmesi sizce de garip değil mi?
Oysa ki binlercesinin içinden cımbızla çekip çıkardığımız bu iki örnek sabrettiler, azmettiler ve bugün memleketin en güzide makamlarını kendilerine taht ettiler. Sadece bu iki örnek değil, dönemin mağduru olan koskoca bir kitlenin şiddete bulaştığını, haklılığını dillendirebilmek adına silahlı bir örgüte sırtını dayadığını, yol ortasında polisi tokatladığını gören de duyan da olmamıştır. Sırrı Bey’in bahsettiği iki olay arasında içerik farkı olmasının yanında, koskocaman bir şekil farkı da vardır. O kitle sabrıyla, “battığını gördüğü şeyin doğmasını beklerken”, bugünkü muadili “doğmak isteyeni boğmakla” meşgul.
BDP geçtiğimiz birkaç yılda güllük gülistanlık bir iklimi fırtınaya dönüştürmeyi başarabilmiş bir siyasi organizasyondur. Askeri vesayetin kalkması başta olmak üzere, ülkedeki iyi gidişata hiçbir faydaları olmadığı gibi ayak bağı olmuşlardır. Gelinen nokta yeterlidir veya değildir ama bu noktada çakılı tek bir çivilerinin olmadığını aklı başında herkes bildiği için artık muhatap alınmıyorlar.
Patavatsız tehditlerin de, kimseyi ilgilendirmeyen böbürlenmelerin de alıcısının olmadığı bir pazarda saçma sapan paralellik kurma çalışmalarının ömrü en fazla bir gündür. Yarın güneş doğar ve yepyeni bir dünya kurulur.
Ve dahi benim gibi sıradan bir insana sufle edildiği gibi, Sırrı Sakık gibi bir vekilin de kulağına fısıldanır: “Dün, dünle gitti cancağızım; şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”
… Konu ile ilgili kitap okumak için…
Asimilasyon ile Şiddet Kıskacında Ulusalcı Kürtler
Süleyman Nazif (1870-1927) Batarya ile Ateş adlı kitabında şöyle diyordu:
“Benim dinim kinimdir… Irkına, vatanına, tarihine ihanet etmiş olan insanların ve milletlerin hiçbirini unutma Türkoğlu! Unutma ve affetme!”
Büyük travmalar, katliamlar ve yok edilme korkusu yaşayan toplumlar geçmişten ders çıkarırken affetmek ile acıları unutmak arasında fark göremiyorlar. (Bkz. PKK’lıları affetmek)
Etnik kökenimiz benliğimizin bir parçası, rengarenk insanlığımızın gerçek bir rengi. Ancak bu renk üzerinden yapılan bir baskı, bu renk “yüzünden” çekilen büyük bir acı sonucu diğer bütün renkler silinebiliyor. Bir başka deyişle IZDIRAPLAR ÜZERİNE YAPAY BİR KİMLİK İNŞA EDİLİYOR. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu belki de. Sadece Türk ya da sadece Kürt olmaya mahkûm edilen insanlar giderek insanlıklarını perdeliyorlar. Böylesi halklar ırkçılığa, her türlü şiddet çağrısına kucak açıyorlar. Zira duydukları kin ve nefret onları bıçak gibi bilerken bir yandan da tektipleşiyor, şeyleşiyor.
Bu korkunç dönüşümü Yahudilerde ve Avrupalı Ermenilerde görmek mümkün. Balkanlarda, Kafkaslarda Türk ya da Çerkes olma “suçundan” dolayı bizden önceki kuşaklar da bu şekilde eziyet gördüler. Ölenler bir kez ölürken hayatta kalanlar aşağılanma duygusuyla hergün öldü. Peki ya Kürtler?
“…PKK destekçisi Kürtler adeta hızla koşan bir adamın bir cam panele çarpıp yere yığılma duygusunu tekrar tekrar yaşayacaklar. Camın öbür tarafını görecekler ve camın öbür tarafında akan hayatı gözlemleyebilecekler, belki bedenen o hayatın içinde olacaklar ama ruhen hiçbir zaman o camın öbür tarafına geçemeyecekler. Hiçbir zaman kendilerini camın öbür tarafına akan hayatın parçası hissedemeyecekler…”
Böyle diyordu Emre Uslu. Haklıydı. Sadece Kürt olmak istedikçe Kürtlüğünü kaybeden bir kuşak yetişiyor. Tıpkı Türk ulusalcıları gibi geçmişten, gelecekten hatta kendi gölgesinden bile korkan bu insanlar şiddet için şiddet isteyen örgütlerin, partilerin elinde istenen her şekli almaya hazırlar.
Kürt aydınları kadar Türk aydınlarına da büyük iş düşüyor. İnsan olmadan “Türk” ya da “Kürt” olmanın imkânsızlığını halklarına anlatmak. Okuyacağınız bu kitap aydınların dikkatini tam da bu noktaya çekmek için hazırlandı: Asimilasyon ile şiddet kıskacı içindeki Kürt halkına… Buradan indirebilirsiniz.
3 Yorum
Yazan:MY Tarih: Kas 30, 2011 | Reply
İbrahim Bey çok önemli bir noktaya isaret eden yazinizi severek okudum. KCK süreci olsun, Ergenekon olsun bazi mesru itirazlar geldi, geliyor: Tutukluluk süresi, tutuklanma sebebinin açik ve net biçimde bildirilMEmesi, özel hayata saygi… Ancak gözden kaçan(?) bir gerçek var; Adalet hiç bir zaman devletin problemi olmadi ki bu ülkede. Bunlar oldum olasi TR’nin sorunuydu. Sapka kanununa muhalefetten asilan Salci baci, Dersim’deki idamlar, istiklal mahkemeleri taa 28 subat ve bugün KCK tutuklamalari… Tabi hepsinin suçluluk(!) dereceleri farkli, olaylar ve dönemler farkli. Ama zanli ve suçlularin haklarinin da savunulmasi lazim, ideal bir sistemde böyle olmali. (Simdilik herkes “kendi yandasini” savunuyor.)
Ama bunun için adam gibi bir anayasa, adam gibi ceza yasasi lazim. Yazinizda söylediginiz gibi bunlara destek olmak yerine sürekli baltalayan bir ekip PKK/KCK/BDP ekibi. Sadece TBMM’yi boykot etmeleri bile yeterli bir “samimiyet” göstergesiydi. Simdi ayni ekip adaletin aksamasindan yakiniyor. Hem TR’de adaletin tesisine engel ol, anayasa sürecine çomak sok, hem de “adalet yok” diye agla. CHP için de benzeri seyler söylenebilir tabi, silivri’dekiler için.
Böyle aptalca muhalefet(!) yapa yapa AKP’yi %60’lara çikarirlarsa “MY demisti” dersiniz 🙂
…biz de buradan güleriz aglanacak hallerine
Yazan:ayşe Tarih: Kas 30, 2011 | Reply
Selamlar,
Yazınızı dikkatle okudum. Çok haklı tespitleriniz var. KCK tutuklamaları ve KCK nın nasıl bir örgüt olduğu karşısında İslam ve 28 şubat sürecinin nasıl bir dönem olduğu tekrar düşünülmesi gereken son derece ciddi bir konudur. Evet özellikle 28 şubat döneminde tutuklanan ve hapse mahkum edilen, faili meçhullere kurban giden Müslümanların şiddete meyyali söz konusu olmamıştır. Verdiğiniz örnekler de cabası. O dönem medyası eliyle yaratılan “fiktif islamcı örgüt”e dair bir tasavvurumuz varsa daha iyi anlaşılacaktır söylediklerim. Ancak kimlikler ve örgüt yapılanmalarını bir kenara bırakırsak, ki bırakmak pek de kolay değildir, tutuklanma saikleri açısından bir “delillerin bariz genişletilmesi” durumu söz konusu değil midir? Sırrı Sakık’ın paralellik kurduğu şeye temelde karşı olmakla birlikte, “siyasete yanaşmayıp karışıklık çıkaranları” cezalandırma yönteminin, her ne kadar hukuka uygun olduğu söz konusu ediliyorsa da, genişletildiği ve ancak bu genişletme yordamıyla, 28 şubatın tutuklanma süreci ile bir paralellik kuruluyor olabilir tahmininde bulunmak isterim.
Yazan:taxi driver Tarih: Ara 1, 2011 | Reply
Atatürk-İnönü-Bayar’dan gelip Demirel Çiller ve astlarına kadar uzanan siyasi partilerin söz konusu meseledeki tutumları Erdoğan’a göre daha katı ama daha dürüsttü.Eski devlet -kürtçülere- taleplerinizi anlıyorum ve siz onları elde etmek istiyorsanız savaşmalısınız diyordu.Tayyip Bey yukarıdakilere nazaran siyasetin biraz daha çevresinden ve resmi ideolojinin dışladığı bir akımdan geldiği için meseleye mağduriyetlerin giderilmesi açısından ve biraz da İslami geçmişinin verdiği dini hassasiyetler ölçüsünden baktı.Bu meyanda -Açılım- prensipte doğru ama netice açısından başarısızlığa mahkum bir hareketti.Çünkü senden başka herkesin kötü niyetli olduğu bir konuda senin iyi niyetin hiçbir şeye yetmez.Baykal art niyetli Bahçeli art niyetli kürtçüler doğuştan art niyetli….