Hakikat, Arayış ve Sanat
By Suzan Nur Basarslan on Ara 6, 2011 in Gerçek ve hakikat, Göz, Güzellik, Hikmet, İnsan, Sanat
Mondrian, bu yaşam güzelleştikçe sanat da ortadan kalkacaktır, diyor; sanat için amacını da ortaya koyarak. Öyleyse sanat hiç ortadan kalkmayacak, sûr’a üflenilecek ân gelene değin… Aristo, Platon, Plotinus, Schelling, Hegel, Kant, Klee, Kandinsky, Mondrian… Sanata dair bunca söylemin içinde Schelling şöyle diyor:
“Sanat, sonsuzun sonludaki ifadesidir; nesnel olmayanın objedeki ifadesidir…”
Sonsuz ifade edilebilir mi? “…şeylerin tek bir biçim halinde algılandığı dünyada, sanatçı ancak orada yüksek bir gerçekçilikle idrak edebilir, görünene karşıtmış gibi duran hakikatleri…” diyor Stefan Zweig Üç Büyük Usta’da. Bu noktada sanat, algı dünyasının üzerinden sızan hakikatlerin sızdığı bir kapı olur ve sanatçı onun içinden geçmeye çalışan, anlamaktan öte idrak eden, arayan kişi. Arayışın adıdır ya sanat, aranılan hakikatse onunla yükselirken sanatçı, onunla kimsenin talip olamadığına, seçilmişlerin yolundan gitmeye, burjuva rahatlığından vazgeçerek ömrünü feda etmeye hazırdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahur Beste’de “…esas olan, zaman dediğimiz şeyi insan ruhunun benimsemesi, bir meyve ısırır gibi, kendi izlerini ona kuvvetle geçirmesiydi. Her türlü saadet ve felaket düşüncesinin üstünde bir talihin kendisini tamamlaması lazımdı. Izdırap insanoğlu için gündelik ekmek, ölümse sadece bir kaderdi. İkisinden de kaçınılmazdı. Asıl dava, derin bir şekilde yaşamak ve kendi kendisini gerçekleştirmek, ölümlü hayata şahsi bir çeşni vermekti.” dediği gibi zamana ve mekana iz bırakma telaşıdır biraz da sanat. Değişene, fani olana karşı bir nev’i sonsuzluk libasını giyme girişimidir.
Zaman neleri değiştirir? Önce bedenin kendisini. Ruhun bir türlü çözemediği bir sırdır bu. O aynıdır da bedeni farklı, zaman sanki aynıdır da görüntüler farklı, anılar sanki an’dadır da olaylar farklı. Çağrışımlar seni dün’üne götürürken bugünden, mekanın ve zamanın bir yerlerinde bıraktığın bedeni özler ruhun. Kim olduğun, neye dönüştüğün, nerede olduğun değildir önemli olan. Tek bakış yeter eski denileni bugüne taşımak için, renkleri siyah-beyazdan her tona çevirmek için. Geçmiş bir masal ülkesidir artık miş’lerle ifade olunan… Savaşlar geçer bazen hayatınızdan, her yer toz-dumana karışır. Renkler vardır hayatın içinde, hatalar, istemeden yapılanlar, yerine konulamayanlar; renkler vardır hayatın içinde bir uykunun huzuru gibi bir beyaz bazen, ölüme yatmak gibi bir beyaz bazen, geçmişten anlar gibi bir beyaz bazen. Renkler vardır hayatın içinde, hüzün vardır renklerin tonunda, sessizlik vardır yüzdeki izin çizgisinde… bir melek gökten iner ve gün’ünüz/zamanınız biter. Zamana ve mekana iz bırakma telaşıdır sanat bu yüzden.
Sanat yalnızca nasıl’ı ve ne’yi gösterdiğinde, ister iyimser isterse de umutsuz olsun, sıradan bir eğlencedir. Neden diye sorduğunda ise, yalnızca duygusal tepki olmaktan çıkıp gerçek bir söz söylemeye, aklı başında, etik bir seçime doğru yükselir. Edilgen bir yansıma olmaktan çıkar ve bir fiil olur… diyor Ursula K. Le Guin. Sanat, ne ve nasıl’dan önce, neden’i sorguladığında eğlence olmaktan çıkar. Tüketim nesnesi olarak içinde yaşadığımız post-modern hayatın tek-tip çoğul nesnesi/varlığı olmaktan sıyrıldığı noktadır sanatın ardına yaslandığı ‘neden’ sorusu. Tam da burası, aynı zamanda sanatçıyı da diğerlerinden, öncülünden ve ardılından ayırır. Size sadece bir olay, olgu, kavram… anlatmaz, zaman ve mekanla ardılını oluşturan olaylar dizisinin dışına çıkar, neden’e dokunduğunda sanatçı, realite denilen kısır algı sınırlandırmasının üzerine çıkmak zorunda kalır, gerçekliğin hakikat olmadığını ve hakikatin formüle edemeyeceğimiz kadar grift ve kompleks olduğunu gösterir. Sanat, neden’e talip olmaktır biraz da bu yüzden.
Sanata yüklenen hakikat misyonu zoru seçmek gibi görünse de, asıl zorluk bu anlayışın, seçimin yansıdığı sanat eserlerinde, kitsch/taklit örneklerin çoğalarak bu tarzın tüketim ürünü haline düşmesi, (izleyici, okur, dinleyici… imkan…) alanını genişletirken, aslında daraltıp, kendisini kuyruğundan yiyen yılan (ouroboros) gibi tüketmesidir. Özellikle de aşk’ın tüketim ürünü olarak satışa çıktığı ve onun üzerinden nemalanan, hatta onu sömüren ve adına sanatçı dediğimiz insanlara bakınca bu gerçeklik kendisini daha bariz olarak hissettirir.
“İbrahim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim?[1]
Sanatın amacı hakikatle araya girmiş olan nefs perdelerinin sayısını azaltmak ki bir an geldiğinde kendisi de bir perde olduğu için aradan çıkmak zorunda kalır. Tersi olduğunda, yani hakikatle araya giren perde, mağara metaforunda olduğu gibi yanılsamadan öteye götüremeyen bir sahte tanrı olur, tapılan. Her iki durumda da bir noktada aradan çıkmak zorunda olandır. Öyle ince bir çizgidir ki bu, sanatçı bile arafta kalır bazen. Michalengelo’nun yaptığı heykele: Kalk ve yürü ey Musa demesi gibi, eser bazen yaratımın gücünün hakikati perdelemesi ile sonuçlanır. Bu yüzden sanatçı için o ince perde, kalın perdelerden daha büyük bir imtihana neden olur. Sanat, putları devirme ve yerine yenilerini koyma özelliğiyle insanoğluna iki ayrı yol açar. Gidilmesi gereken yola karar veren sanatçının kendisi olduğu kadar, sanatı hayatının içine alan kişidir aynı zamanda. Sanat, putları devirmek zorundadır, yerine yenilerini koyan ya da kendisini putlaştıran değil.
Posterior alana gebe olan insanın en özgür olduğu alan, aramaktan ve inanmaktan korkmayan tarafıdır sanat; sorgulatan, hayata bakışı değiştiren, kişiyi incelten, imbikten geçirten… ve bu ayrıcalıklı yapısıyla mutlaka hayatımızın içinde olmalıdır. Hele ki bizler, binlerce yıllık bir geleneğin varisçisiyiz, birbirinden farklı din, dil, ırk, kültür ve coğrafyanın birleştiği bir medeniyetin sahibiyiz. Elbette geleneği olduğu formda günümüzde uygulayamayız, ama onu günümüze uyarlayabilir ve hatta anlattığını/iletmek istediği mesajı/hakikati daha etkili bir şekilde sunma şansını yakalayabiliriz. Gelenek ve modern’i aynı iple birbirine bağladığınızda, dıştan tuhaf, garip, toplum-dışı kabul edilseniz bile, ikisinin birlikteliğinin sonu, evrensel sanat’ı yakalamak ve sınırları aşmak olacaktır.
Ve böyle bir sanat; Evvel’i, Âhir’i, Zâhir’i, Bâtın’ı ve sizi selâmlayandır. Selâm’a karşılık vermek ve bunu yaymaksa bizlere düşen görevdir.
[1] Asaf Halet Çelebi
… Sanat üzerine okumak için…
Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.
Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.
“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…”
Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Okuyacağınız bu eserle romanlarından da tanıdığınız değerli yazarımız Suzannur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.
İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
Baudolino (Umberto Eco) Suzan Başarslan
Yazınsal bir yapıt, “basit bir obje değil, çok yönlü anlam ve ilişkilerle tabakalaşmış bir niteliğin çok yönlü organizasyonudur.”* Bu organizasyonun incelemesi de kendisi kadar zor bir organizasyonu gerektirir ki, bu yüzden bir yapıtın incelemesi adına günümüze değin, birçok kuram ve inceleme yöntemi geliştirilmiştir. Bu makalede Umberto Eco’nun yazdığı Baudolino adlı romanın incelemesi Gerard Genette’nin “Yapısal Metin İnceleme” yöntemine göre yapılacak ve yapıt, üç düzlemde incelenecektir. Bakış açısı, anlatıcı türü, ana düşünce, eserin yazılış tekniği, dil… gibi sorunlara da değinilecektir. İncelemede Şemsa Gezgin tarafından İtalyancadan Türkçeye 2003′te çevrilen Baudolino esas alınacak, tespit ve yorumlar çeviri yapıttan yola çıkılarak belirlenecek ve ifade edilecektir. İncelemeyi kitap halinde indirmek için buraya tıklayın
19 Yorum
Yazan:MY Tarih: Ara 6, 2011 | Reply
Gerçekten güzel yazmissin, keyifle okudum, Kandinsky, Merleau-Ponty, Levinas vb kalemlerindeki “transandans / Aşkınlık” fikrini bu kadar güzel anlatmak için edebiyatçi olmak gerekiyormus 🙂
Yazan:suzannur Tarih: Ara 6, 2011 | Reply
Estağfirullah, sanata bakışım daha da değişiyor ve günden güne onun ne olduğu sorusu kafamı daha çok meşgul ediyor. Hatta Schelling’in sözünün ikinci yarısı bile şu an kafamda tartışma konusu ki o da netleştiğinde bu görüşlerin bir kısmı değişecek. Obje/özne bağıntısında öznenin alanının insan olması fikri yadsıdığım bir fikir ve sanırım bu başka bir yazının konusu 🙂 Okumaya, tartışmaya ve sentezledikçe yazmaya devam kısacası.
Teşekkür ederim efendim.
Yazan:Mehmet Bahadır Tarih: Ara 6, 2011 | Reply
O kadar güzel anlatmışsınız ki…Yazıyı defalarca okudum. İnşallah ihmal ettiğim bu sahanın, yakın takipçisi olacağım… Tebrikler…
Yazan:suzannur Tarih: Ara 6, 2011 | Reply
Mehmet Bahadır Bey, teşekkür ederim.
Yazan:çuvaldız Tarih: Ara 6, 2011 | Reply
İnsan evinin kapısını iki sebep için açar; içerden dışarı çıkmak, dışardan içeri girmek… Bu giriş çıkışların mutlaka bir nedeni vardır. Nedensizmiş gibi görünen giriş-çıkışın aslında kendisi bile bir nedendir.
İçeri-dışarı. İnsanın sahiplendiği mekandan uzaklaşması dışarı yapılan uzun ya da kısa yolculuklardır. Dışarıdakiler/alem için bu dışarı yolculuk içeriye doğrudur; “ toplum içine gir/börtü böceğe doğaya dön biraz!”
İnsan kendi iç aleminin keşif yolculuğuna çıktığında tamamı bilinemeyen bir dış alemde yolculuğa çıkmış gibi olur. Bazen tanıdığı bildiği şeylere denk gelirken bazen tamamen yabancısı olduklarıyla karşılaşabilir. Ancak yabancılığını teşhis edebildiklerini anlamlandırabilmek için içine döner ve aşina olduğu ip uçlarını arar.
Ki bunu Ekrem Senai bu konuyla ilgili başka bir yazı başlığı altına yazdığı yorumda birkaç satır ile özetleyivermişti;
İki yönlü trafiği olan bir yola koyulmuş yolcunun yabancı olduğunu düşündüklerini bildiklerine bakarak anlamlı kılabilmek için benzerlik arama çabası sanat mıdır?
Yaratılmış her şeyin bir ismi var. İsimlerin hepsi Hz.Adem’e öğretilmiş. Bu isimler nesnel olan olmayan her şeye ait. Aşk, acı, sevgi, nefret, ve diğerleri…İnsanoğlunun kısacık ömründe keşfedeceği/hatırlayacağı daha pek çok öğrenilmiş isim olduğu muhakkak.
Leylak gül gibi kok(a)maz. Lale, gelinciğe benzer ama onun kadar narin değildir…vb. gibi pek çok örnek verilebilir. Burjuva rahatlığına ve seçilmişliğe bir de bu pencereden bakmakta fayda olabilir.
İp ucuna vakıf olup da öğrenilmiş isimlerin çoğunu hatırlayabilenler, nisyan ile malul olanlara hatırlatsın ama nasıl? Kokusuna mizacına en uygun yol ile; Sanat, eseri de belki çabadan ziyade içine nüfuz edilebilen ya da bazen teğet geçilen yeni keşfedilmiş olan bir ismin manası, güzelliğidir. Sonsuzluk libası isimlerde. İsme hakkıyla vakıf olabilenler zaman ve mekanı aşarak hatırlanabilirler amaçları, telaşları bu olmasa bile.
Çoğumuz sanatçı dediğimiz insanların açıklamalarından biliriz ki onların ortaya koyarak bizleri şahit kıldıkları eserler aslında ulaşıp, anlatabilmek istedikleri asıl eserin eskizleridir hep. Noktayı bir türlü koyamaz “tamam oldu” diyemezler. Sonsuz olanın insan eli sonlandırılması, hakkıyla söylenmiş olanın eksiksiz tekrarı/taklidi mümkün olabilir mi hiç!
Yazan:çuvaldız Tarih: Ara 6, 2011 | Reply
Ekrem Senai’nin yorum geçtiği yazıya link vermeyi unutmuşum;
http://www.derindusunce.org/2010/02/25/allahin-sanati-insanin-sanati/
Yazan:suzannur Tarih: Ara 6, 2011 | Reply
Sevgili Çuvaldız, yorumun yazıma şerh, ayrı güzellikte başka bir yazı olmuş. Hele ki:
İp ucuna vakıf olup da öğrenilmiş isimlerin çoğunu hatırlayabilenler… Çoğumuz sanatçı dediğimiz insanların açıklamalarından biliriz ki onların ortaya koyarak bizleri şahit kıldıkları eserler aslında ulaşıp, anlatabilmek istedikleri asıl eserin eskizleridir hep. Noktayı bir türlü koyamaz “tamam oldu” diyemezler. Sonsuz olanın insan eli sonlandırılması, hakkıyla söylenmiş olanın eksiksiz tekrarı/taklidi mümkün olabilir mi hiç!
demişsin ya, çok güzel.
İşin ilginç diğer yanı da şu, geçen hafta en çok düşündüğüm şeydi bu bilgiyi anımsama 🙂 Bakara 30-38 arasında Adem Peygambere kelimelerin öğretildiği ama işlediği hata sonucu affedilmesi için gereken kelimelerin Allah tarafından kalbin hafızasına verildiği yazar. İlginç, çünkü akıl ya da ruh değil, kalp ve onun hafızası. Bu noktada düşündüğüm şey, isimlerin verildiği ama bunun hatırlatılmasının Allah tarafından gerçekleştiği idi. Bu dünyada da yapılan aslında sadece unutulanın hatırlanması ama hatırlatan Allah. Kişiye düşen kalbinin hafızasını tazelemek için kelimeleri verene yönelmek. Ki bu noktada Aristo ve Hz. Mevlana’ya kadar uzanan yolu farl ettim. Belki geç, ama bir ayetten gelen bilgi buydu.
Sanat bu hatırlatmayı yüklenen araçlardan biri ama asla amaç değil.
Bu arada kalbin hafızasını hala araştırıyorum, bakalım nereye ulaştıracak beni.
Yazan:çuvaldız Tarih: Ara 7, 2011 | Reply
Daha önce de yorum olarak M.Ulusoy’un kitabından birkaç satır yazmıştım; “Sokakta miyavlayan kediye acıkmış olduğunu düşünerek süt verip mutlu olan kadın.”
Belki daha önce pek çok kişinin duyduğu ama kulak vermeden geçip gittiği bir miyavlamaya sağır kalmayıp mutlu olan biri. Duyma anından itibaren sütü almaya giderken, kaba boşaltırken, kedi ürkek tavırlarla kaba sokulup sütü olabildiğince tedbirli içerken ve tüm bunların ardından sütü verenden çok da uzaklaşmadan karnının doyduğunu belli eden tavırlarda bulunurken ve bunları an ve an izleyen, yaşayan/şahitlik eden insanın kalp hafızasından pek çok isim bazen uzun bazen de sadece bir an için değip geçecek aşina olunanlar belki orada daha sonra hatırlanabilecek kadar uzun süre kalacaklar.
Hatırlananlar birbirlerine eklenip, bağlanıp çoğaldıkça asıl hatırlanması gerekene doğru bir çekime kapılacaktır insan. Yörüngeye oturan uydu gibi 🙂 Ya da daha güzel benzetmesi yapılmış; pergel metaforu …
Hatırlatan Allah; evet her saniye her soluk, her koku, her renk, her yerde, her hareketle kısaca fasılasız bir şekilde her ayetiyle hatırlatılıyor amma velakin miyavlayan kediyi duyup ya da hiç duymadan, durmadan pas geçenler gibiyiz çoğunlukla…
Evet sanat da insan eliyle form verilmeye çalışılan hatırlatıcı yollardan biri…hatırlanacaklar nihayetsiz derya deniz insan da elindeki dolma kalemin haznesine doldurabildiği kadar doldurup nefesi yettiği kadar okuduklarını/okuyabildiklerini yazmaya çalışıyor…
31.Lokmân-27: Ve eğer arzda (yeryüzünde) bulunan ağaçlar kalem olsaydı ve denizler (mürekkep olsaydı) ve ondan sonra, onun yedi katı daha deniz eklenseydi, Allah’ın kelimeleri tükenmezdi. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir (çok yüce), Hakîm’dir (hüküm ve hikmet sahibi).
Bu yazı ile güzel hatırlamalara vesile olduğun için teşekkür ederim.
Yazan:Mehmet Salih Demir Tarih: Ara 7, 2011 | Reply
Merhum Aliya İzzetbegoviç bir kitabında sanat hakkındaki düşüncelerinden bahsederken mealen: “sanat eseri, sanatçının ruhundaki arayışın ve ıstırabın sadece bir işaretidir. Eser, bizzat içerdeki sızının kendisi değildir” diye yazar. Yani merhum bilge kral, sanat eseri ile sanatçının hakikati bulma çabasını birbirinden ayırır. Sanat eseri bir türlü “tamamlayamamanın/tamamlanamamanın” ilanıdır aslında. Nasip olup da günü geldiğinde, yazıda da belirtildiği gibi, sanatın dahi aradan çekilip hakikate perde olmasının önüne geçilmesi, zannediyorum daha işin başında bu eser-ıstırap/hakikat gayesi ayırımının yapılmasına bağlı; ayrıca sanat eserinin yüceltilmemesine. Belki maksat gerçekleştiğinde artık eser yapmak ihtiyacı/isteği kalmayacaktır.
Bu bağlamda Sn. Çuvaldızın “Çoğumuz sanatçı dediğimiz insanların açıklamalarından biliriz ki onların ortaya koyarak bizleri şahit kıldıkları eserler aslında ulaşıp, anlatabilmek istedikleri asıl eserin eskizleridir hep.” sözlerinde geçen ‘asıl eserin eskizleridir’ ifadesine katılamıyorum. Emin değilim ama sanki ‘eskizleri’ bile değil gibi geliyor bana.
Bunun yanında, sanat eserine gereğinden fazla değer verilmesinin bence bir diğer zararı, Tanpınar gibi sanatın amaçlarından birinin “zamana ve mekâna iz bırakmak telaşı” olduğu düşüncesidir ki, böyle bir amacı bir türlü içime sindiremiyorum. Bana pek bir süfli geliyor.
Bu konuda soru işaretleri var kafamda. Fikri olanların yorumlarını okumak ve istifade etmek isterim.
Yazan:suzannur Tarih: Ara 7, 2011 | Reply
Sayın Demir,
Eser, bizzat içerdeki sızının kendisi değildir”
Evet, eser sadece bu sızının göstergesidir, tıpkı kavramın göstergesinin kelime olması ama aslında kelimenin kavramın kendisi olmaması gibi.
demişsiniz ki:“zamana ve mekâna iz bırakmak telaşı” olduğu düşüncesidir ki, böyle bir amacı bir türlü içime sindiremiyorum. Bana pek bir süfli geliyor.
Süfli olduğunu düşünmüyorum en azından şu anki perspektifimden, çünkü ruh, sonsuz olan ve sonsuzu isteyen ve bunu fizik alemde, yani geçici olanda, göstermek zorunda, neyle mi, geçici olanla yani eserle(yazı, resim, müzik, mimari…), yani bedenle, yani …
Görülmekten öte görünme ihtiyacı bu, hani diyor ya Hz. Allah, Ben bir gizli hazine idim, bilinmek istedim. Bunun bizdeki tezahürü olarak görüyorum ben zamana ve mekana iz bırakmayı ama ne zaman ki bu ihtiyaç, araç olmaktan çıkar, amaç olur, putlaşırsa işte o zaman profan olur, değerini yitirir, süfli olur.
Yazan:MehmetSalihDemir Tarih: Ara 8, 2011 | Reply
Sn. Suzannur Hanım,
Allah’ın (c.c.) bilinmek istemesi ile insanın sonsuzluk talebi arasında bir paralellik olduğunu düşünüyorum ben de. Ama ikinci sorum şu kendime: Sırf bu paralellik dolayısıyla insan bunu göstermek zorunda mı? Aslen Allah’ a ait olup bizim bastırmamız gereken duygularımız yok mu? Örneğin kibir…
Hadi diyelim göstermek zorunda: Bunun aracı sanat eserleri mi? Sanat deyince estetik, güzellik vs. gibi kavramalar akla gelir. Bir insan hayrına, insanların faydasına, herhangi bir estetik değeri olmak zorunda olmayan yaptıracağı bir çeşme, köprü vs ile de adını yaşatabilir. Eğer bunu Allah rızası için değil de, “ismim yaşasın” düşüncesiyle yaptırmışsa bu ahrette başına bela bile olabilir.
Ayrıca bazı yazarların, “iz bırakma telaşına” böyle ulvi yorumlar yüklediklerine ikna olamıyorum. Çünkü bu düşüncede nefsin hissesinin olmadığını söylemek gerçekten çok zor. Bizzat bu düşüncenin varlığı bile aslında sanat eserinin daha işin başında putlaştırılacağının habercisi gibi.
Bunları sözlerinize itiraz olarak yorumlamayın lütfen. Sadece kendi zihnimi netleştirmeye çalışıyorum.
Yazan:MY Tarih: Ara 8, 2011 | Reply
“… Çünkü bu düşüncede nefsin hissesinin olmadığını söylemek gerçekten çok zor. …” (MSD)
sanirim nefsin hissesi olMAdan yaptigimiz seyler çok az 🙁
insan çocugunu severken bile kibire kapilabilir, nerede kaldi sanat eseri.
Ama bazen kibirle yola çikan bir sanatçi sanati sayesinde kendini kurtarabilir. El Munkiz min ed Dalal‘de Gazâlî Hz. söyle diyordu: “Biz ilime ALLAH rizasi için baslamadik. Ama ilim O’nun rizasindan baska gaye kabul etmedi”
Sanat da böyle. O’nun rizasindan baska bir gayede israr edenler ressam olamiyor, boyaci oluyor. Estetizasyon batakligindan çikamiyor. Sair ya da roman yazari degil kelimeci oluyorlar. Halktan alkis ve para topluyorlar. Bu dünya için çalisan bu dünyada aliyor karsiligini.
Semih Kaplanoglu degil mi “ALLAH rizasi için sinema yapiyorum” diyen? Bach’in, Vivaldi’nin hayatlarini okuyanlar bunu daha net görecektir.
Bir boyut daha var, o da su: ALLAH bazen münafiklari ve müsrikleri de kendi yoluna hizmetçi yapiyor. Din düsmanlari farkina varmadan dine hizmet ediyor. Bilen bilir. Fikir aleminde örnekleri var, krallarin, askerlerin içinde örnekleri var.
Uhud savasiydi sanirim; Müslümanlarin tarafinda savasip öldügü halde sehit ol(a)mayan askerler vardi degil mi? “Filancalar korkak denilmesin, malima zarar gelmesin” diye cihad(!) edenlerden Kuzman adinda bir askerin Cehennem’e gidecegini Peygamberimiz S.A.V. söylemis.
ihlas, niyet, hukuk… siyaset, ekonomi, askerlik, hatta Sanat ve hatta “din” bile bu çerçevenin disina çikamaz… diye düsünüyorum 🙂
Yazan:MehmetSalihDemir Tarih: Ara 8, 2011 | Reply
Madem meselenin bu kadar bilincindeyiz “sanatın zamana ve mekana iz bırakma telaşı” olmamasını temenni edelim öyleyse. 🙂
Necip Fazıl üstadın “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış / Marifet bu, gerisi çelik çomakmış” dizeleri neyin ne olduğunu gayet güzel özetliyor aslında. Çok da kasmaya gerek yok yani 🙂
Yazan:MY Tarih: Ara 8, 2011 | Reply
tabi, ugras didin, sonra aradigin böyle “pat” diye karsina çikiversin, insan sasiriyor, “hep önümde olani neden daha önce görmemisim?” diye soruyor kendi kendine.
Neyi, niye kastigina göre degisir. Yol mu güzeldir yoksa menzil mi? oruç mu güzel iftar mi? Hayat mi güzel yoksa ölmek mi?
Belki de Yol’un idrak edilmesi menzil dahilindedir. O zaman kasmaya deger. Hem de hayat boyu kasmaya deger 🙂
Yazan:MehmetSalihDemir Tarih: Ara 8, 2011 | Reply
Sadece konunun teorik düzlemde anlaşılması konusunda öyle çok kasmaya gerek olmayabilir anlamında kullandım.
Yoksa maksada ulaşmak için, meseleyi idrak etmek için durmadan dinlenmeden çalışmak ve kasmak lazım şüphesiz.
Yazan:İbrahim Tarih: Ara 11, 2011 | Reply
A. Turan Alkan bir tartışma programında İsmet Özel’e (konu bağlamı farklıydı ama): “Şairler güvenilmez insanlardır. Onlar bizim gibi sıradan insanların bir ömür boyu erişemeyecekleri fikirleri, hakikatleri bazen izah edilemez bir şekilde hakikatin üst katmanlarında adeta zaman zaman kıvılcımlar çekercesine alırlar. Ve onları biz fanilere duyururlar. Tam da bunun için güvenilmez insanlardır. Çünki bir süre sonra yazdıkları herşeyin bu manada ilahi hakikatten veyahut kesin hakikatten bir ışıltı taşıdığı vehmine kapılırlar. …” (Bakınız) Suzan Hanım’ın Michalengelo’da gördüğü “sapma” bunun gibi birşey galiba. Ve evet
Yazı için teşekkürler Suzan Hanım..
Yazan:suzannur Tarih: Ara 11, 2011 | Reply
Haklısınız İbrahim Bey ve bu vehim nasıl da aşılması zor bir perde olur ve yükselme burcundayken şairi gerisin geri yeryüzüne çarpar.
Ben teşekkür ederim. Selamlar.
Yazan:N.Narda Tarih: Oca 1, 2012 | Reply
Suzan Hanım, yazınızı kaydetmiştim ama geç (şimdi)okudum, tam da bir yazı üzerinde çalışırken:)
(Sizin yazınızı da ekleyeceğim müsaadenizle)
Benim gibi fazla derine dalamayan biri için çok ufuk açıcı,dillendirici bir yazı. Yorumlar da başka güzel. Teşekkürler.
Yazan:suzannur Tarih: Oca 1, 2012 | Reply
Sevgili Narda, sizin güzel yazılarınızı takip eden ben için, bu cümleleriniz ayrı bir mutluluk sebebi. Teşekkür ediyorum.
Müsaade sizindir efendim, elbette ekleyebilirsiniz.