Gök Ekini Biçer Gibi
By Suzan Nur Basarslan on Ara 19, 2011 in edebiyat, İnsan, Ölüm, Sanat
“…genç kalmaya yazgılı şair ve yazarlar için…”
Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi[1]
“Bir gencin ölümü ancak bu kadar sade, içli ve yeni olarak anlatılabilir. Genç kişi, bir “gök ekin”dir. Ölüm, onu biçer. Biraz önce, göğe doğru dimdik duran başak, şimdi yere düşmüş, ayaklar altında eziliyor. İşte ölüm böylesine evrensel bir oraktır. Bazen, yine o ölüm “ejderhaları bile ezen” bir şeydir. Ölümün gücünü, onun parlak zıt rengi olan hayat leit-motifleriyle anlatır. “Gök ekin” gibi. ”Teneşire düştü gönül” deyişi gibi. Ölümün bir vasıtası olan teneşir, hayatın merkezi olan gönülü içine alıyor. Böylece ölüm, gönülü bile teneşire düşüren acımaz bir kudrettir. Tabut bir ağaç attır. İnsanı ona bindirir ve götürürler ve bunu kimse önleyemez. Genç bile olsa dinlemezler, gök ekini gibi biçerler?”[2] der, Sezai Karakoç.
Bazı çağlar, gök ekini biçer ve bakarsınız önünüzden hızla akan tahta atlara, durduramazsınız. 18. yy.ın sonu ve 19.yy. bu anlamda özellikle Avrupa’da genç şair ve yazarların, sanatçıların orağıdır. Zweig, 19.yy. için “yeni yüzyıl bu cesur gençliğini sevemedi, onun ihtişamından korktu, onun coşkusunun kendinden geçmiş gücü karşısında kuşkulu bir ürperti geçirdi. Ve çelik bir tırpanla kendi bahar fidanlarını acımasızca biçti… Çok çeşitliydi ölümler, ama hepsi erkendi, hepsini en içsel yücelme sırasında yakaladı.”[3] der. Kendisiyle Savaşanlar adlı eserinde bu erken ölümlerden bahseder.
Gök ekini gibi biçilen sanatçılara -şair ve yazarlara- baktığımızda şu isimleri görürüz:
İstanbul’da doğan, idam edilmeden önce başını ellerinin arasına alarak onu izlemeye gelenlere “Bunun içinde daha çok şey vardı!..” diye seslenen Fransız şair Andre Chenier. Ölüm uykusuyla gözlerini kapayan, son kelimelerini dört duvar arasında kelimeleriyle vedalaşarak geçiren, savunduğu doğru için savunma yazmaya bile gerek duymadan kaderini kabullenen şair, 32 yaşında (1762–1794) giyotinle…
“…hissediyorum ölümün
gençleştirici akışını
ve direniyorum fırtınalarının
ortasında yaşamın cesaretle…”
diyen Novalis (Georg Philipp Friedrich Freiherr von Hardenberg). İlk aşkı Sophie’yi kaybetmesiyle ölüme sevdalanan ve ölümü Tanrı’nın yanında daha yüce bir hayata varmak olarak yücelten, Zweig’in “çok erken bir yaşta söndü, karanlık bir çağda titrek bir mum ışığı gibi…”[4] dediği gibi yüreğiyle tüm karanlığın, fırtınanın karşısında tek başına cesaretle durmaya çalışan şair 29 yaşında (1772 – 1801) tüberkülozdan…
“Şimdi, ey ölümsüzlük, tümüyle benimsin!” diyen coşkun şair Heinrich von Kleist. Yazmakta olduğu, tamamlanmamış bir şiir için kardeşine yazdığı bir mektupta Tanrı’ya yalvarırken, “Ah Tanrım! Onu bir bitirebilsem! Tanrı benim bu tek arzumu yerine getirsin, sonra ne isterse onu yapsın.” diyerek şiire olan tutkusunu kelimelere döken. Hayatındaki en büyük iki tutku, şiir ve ölümdür Kleist’in.
“…Bitiriyor şarkısını; bitmektir dileği onunla birlikte
Ve bırakıyor lirini elinden gözyaşları içinde.”
Sanatının en yüksek zirvesinde yalnızlığa düşen, dostsuz kalan, herkesin kendisine sırt çevirdiği (en yakın dostları ve Goethe) ümitsiz ve hayata küsmüş biri olarak, içindeki duygu karmaşasının farkına varsa da onu çözemeyen ve kendinden kaçmak için, şarkısını, kelimelerini gözyaşlarıyla bitirmek için ölüme koşan ölüm sevdalısı Kleist, 34 yaşında (1777– 1811) bir kriz esnasında kafasını parçalayarak…
“Lanet olsun o kendini dizginleyemeyen kalbe” diyen ama “Dünya benim için fazla sert.”diyerek çağının gerçekliğinde acılara yuvarlanan gene de şiirsiz yapamayan, günden güne karanlığa akan, içine dalan John Keats, 26 yaşında (1795– 1821) parasızlık ve verem/tüberküloz yüzünden…
Keats için Adonias ağıtını yakan, “Ve birden anladım ki yalnızlıkta / susuzluk, ümit içerisinde kalbim eriyor…” diyen Percy Bysshe Shelley, reddiyeler ve sürgünlerin ardından 30 yaşında (1792–1822) boğularak ve cesedi Tyrren sahillerinde bulunarak, yakılan bedeninden geriye sadece ‘kalbi’ni ve kelimelerini miras olarak bırakarak…
Keats’in cenazesini Antik Yunan inanışındaki gibi güney denizi kıyısında bir odun yığını üzerinde yakarak uğurlayan ve hayatına biçtiği rolü: “Dünyayı kendime Cehennem yaparak, gökyüzündeki Cennet’i kazanmak istiyorum.“ diyerek açıklayan; aristokratik-burjuva toplumunu eleştiren romantik bir ihtilâlci ama diğer yanıyla karamsar ve çelişkilerle dolu olan Lord (George Gordon) Byron, Shelley’den iki yıl sonra 36 yaşında (1788–1824) ateşli bir hastalıktan…
“Mutluluğunuz sizin, benim aşkımdadır,
Dinleyin beni, ben dilersem eğer, siz
Benimle bir olabilirsiniz.
İhtiras alışverişine kim giriyor, kim?
Aşkımı satıyorum ben,
Hayatı pahasına bir gecemi benim
Söyleyin, kim satın alacak içinizden?”
diyen Alexander Sergeyevich Puşkin, özgürlüğün ve gerçekliğin peşinde koşarken sürgünü tadan, soruşturmalar, yasaklar ve baskınlarla hayatı sınırlandırılan, kendini borca ve ölüme sürükleyen karısı yüzünden 38 yaşında (1799 – 1837) bir düello kurşunuyla…
“Yaşamım boyunca, istisnasız hepsi de budalaca işler yapan dar omuzlu insanlar gördüm ve çoğu türdeşlerini şaşkına çevirip ruhları türlü şekilde baştan çıkarırlardı. Eylemlerine gerekçe olarak “ün”ü gösterirler. Onları görünce herkes gibi gülmek istedim ben de; ama böylesine tuhaf bir öykünme olanaksızdı benim için… Çirkin suratlı, gözleri karanlık gözevlerine gömülmüş insanlar gördüm; kayanın sertliğini, dökme çeliğin katılığını, köpekbalığının kan dökücülüğünü, gençliğin küstahlığını, canilerin mantıksız öfkesini, ikiyüzlülerin ihanetlerini, en olağanüstü oyuncuları, rahiplerin kişilik gücünü ve dışarıdan bakınca en içe kapalı, dünyaların ve göklerin en soğuk yaratıklarını aşıp geride bırakmışlardı; ahlakçılar bitkin düşmüştü, yüreklerindekini görmeye, tanrının amansız öfkesini başlarına yağdırmaya çalışırken. Hepsini bir arada gördüm; kimi zaman, belki de bir cehennem cini tarafından kışkırtılmış, dondurucu bir sessizlikte gözlerine hem yakıcı hem kinli bir pişmanlık acısı sıvanmış durumda, annesine daha şimdiden başkaldıran bir çocuk benzeri en sıkı yumruklarını havaya kaldırdıklarını, bağırlarının gizlediği o alabildiğine adaletsiz ve dehşet yüklü, tutkulu ve düşman düşüncelerini ortaya çıkarma yürekliliğini gösteremediklerini ve bağışlayıcı tanrıyı merhametten kederlendirdiklerini gördüm; kimi zaman, günün her anında, yediden yetmişe insanlara, soluk alan her şeye, kendilerine ve tanrıya karşı mantıksız ve akıl almaz lanetler yağdırırlarken, kadınları ve çocukları kötü yola düşürürlerken, vücudun edep yerlerini kirletirlerken gördüm onları. O zaman, sularını yükseltir deniz, tekneleri dipsiz derinliklerinde yutar; kasırgalar ve depremler yerle bir ederdi evleri; veba, türlü türlü hastalıklar kırıp geçirirdi ailelerini. Ama insanlar anlamaz bunları. Yeryüzündeki davranışları yüzünden utançtan kızarırken, sararırken de gördüm onları; ama pek ender. Kasırgaların kız kardeşi fırtınalar; güzelliğini kabul etmediğim mavi gök kubbe; yüreğimin imgesi ikiyüzlü deniz; bağrı gizemli dünya; öteki gezegenlerin halkları; bütün evren; onu cömertçe yaratan tanrı, sana yakarıyorum: İyi bir insan göster bana!… Lütfun on katına çıkarsın doğal güçlerimi; çünkü, bu canavarı görünce şaşkınlıktan ölebilirim: Daha azı için bile ölünebilir.[5]
diyen ve neredeyse ölüme koşan/kaçan, yazdığı eserden iki yıl sonra ölen Comte De Lautreamont (Isidore Ducasse). Maldoror’un Şarkıları uzun, ilginç cümleler, alışılmamış bağdaştırmalarla dolu şiirsel bir düzyazı… Bir başkaldırı eseri bu, Tanrı’ya, kiliseye, krallığa. Isidore Ducasse’ın önemi ise bu kadar kısa bir yaşam süresi ve iki yapıtıyla(diğeri Poesies), Mallarme ve Rimbaud’yla şiirsel söylemin uç noktalarına ulaşmış olması. Oysa eseri kendisinden çok sonra ünlü olur. Aslında farkındadır bunun, çağında yeri olmadığını söyler Maldoror’un Şarkıları’ndaki şu cümlelerinde: “İçine fırlatılmış olduğu bu çağda çırpınıp duruyordu, ama boşuna; bu çağda yeri olmadığını biliyordu ama kurtulmasının da olanağı yoktu. Korkunç bir zindan! İğrenç bir yazgı!” Çağının zindanında kapana kısılmış, ümitsiz, içindeki sonsuzluk istemini doyuramayan özgür bir ruh için, yazgısından, insanlardan kaçmak için, her yerde gördüğü kötülüğün uzağına düşmek için ölümü tercih eder, 24 yaşında (1846-1870) bir otel odasında intihar ederek…
Öğretmeni Georges Izambard’a yazdığı mektupta: “Şair olmak, görülmezi bilmek, bilici kılmak istiyorum kendimi. Tüm duyuların düzenini bozarak bilinmeze ulaşmak söz konusu… acılar çok büyük ama güçlü olmak, şair doğmak gerekiyor ve ben şair görüyorum kendimi… Ben bir başkasıdır. Varsın odun bir gün kendini kahraman olarak görsün…” [6] diyen ama bu acılardan yıldığında:
Akşamlar ağlatıyor, ağladım, çok ağladım!
Ay ışığı insafsız, güneşler acımasız:
Buruk aşklar elinde uyuşup esrik kaldım,
Yeter, yarılsın teknem! Alsın beni bu deniz!
diyerek -Esrik Gemi’deki gemi kendisidir ve hayal kırıklıklarını sembolize eder. Su, kaçışın, kurtuluşun simgesidir olur artık şiirlerinde- hayatından kaçıp gitmek isteyen Jean Nicholas Arthur Rimbaud. Dört yıllık bir şair ve şairlerin kutsal bahçesinde kalemiyle en belirsiz yılgınlıkları yaşamış bir şair olan Rimbaud’nun bu dört yılı bile onun şiir hayatının iki ayrı dönemde incelenmesi için yeterli bulunur eleştirmenlerce. Onun ölümü ise acılarla dolu bir hastalığın pençesinde 37 yaşında (1854-1891) kanserden…
“…beni kıskıvrak yakalayan şeyin, sana dokunması bile gerekmez ya da tersi; senin için masumiyet olan şey, benim için suç olabilir ya da tersi; sende hiçbir etki yaratmayan şey, benim mezarım olabilir.”
diyen; uzaktan ulaşılmaz görünen, soğuk fildişi kulenin aslında yalnızlıkla ve hayal kırıklıklarıyla örülü dünyasında yürek komşuluğu hissettiğim Franz Kafka. Kendi tutunamamasını şu cümlelerinde açıklar:
“Aile içinde yaşam, dostluk, izdivaç, meslek, edebiyat gibi ne varsa hepsinde başarısız kalışımın, hatta işi bu noktaya bile vardıramayışımın nedeni, miskinlik, kötü niyet ya da becerisizlik değil (gerçi bunların hepsi de rol oynamıyor değil durumda, çünkü ‘haşere hiçlikten doğup çıkar)’, topraktan, havadan, buyruktan yoksunluğumdandır. Ve bunları yaratmak, işte beni bekleyen ödev; elden kaçırdıklarımı sonradan ele geçirebileceğim için değil, elden kaçırdığım bir şey olmadığından; çünkü herhangi bir ödev gibi bir ödev benimkisi de… Bildiğim kadarıyla, yaşamın gerektirdiği koşullardan hiçbirini doğarken getirmedim yanımda; getirdiğim tek şey, bütün insanlara özgü genel bir güçsüzlük… Ne Kierkegaard gibi Hıristiyanlığın artık enikonu iki yanına düşmüş eli tarafından tutulup yaşam içine salınmış, ne de Siyonistler gibi artık elden çıkıp giden Yahudi cübbesinin eteğinin ucundan yapışabilmiş biriyim. Bir başlangıç ya da sonum ben.”[7]
Kafkaesk romanın soğuk, gözlemci ve realist yazarından uzaklaşıp, mektup, fragman ve manüskrilerindeki[8] Franz Kafka’ya, onun insan yönüne yakınlaştığınızda; yalnızlığı, rahatsızlığı, zaafları, güçsüzlüğü, güvensizliği, aidiyetsizliği, başarısızlıkları, beklentileri… ile kendini tamamlayamamış, olduğu şeyden mutlu olmayan, hastalığıyla gün geçtikçe güçsüzleşen, ikilemleriyle kendisini yazıya vermiş… bir insanla karşılaşıyorsunuz. Onun ölümü mü? 41 yaşında (1883-1924) akciğer rahatsızlığı yüzünden…
Bu erken ölümler, genç kalmaya yazgılı bu şair ve yazarlar; öncüllerinin rahatlığına, ölçülülüğe davet eden nasihatlerine yüzlerini çevirirler ve kaza oklarını üzerlerine salarlar.
“Ölçülü ol! Ölçülü!
Ki yolunu kaybedip
Düşmeyesin ve kazaya
Uğramayasın…”[9]
diyen Goethe’ye
“eğer çelik gibi bir zamanın
Zincirleri ruhumu yakıp kavuruyorsa
Ne diye alıyorsunuz benden
…benim korlaşan benliğimi.”
diyen Hölderlin gibi. Johann Christian Hölderlin’in, Goethe’ye cevabıdır bu dizeler; gençliğin coşkusudur bu, yaşlılığın en uzak durduğu, hatırlamaya en uzak kaldığı duygunun. Hölderlin, şiirsel heyecanını ölçüye ve soğutmaya çağıran bu bakışa karşı çıkar. Goethe ve hocası Schiller’le yolunu ayırarak Weimar’dan uzaklaşır; yalnızlığına, taşkınlığına… ama oradan Alman ilahisinin yaratıcı şairi olmaya yol alır.
“İradesine karşın sürükler onu
O dümensizi, bir kayadan bir kayaya,
Uçuruma duyulan o harika özlem.”
Tıpkı şiirindeki gibi uçuruma doğru yol alır Hölderlin, uzun yaşasa da delilikle aklını çok erken terk eden, dünya kaçkını, yüceye/gökyüzüne düşen kaçak şair, ezginin ilahi gücü, huzursuz ruh…
“Başkalarına vız gelen şey beni derinden yaralıyor.” [10] diyen Stendhal, aslında bu coşkun ama yaralı genç ruhları en iyi ifade edebilecek sözü söyler. Zehirli Nessus gömleğini giyerek ona yazgılanan, kimsenin cesaret edemediğine cesaret eden, yaralansa da bundan vazgeçemeyen, ama defaatle yaralanan; Zweig’in “Ne kaçınabilir, ne geri durabilir: Adaklar işaretlenmiştir.” ifadesiyle, adak olarak sunulanlardır belki de onlar insanlığa. Kurban olarak İbrahim’e teslim olan İsmail’dirler. Kelimeleri bıçak olur boyunlarını uzattıkları ama yazgı onlara bir koç göndermez göklerden, onları bu sunak taşında kurban olarak seçer.
Başkalarına vız geleni, başkalarının umursamadığını/göz yumduğunu, normalleştirdiğini, size rağmen size kabul ettirilen kültürel-sosyal kodları, önemsiz gibi görünenini… kabul edemezler. Çoğu zaman görmek istemediklerimizi, ötelediklerimizi görmenin etkisi acı’dır bu ruhlarda; içlerinden söküp atamadıkları derin bir acı, huzursuzluk, anlaşılamama… Bu yüzden görülmek istenmezler toplumlarında ama bir şekilde, bir yerde, bir zamanda görünürler hatta bazen çok farklı bir vatanda, coğrafyada, zamanda. Çok azına nasip olmuştur çağında anlaşılmak, çoğunun bahtına ise yıllarca sonra fark edilmek düşmüştür ya da fark edilememek.
“Kalbin dalgaları böyle yükseklere çıkıp
ruha dönüşmezdi, eğer o yaşlı sessiz kaya,
kader, karşısında durmasa…”
der, Hölderlin. Eğer, o yaşlı kaya, kader karşısında durmasaydı bu sanatçıların -o genç yaşta yazdıklarının dışında-, hangi kelimelerine tutulurduk acaba, kelimeleri neleri değiştirirdi içimizde ve dışımızda? Yoksa acımasız mı davranırdık onları çağımızın dışına iterek? Tersi ya da, hak ettiği değeri yıllar sonra vererek, onları yıllar sonra överek, hiçbir zaman bilemeyecekleri bir andan mı bakardık kelimelerine, ruhlarına… birçok şair ve yazara yaptığımız gibi?
Çağından vazgeçmek, huzurundan vazgeçmek, kelime kelime huzursuzluğu, acıyı, yalnızlığı… yaşamak! Aileden, makamdan, servetten, vatandan, güvenden… vazgeçmek! Hades’e, yer altı dünyasına yolculuk edip yazılarıyla oradan geri dönebilmek ya da oranın mahkûmu olarak dönememek/kalmak… Phaeton[11] gibi şiirin alevler içindeki arabasında Tanrılara yükselirken onlar tarafından gazaba uğramak ya da İkarus gibi dünyanın gerçekliğine düşmek, çarpmak, parçalanmak, ölmek…
Geleceğe kalmak? Ölümsüzlüğe kavuşmak? Zweig’in dediği doğru mu? “Sadece ölüm kurtarabilir şairin kutsallığını, kırılmış, hayat tarafından kirletilmemiş esrimesini; sadece ölüm ebedi bir mitosa dönüştürebilir varoluşunu.” Öyle olmalı ki, Kleits’in yukarıdaki dizesi buna cevap verir:
“Şimdi, ey ölümsüzlük, tümüyle benimsin!”
Genç kalmak, yazgısıdır/kelimesidir felek-i atlasın onlar için yazdığı. Gök ekini biçilir; orak, ekinlerin boynunu alır; tırpan, fidanların ve geçen geçer, geçen geçer…
Şimdi ay usul, yıldızlar eski
Hatıralar gökyüzü gibi gitmiyor üstümüzden
Geçen geçti,
Geçen geçti,
Geceyi söndür kalbim
Geceler de gençlik gibi eskidendi
Şimdi uykusuzluk vakti.[12]
[1] Yunus Emre, Geldi Geçti Ömrüm Benim
[2] Sezai Karakoç, Yunus Emre, Diriliş Yayınları, s:41
[3] Stefan Zweig, Kendisiyle Savaşanlar(Hölderlin, Kleist, Nietzsche), çev.Nafer Ermiş, İş bankası yayınları, s.20/21.
[4] Stefan Zweig, Kendisiyle Savaşanlar(Hölderlin, Kleist, Nietzsche), çev.Nafer Ermiş, İş bankası yayınları, s.22.
[5] Comte De Lautreamont(Isidore Ducasse), Maldoror’un Şarkıları, çev. Özdemir İnca, Kırmızı Yayınları, İstanbul 2008, s:35/36.
[6] Arthur Rimbaud, Illuminations, Cehennemde Bir Mevsim, Çeviren: Erdoğan Alkan, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, Çağdaş Matbaacılık, Şubat, 2001.
[7] Franz Kafka, Taşrada Düğün Hazırlıkları, çev:Kâmuran Şipal, Cem Yayınevi, İstanbul, 2005, s:103.
[8] Bir kitabın yayımlanmadan önce kağıda dökülmüş hâli/el yazması
[9] Goethe, Euphorion
[10] Ce qui ne fait qu effleurer les atures me blesse jusqu’au sang
[11] Phaeton /Rubens http://livingmoonastrology.files.wordpress.com/2010/12/5-rubens_la-chute-de-phaeton.jpg
[12] Murathan Mungan, Eskidendi Çok Eskiden
… Biraz okumak için…
Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak? Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:Enes Yalçın Tarih: Ara 19, 2011 | Reply
İntihara da, “gencölüm”e de acıyla karışık bir haşyet, vakar bulaşmıştır bana göre. Ya da müntehir ya da müteveffa bunu hissettirir her seferinde bana.
Hepsine “huzur” ve itminan diliyorum, oldukları yerlerde.
Suzan Nur Hanım, teşekkürler adlarını yad eylediğiniz için.
“Bizim” göğekinlerimizden Hazreti Galib Dede’nin ve İlhami Çiçek’in de ruhlarına da selam edeyim yazınız vesilesiyle.
Selam.. Kelam..
Yazan:suzannur Tarih: Ara 19, 2011 | Reply
Bizim de gök ekinlerimiz çok ama bambaşka bir düzeyde ve Allah’la dost olarak farklı bir düzlemde karşımıza çıkarlar. Onların ki bize şeb-i aruz gelir, kavuşma…
Sayenizde İlhami Çiçek’in şiirlerini okudum ve onu anmanın en güzel yollarından biri kelimelerini buraya taşımak:
hüzün
yalındır-dağdan
aparılmış kar topakları gibi
yel ki ince
ipince bir teldir kopmuştur
insan
azar azar kopmuştur
yalnız hüznü vardır kalbi olanın
hüzün öylece orta yerdedir
tuhaf bir yarma yaşanıyordur
çepçevre şeytan kilitleri