RSS Feed for This Post

Yokluktaki Varlık Zirvesi İnsan

 

“…Ah istemek ihtirası !.. Ah tokluk içinde açlık !…” (Nietzche)

Vefa Önal

 İnsan aç.

Topraktan doğan tüm lezzetlere aç, bizzat toprağa aç.

Kurdunkinden beter bir açlık bu. Kurt doyunca kenara çekilir. İnsan doyunca stoklar. İnsanın açlığı gereksinimin çok üzerindedir, kurdun ki midesinin çapıyla sınırlıdır.

Kurt, midesi istiyor, midesiyle yiyor. insan midesiyle yiyor, ruhuyla istiyor ve ruhu sınırsız arzulara sahip.

Midesi tok ruhu hep aç bir varlık insan.

Hal böyle olunca da doyumsuz, mutsuz, acılar içinde bir varlık insan.

Peki bu iflah olmaz açlıktan kurtuluş var mı ?..

Evet, var, Ruhu toprakla değil, Tanrıyla doldurmak.

Çünkü aç ve huzursuz ruhun yatışması toprağın üzerine yükselmesiyle mümkündür. Bu yükselme dünyayı aşan bir varlığa, ancak Tanrıya bağlanmakla olabilir.

Bir türlü yatışmayan açlık, Tanrısız ruhun özelliğidir, yaradanını, dostunu, aşkını tanımayan ruhun özelliğidir.

Kendisine el, midesine yar olmuş ruhun özelliğidir.

Ruhumuzdaki sonluya duyulan bu sonsuz açlık, sonsuza duyulan açlıkla yenilebilir.

Adına dünya denilen, bitmek bilmeyen arzularla, türlü türlü lezzetlerin piştiği bu kaynayan çömleğin içinden “Tanrının İpi”ne tutunarak çıkabiliriz.

Bir kez Tanrının ipine tutunduk mu, nefsin hayvanlıkla, kalbin arzularla, aklın çıkarlarla, ben’in ayrı gayrılıkla mücadelesi başlar.

İnsanda bir araya gelen, ama aynı zamanda “helozonik bir güreşe” tutuşan, sonluyla sonsuzun mücadelesi başlar.

Diğer varlıklarda bu nitelikte, metafizik bir çatışma alanı yoktur. Kendileriyle ve çevreleriyle uyum içindedirler. “dünya dışılıkta” yatan bir kurtuluşları olmadığı gibi, kurtulmak gibi bir dertleri de yoktur.

Onlar adeta, insan ruhunun serüvenin hüzünlü tanıklarıdırlar

“Bütün gerçek, size bakan bir köpeğin gözlerinde gizli gibidir” Kafka.

Tanrıya açlık duyan, Onu isteyen insandır.

İnsan ruhunun gizli labirenti Tanrıyadır.

Varlık olarak insan hacıdır, diğer varlıklar saçıdır.

Tanrıyla muhabbet etme “rutbesine” ulaşabilecek bir varlıktır insan.

Bu varoluşunun farkında olmayan, ya da farkında olup nakış nakış işlemeyen insan, onu “şerefli varlık” katına yükselten rutbeden yoksun kalır.

İnsan için bu, ruhun bozulması, yaradılışına ihanet demektir.

Bir kurbağanın hem suda hem karada yaşamak üzere yaratıldığı halde, yalnızca karada yaşamayı seçmesi  gibi bir şeydir bu. Kurbağa nasıl hem su da hem de karada yaşayabilirse, insan da hem dünya da hem de “dünya dışı”nda yani Tanrıyla yaşayabilir. Kurbağa nasıl sudaki yaşamı için bir su kaynağı zorunluysa, insanın dünya dışı yaşamı için de bir kaynak, yani Tanrı zorunludur. 

Yalnızca karada yaşayan bir kurbağa nasıl hareket yeteneğini, ışıltısını, sağlığını yitirirse, yalnız dünya içi kalan toprakla yaşayan insan ruhu da kokuşur, çürür.

Tanrıya inanmak, dolayısıyla Tanrıda yaşamak, Tanrının insana bağışladığı en büyük ruh nimetidir. Gönlü ferahlatan, abad eden en lezzetli gıdadır.

“Tapınmaktan zevk aldım” Upanıshadlar.

Unutulmamalıdır ki, kuşun kanadı kuşa iyiliktir, kuş uçmazsa kuş olmaktan, gökyüzü yurdu olmaktan çıkar. Aynı şekilde Tanrıya tapmak da insana verilmiş gönül kanatlarıdır. Uçmayan gönül, asıl yurdundan uzak düşer, toprakta sürünür, hayvanlaşır.

Yunus Emre, uyarıyor:

“Miskin ademoğlu nefse zebun olmuştur

 Hayvan canavar gibi otlamağa kalmıştır.”

Tanrıyla bağını kuramayan insanın efendisi toprak olur, onu öküz gibi sabana koşar, ruhunu ömür boyu arzularının peşinden sürüklenen dev bir iniltiye dönüştürür.

Tanrıyla bağlantılı yaşamak, Onu düşünmek, Onu tanımaya çalışmak, Onun ilhamıyla dolarak yaşamak, işte budur insanı “çamur” dan arındıran, “nur” katına yükselten.

Bu ancak Tanrı ilhamıyla dolup dolup boşalan bir gönlün başarabileceği bir şeydir.

” Tanrı ilhamı insana bir lütuftur”  Pascal.

Tanrının ruhumuzu ilhamıyla ışıtabilmesi O’na duyacağımız aşk nispetindedir.

Masivayı,  gönlün nesnesi yapmış olan insanın gönlünde Tanrıya yer kalmaz. Gönlün nesnesi neyse ilhamı odur.

Bir arabayı, bir araziyi, bir kadını elde etmek için gece gündüz çabalayan bir insanın gönlü bunların ilhamıyla dolar, rüyaları dahi ona göre olur. Tutkuyla peşinde oldukları nesnelerin adeta tutsağı olurlar, nesnenin nesnesi durumuna düşerler.

Oysa tüm benliğiyle tüm düşünceleriyle Tanrıya yönelen insanın gönlü Tanrının ilhamıyla dolar. Nesnelerin tutsaklığından kurtularak, nesnelerin nesnesi değil öznesi olur. Tanrıyla “birlik” olmanın gücüyle davranır.

Toprağın ve öküzün efendisi olur. Çünkü onu köleleştiren nefsinin efendisi olur.

Unutulmasın ki, nesnelerle gönül birliği, bir yok varlığın yoklukla birliğidir.

Gönlün Tanrıyla birliği bir yok varlığın Mutlak varlık” la birliğidir.

Ancak Mutlak Varlıkla, Var durumuna geçebilecek potansiyeli barındıran gönül, kendini nesnelerle sınırlaması, bu potansiyeli gerçekleştirmekten alıkoyar. Dolayısıyla gönül içinde taşıdığı sonsuzla sonsuz olma aşkınlığını, güzelliğini, yüceliğini gerçekleştiremez.

Bu özünü yaşayamayan, kendine aç bir gönüldür. Kötülüğün, nefretin, sonu gelmez hırsların doğduğu nefse sahip insanların gönlüdür.

Nesnelerin yokluğunda kendini var zannıyla var eden nefistir.

 İnsanı “aşki gönlün” var etmesi Mutlak Var’ladır. “Nefsi gönlün” var etmesi, sonlu “var” ladır.

Birincisinde gönül geldiği kaynağa rücu ederek Var’da “hakikat parçası” olarak var olur. Diğerinde gönül, geldiği kaynaktan uzaklaşarak, bir “var zannı” olur.

Oysa gönül bir varmış zannıyla açlığını gideremez, Hakikatten nasiplenmek ister, bu yönde tecellilere uğramak ister. Ama bu nefsi bir gönlün tecrübe edeceği şeyler değildir.

Tanrı aşkıyla, Tanrı ilhamıyla dolu bir insanın aşki gönlüne Hakikatten bağışlanacak tecelliler sonsuzdur.

Aşki gönlü, yokluktan varlığa, hayalden hakikat duygusuna götürecek tecelliler bağışı sonsuzdur.

Açlık bu sonsuz tecellilere duyulduğunda, önünüze alemin en ulvi sofraları kurulur

Hakkın tecellisi sonsuz ve sayısızdır, bundan ötürü bıkkınlık oluşmaz. Hakkın tecellisine kanaat etmek keremine ihtiyacım yoktur demektir, küfürdür. Her tecellinin ötesinde daha yüce bir tecelli olduğunu bilerek o tecelliyi aramak ummak gerekir.” Giritli Aziz Efendi.

Tecelli açlığı gönül açlığıdır, Sofrası aşk, gıdası muhabbettir.

“Nefsi açlık” çekenler değil, “kalbi açlık” çekenler oturabilir bu sofraya.

Bu sofradan beslenerek halden hale giren ruhun ayakları varlıkta zirveden zirveye tırmanır.

Ruhunuzun, Mutlak Ruhu  “Temaşa” etmesinin eşsiz anlarını yaşayan insanın tecrübesi, aslında kendisini en hakiki biçimde tecrübe etmesidir.

Nefes aldığınızda, bağırdığınızda, oturup kalktığınızda, size bir “yaşayan” olduğunuz “algısı” verilir, ama bu hakikaten olduğunuz duygusuna karşılık gelmez.

Nefsi gönlün, dünyayı zaptetmek isteyen hırsı, yeterince hakikatini duyamayışının yarattığı yokluktan nemalanır.

Bu nefis tarafından bir türlü duyulamayan kendinin hakikati, “varlığını” dışarıya alabildiğine yaymanın umarsız formülü haline gelen, malı mülkü, iktidarsal etkiyi artırmakla duyulmaya çalışılır.

Yokluğun hengameli zirvesine tam da böyle şatafatlı adımlarla yürünür.

Oysa insan yokluğunu, simetrik bir varlığa sıçratabilir.

Bunun için ona gerekli olan aşki bir gönülle Tanrıya yönelmektir.

O zaman bir varlık olmanın zannı değil, sahicilik duygusu kendiliğinden ona akmaya başlayacak, onu varlığın zirvesine doğru yolculuğa çıkaracaktır.

 

… İnsan üzerine okumak için…

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz. 

 

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

  

İnsan’sız Sinema Olur mu?

Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.

Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz. 

 

Ölümden Bahseden Kitap

Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak?  Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz. 

Zaman’ı düşünmek, Zaman’ı yazmak

Zaman insanın hissiyatıyla algılayamadığı, bilimsel, düşünsel, hatta psikolojik boyutları olan bir gerçeklik.  Zaman yaşadığımız hayatın kendisi. Ama bu kadar önemli olan Zaman ile aramıza mesafe koymak, Zaman’ın dışına çıkıp onu keşfetmek mümkün mü?

Zaman konusundaki bu ilk kitabımızda Derin Düşünce yazarları zor bir işe girişiyorlar: Zaman’ı düşünmek ve Zaman’ı yazmak. Zaman’ın NE? olduğunu sorgulayacağımız ikinci kitaptan önce NASIL? olduğuna baktık bu ilk makalelerde. NE? ve NASIL? soruları Zaman’a bakışımızda ana ekseni oluşturuyor çünkü bilimsel yolla, deney ve gözlemle ilerleyemediğimiz anlarda düşüncenin yardımına Sanat yetişiyor. Buradan indirebilirsiniz. 

 

 

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin