Mutlu Günler (Samuel Beckett)
By Tûba Sarıgül on Oca 16, 2012 in Hayat, Kitap Sohbeti, Ölüm, Varlık, Yokluk
“…hiç sürünmedim hayır rahvan rahvan hayır sağ bacak sağ kol ha it ha çek on metre on beş metre hayır hiç kımıldamadım hayır hiç acı çektirmedim hayır hiç acı çekmedim yanıt yok HİÇ ACI ÇEKMEDİM hayır kimseyi terk etmedim hiç hayır kimse terk etmedi beni hiç hayır işte yaşam bu yanıt yok İŞTE YAŞAMIM BU BENİM çığlıklar peki…” (Samuel Beckett, Acaba Nasıl?)
Ölüm insan varlığının mutlak yok oluşu mudur yoksa sonsuz yaşama atılan ilk adım mıdır? Varoluşsal problemlerin ortaya çıkış noktası belki de insanın ölüme yazgılı olarak dünyaya gelmesiyle başlar. Heidegger’in ifadesiyle ‘Ölüm bir varoluş tarzıdır, böyle bir tarz varlığın doğar doğmaz taşımayı üstlendiği bir varoluş biçimidir.’ İnsan varoluşunun (Dasein) kendi özünü bulabilmesi de ancak ölüm karşısındaki çaresizliğinden, korku ve kaygıdan kurtularak, ölüme karşı durması sonucu gerçekleşebilmektedir.
Ölüm, bir yandan insan yaşamının kısa kesitinin anlamlandırılmasına katkı sağlarken, diğer yandan yaşamın anlamsızlığının, boşunalığının farkındalığını da sağlamaktadır. ‘Sonlu varoluş’ insanın bilincinde olduğu fakat çoğu zaman ‘unutarak’ yaşamak zorunda kaldığı, mutlak bilgisine hiçbir zaman sahip olamayacağı bir durumdur. Her şey bir muammadır; ne olacağı, nasıl olacağı… Hâlbuki yaşarken öyle değildir, her şeyin pratikte olmasa bile teorikte bilgisine haizdir (!) insan. Hangi durumda ne yapacağı önceden düşünülmüştür, belirlenmiştir. Ama ölüm ilktir, herkesin ilk ve son tecrübesidir; kimsenin kimseye ne olduğunu anlatamadığı, akıl veremediği, deneyimlenemeyen, başkasının tecrübesinden yararlanılamayan, herkesin tek başına yaşantıladığı / yaşantılayacağı bir gerçekliktir.
Mutlak son, başkalarının ölümü üzerinden çok da anlaşılamamaktadır. Ölen yakınına ağlayan insan, çoğu kez kendi ölmediği için mutluluk da duymaktadır. Her acı gibi, başkasının ölümü de zaman içinde unutulan, alışılan bir duyguyken, insanın kendi ölümü dünyadaki yaşamının geri dönüşsüz sonudur. Yaşam içerisinde bu sonun dilsel ifadesi her ne kadar ölümün ‘kabul edilmiş’ olduğunu gösterse de, son kertede endişe ve korku duyulan, nasıl ölüneceği, acı çekilip çekilmeyeceği, ölümden sonra ne olacağı kaçılan, tedirgin eden, çıkışsız bırakan sorunsallardır.
İnsanın kendini yaşam içerisinde gerçekleştirmesi ancak doğum ve ölüm arasındaki zaman diliminde mümkündür. Heidegger’e göre zaman, ölüm benimsendiği ölçüde kavranabilir. Doğum öncesi ve ölüm sonrası zaman dışıyken, ‘yaşam’ geçmiş ve gelecek zaman üzerinden şekillenir. Zira yaşanılanlar ve yapılacak olan tüm planlar ölüme odaklanılarak gerçekleştirilir. Bu noktada ölüm hep erken gelen, insana daha fazla şey yapacak ‘zaman’ tanımayan bir olgu olarak kabul edilir.
Ölüm, aklın en büyük yenilgisi olarak da kabul edilmektedir. Çünkü ‘üstün akıl’ ölümü açıklamaktan acizdir, bu yüzden ölüm karşısında tüm güvenilirliğini kaybeder. Modern düşünce ve rasyonalizm ölüme karşı duramaz, genel – geçer kavramlarla onu açıklayamaz. İnsan ölümün gerçek olduğunu bilir, fakat düşüncenin kavrayamadığı tek şey kendi var-olmayışıdır. (Bauman, s.27) Merleau- Ponty bunu ‘Kendimi yalnızca ‘önceden doğmuş’ ve ‘bugün de yaşıyor’ olarak kavrayabilirim; doğumumu ve ölümümü yalnızca kişilik-öncesi ufuklar olarak kavrayabilirim’ şeklinde açıklarken, Sigmund Freud ise ‘Kendi ölümümüzü hayal etmek gerçekten de olanaksızdır; bunu her hayal etmeye kalkıştığımızda, aslında o anda bile bir seyirci konumunda olduğumuzu algılayabiliriz.’ der.
Tüm bu ölüme, yaşama, tanrıya, zamana dair soru işaretlerinin, İkinci Dünya Savaşı’nın acılarını en ağır biçimde yaşayan Avrupa Toplumu’ndaki yansıması ise varlığın anlamı üzerinden kendini göstermiştir.
Akla olan inancını yitiren, her türlü dinsel ve etik değeri de hayatından çıkaran birey hem topluma, hem de kendine yabancılaşarak yaşamayı saçma bir eylem olarak görmeye başlamıştır. Dönemin sanat anlayışı da bu toplumsal değişimden etkilenmiş, hayatın uyumsuzluğu, anlamı üzerine sorgulamalar başlamıştır.
Kendi yarattığı insanların birbirlerini yok etmesine göz yuman, masum insanların çektiği acılara engel olmayan bir Tanrı’nın varlığına olan inanç yok olmuştur. Tanrı’nın yitirilmesiyle ölümden sonraki yaşama olan inancı da kaybeden bireyin, doğum ve ölüm arasındaki sınırlı zaman diliminde kendini nasıl anlamlandıracağı ve var edeceği en büyük sorun haline gelmiştir. Kendi iradesi dışında ‘dünyaya fırlatılmış’ insan bu saçma varoluşu neden ve nasıl sürdürecektir?
Tüm bu ‘saçma varoluş’ durumunun tiyatroya etkisi Absürd Tiyatro akımıyla kendini gösterir. İrlanda’lı yazar Samuel Beckett, bu akımın en önemli yazarlarından biri olarak, özellikle Tanrı kavramının yok olmasıyla, yabancılaşmayı, zaman ve uzamın yitirilmesiyle de ne geçmişini hatırlayan ne geleceğe dair umudu olan bireyin trajik durumunu anlatır oyunlarında.
Yazar 1960 yılında yazdığı üçüncü ve son uzun oyunu Mutlu Günler‘de toprağın ve gökyüzünün sonsuzluğunu simgeleyen bir çölün ortasında sıkışıp kalmış, hareket alanı kalmamış Winnie ve Willie’nin anlamsız ve amaçsız bir dünyada varoluşlarını sorgular.
Mutlu Günler, Beckett’in diğer oyunlarında olduğu gibi birbirini var eden iki karakter üzerine kurulmuştur. Godot’yu Beklerken’in Estragon ve Vladimir’i, Oyun Sonu’nun Nagg ve Nell’i ile Hamm ve Clov’u gibi Mutlu Günler’de de Winnie ve Willie oyun boyunca birbirlerine muhtaç iki karakter olarak çizilmiştir.
Winnie elli yaşlarında süslü bir kadındır. İlk perdede beline kadar toprağa gömülü olan Winnie, ikinci perdede ise artık boğazına kadar toprağa batmıştır, boynunu bile kımıldatamaz haldedir. Kocası Willie ise altmış yaşlarında, bir tepenin ardında ara sıra görünür ve sürünerek hareket eder.
Mutlu Günler’de Beckett’in diğer oyunlarında olduğu gibi Winnie ve Willie’nin başına hiçbir şey gelmez (Winnie’nin toprağa biraz daha batması dışında), ellerinden bir şey gelmez, kendi kendilerine konuşan bir uzlaşıya varamayan iki sakat ve mutsuz kişi olarak oyundaki yerlerini alırlar. Semih Kaplanoğlu’nun ifadesiyle ‘Beckett’in diğer oyunları veya romanlarında karşılaştığımız, varoluşlarıyla hiçbir şeyi değiştirmeyen, bu nedenle de sürekli olarak kendilerinin ve başkalarının kimliklerini, varlık nedenlerini sorgulayan insanlardır. Winnie toprağa gömülü haliyle, Willie de sadece emekleyerek hareket edebilmesiyle ‘kapatılmış’ olduğu çölde ‘ilahi zil’ sesiyle yönlendirilen yaşamı’ temsil ederler.
Oyunda sonsuz evrende göğsüne kadar toprağa gömülü Winnie ve sürünerek hareket eden Willie, bir anlamda varoluşsal çıkmazı simgeler. Karakterlerin durumuyla uyumsuzluk oyunun isminin ‘Mutlu Günler’ oluşuyla gösterilir. Trajik durumunu görmemek için sürekli kendi kendine söylemler bulan Winnie, acı ve üzüntüden kaçmakta, toprağa battıkça mutluluğu artmakta, ölüme yaklaştıkça hayata daha da fazla bağlanmaktadır. Bilinç ve beden çöküntüsü içerisinde, iyimser (!) bakış açısını korumak için çok daha fazla çaba göstermek zorundadır. Trajik durumuna katlanmasını sağlayan ‘mutlu günler’ ifadesi de, içi boş bir söylem olarak kalmaktadır.
‘Bugün mutlu bir gün olacak, eninde sonunda, yeni bir mutlu gün.’
Winnie bir anlamda zil sesiyle periyotlara ayırdığı bir zaman geçirme oyunu oynamaktadır. Varlığı kendine ağır gelen Winnie, halinin ironikliği, komikliği ve trajikliği içinde durumunu katlanılır kılma çabası içindedir. Kalkış ziliyle uyanır, gününe dua ederek başlar, yaşam enerjisiyle ve neşesiyle durumuyla tezat oluşturacak bir duygu durumu içerisindedir.
Bu tezatlık ölüme yazgılı olan insan yaşamının ne denli trajik olduğunun bir resmidir aslında. Winnie’nin içinde bulunduğu korkunç durumu sorgulamayıp, farkında değilmiş gibi davranarak günlük ritüellerini yapması, bir anlamda ‘yaşama uğraşı’sı hem komiktir hem de dehşet uyandırmaktadır. Bu bir anlamda öleceğini bile bile yaşayan insanoğlunun günlük yaşam içindeki uğraşılarının boşunalığını görünür kılarken, Horatius’un ‘Ne gülüyorsun, anlattığım senin hikâyen!’ sözünü akla getirir.
Winnie, yatış ve kalkış ziline göre gün içerisindeki döngüsünü oluştururken, zamanın insan yaşamındaki yeri ve işlevi üzerine de sorgulamaya neden olur. Fakat diğer yandan kalkış zilinin doğumu, yatış zilinin ise ölümü simgelediğini de söyleyebiliriz. Bunu unutarak yaşamaya çalışmanın, düzene karşı çıkmanın ne kertede mümkün olduğu ise yine bir soru işareti olarak karşımıza çıkar.
‘İnsan işitmezlikten gelemez ki. (Susar). Kaç kereler. (Susar). Kaç kereler kendi kendime söylemişimdir, işitme, Winnie, işitme şu zili, hiç umursama, gönlünün dilediği gibi, uyuyup uyanmana bak sen, ya da sana en faydalı olacak bir şekilde, aç kapa gözlerini, böyle yap her zaman. (Susar) Ama hayır. (Gülümser) Daha değil. Hayır hayır.’
Winnie, ölümü bilerek fakat yokmuş gibi davranarak, iki çalan zil arasındaki zaman aralığında, mütemadiyen konuşarak kendini onu dileyen Willie üzerinden var eder. Konuştukça varlığına ve yaşadığına olan inancı büyür. Willie’nin onu dinlemesi ya da anlaması değildir önemli olan, onu duyması yeterlidir. Cevap bile beklemez çoğu zaman. Bilinçli bir düş üreterek, dayanılmaz yalnızlığını katlanılır kılmaya çalışır. Evli olmaları ise ikisinin yalnızlıklarına bir çözüm getirmekten çok uzaktır.
‘Ah evet evet, yalnız kalmaya bir alışabilseydim, Hani şu sürekli konuşmamı dinleyecek tek kişi bile olmasaydı yanımda. (Susar) Senin çok dinlediğini düşünerek böbürleniyor değilim Willie, Allah göstermesin. (Susar) Senin belki de hiçbir şey istemeyeceğin günler. (Susar) O zaman, senin cevap vermediğin, belki de hiçbir şey dinlemediğin anlarda bile hep konuştuklarımdan bir şeylerin işitildiğini sanır, bir çölün ortasında sırf kendi kendime konuşmaktan kurtulurum. Çünkü aklımdan bile geçiremeyeceğim, bir an için olsun katlanamayacağım bir durumdur bu. (Susar) Bana konuşmaya devam etme gücünü bu düşünce veriyor. (Susar) Oysa sen ölmek üzere olsan, ya da eski deyimle çekip gitsen beni bırakıp, o zaman ne yaparım, ne yapabilirim bütün gün, demek istediğim uyanma ziliyle yatma zili arasında? Dudaklarımı ısırarak önüme bakar dururum ancak.’
Willie ise Winnie konuştukça, onu dinledikçe var olur. Bu noktada birbirlerine muhtaçtırlar. Birbirlerini tamamlayarak bütün o anlamsızlığın içinde korkuyu unutmaya, farkında değilmiş gibi davranarak yaşamaya çalışırlar.
Winnie konuşmadığı zamanlarda ise içinde gündelik eşyaları bulunan çantasıyla uğraşır. Diş fırçası, ruj, tırnak törpüsü, ayna, müzik kutusu ve tabancasının olduğu çantasına bağlılık Winnie’nin nesnelerle kurduğu ilişkinin tezahürüdür. Özellikle ayna varlığının kanıtı için elzem bir nesnedir. Görmek ve duymak hala hayatta olduğunun, ‘var’ olduğunun en önemli kanıtlarındandır.
Fakat eşyalar içinde bulunan diş fırçasının üzerindeki ‘garantili’ yazısını defalarca okuyarak Winnie, insan yaşamının belirsizliğine rağmen cansız bir nesnenin ömrünün öngörülebilir ve biçilebilir olmasının algıda yarattığı korkunç travmayı görselleştirir.
Çantadaki tabanca intiharın oyun kişileri için mümkün olduğunu gösterirken, kullanılması her şeyin anlamsız olduğu bu varoluş düzeni içerisinde intiharı anlamlı kılmamak için kullanılmaz. Silah oyun kişileri için sadece bir alternatiftir, fakat Beckett’in oyun kişileri hiçbir zaman bunu çözüm olarak kullanmazlar.
‘Senin orada olduğunu bilmek benim için büyük rahatlık, ama bıktım artık senden. (Susar) Seni dışarıda bırakacağım, bunu yapacağım sana. (Tabancayı sağ yanına koyar.) Orada kal, bugünden sonra orasıdır senin yerin.’
Winnie’nin monoloğa dönen konuşmaları, onun düşünmesini engelleyen, onu varoluş yükünden kurtaran yegâne araçtır. Can sıkıntısıyla çoğu birbirinden kopuk, anlamsız sözler sarf ederken, dilin iletişimi sağlayan bir araç olduğu kanaatini de sorgulamaya neden olur.
Oyun kişilerinin ölümü unutup, yokmuş gibi yaşayarak onu kendilerinden uzak tutacaklarına olan inançla, hem kötüleşen durumlarına rağmen şükrederler hem de şikâyet etmekten korkarak kendilerince umutlu söylemler bulma çabası gösterirler.
‘Şikâyet edemem. Hayır hayır, etmemeliyim. (…) Ara sıra gelen hafif bir baş ağrısı. Bir gelir, bir gider. Çok şükür, binlerce şükür. Dualar belki de boşa gitmiyor’
Fakat kaçınılmaz ve mutlak son onları beklemektedir. Gökyüzünün sonsuzluğu ölümsüzlüğü simgelerken, onlar oraya ulaşmayı hayal ederken, insan toprağa bağımlıdır ve ölümlüdür.
‘Hani burada bir güç beni böyle tutuyor olmasa göğe doğru hızla uçar gidermişim duygusu durmadan büyüyor içimde. Belki bir gün yer beni bırakıp salıverecek, çünkü bu çekim öyle büyük ki, evet, bütün çevremi çatır çatır kırıp yerinden söktüğü gibi beni yukarılara sürükleyecek. Sen hiç böyle bir duyguya kapıldın mı, Willie yukarıya emilme duygusuna?’
Mutlu Günler, Willie’nin şık kıyafetler içerisinde sürünerek Winnie’ye ulaşma çabasıyla son bulur. Varoluşlarının kanıtı konuşma ve dinleme eylemi sonlanırken, Beckett’in karakterleri varlık ve yokluk arasındaki o ince çizgide buluşurlar.
Varlığının farkında olan ve bir ömür boyu bunu kanıtlamak için çaba harcayan insan, şimdi ölümü nasıl karşılayacaktır? Ölümü kavrayabilecek midir? Onu mutlak bir yok oluş mu bekliyordur yoksa sonsuz yeni bir yaşam mı? Tanrı var mıdır? Modern insan, tüm yaşam pratiğini neredeyse bilimsel verilerle ortaya koymasına karşın son kertede ölümü anlamlandıramaz ve açıklayamaz. Beckett ise varoluşun zaten başlı başına anlamsız olduğunu söyler.
‘Bu dünyanın anlamı olduğu aslında bizim bir kuruntumuz. Biz bu dünyanın, bu dünya üzerinde yaşayan bizim yaşamlarımızın bir anlamı olduğunu varsayıyoruz ama aslında böyle bir anlam yok. Bu anlam arayışı bizim dünya üzerinde kendi varoluşumuzu anlamlı kılma çabalarımızın bir uzantısı. Biz böyle bir anlamı bulmaya zorunluyuz, yoksa anlamsız olduğunu kabul edersek her şeyin, bu ‘saçma’ varoluş durumuna katlanamayız, yaşam bizim için bir cehennem halini alır, nitekim de bu yakıcı sorunun peşine düşenlerin yaşamları bunaltıcı bir cehennemdir. Peşine düşmek de bir eylemlilik halidir, aslında böyle bir eylemlilik hali de yok, biz edilgeniz, ve varoluşun gerçekliği bize kendini dayatır: Ben anlamsızım der bu varoluş, boşuna bir anlam bulmaya çalışma!‘
Aslında Beckett’in anlamsız kabul ettiği bu varoluş, bir yandan hayatın hakikatini anlamamız ve görebilmemiz için düşünme çabası içerisine girmemizi sağlar. Zira her şeyin aynı gibi göründüğü bu sonsuz çölde aslında hiçbir şey aynı kalmamaktadır. Varlığın yüküyle yola koyulan insan, yaşam boyu bir çıkış noktası bulmaya çalışır.
Ölümün mutlak son mu yoksa çıkış noktası mı olduğunun ayırdına varmak ise kişinin hakikatle yüzleşmesi sonucunda anlaşılacaktır. Aydınlık ve karanlık, yaşam ve ölüm… İşte tam da bu noktada zaten insan ya hiçlikle yüzleşecektir yahut sonsuzlukla.
KAYNAKLAR
1- Samuel Beckett, Mutlu Günler
2- Ayşegül Yüksel, Samuel Beckett Tiyatrosu
3- Ümran Türkyılmaz, Beckett’in Mutlu Günler Oyunu Üzerine Bir İnceleme
4- Burcu Doğan, Samuel Beckett’in ‘Mutlu Günler’ Adlı Oyunundaki ‘Winnie’ Rolüne Çalışma Süreci
5- Zehra İpşiroğlu, Uyumsuz Tiyatroda Gerçekçilik
6- Zygmunt Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri
7- Emmanuel Levinas, Tanrı, Ölüm ve Zaman
8- Martin Heidegger, Varlık ve Zaman
9- Semih Kaplanoğlu, Problemsizlik Özlemine Karşı: Mutlu Günler
… Biraz daha okumak için…
Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak? Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz.
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
Zaman’ı düşünmek, Zaman’ı yazmak
Zaman insanın hissiyatıyla algılayamadığı, bilimsel, düşünsel, hatta psikolojik boyutları olan bir gerçeklik. Zaman yaşadığımız hayatın kendisi. Ama bu kadar önemli olan Zaman ile aramıza mesafe koymak, Zaman’ın dışına çıkıp onu keşfetmek mümkün mü?
Zaman konusundaki bu ilk kitabımızda Derin Düşünce yazarları zor bir işe girişiyorlar: Zaman’ı düşünmek ve Zaman’ı yazmak. Zaman’ın NE? olduğunu sorgulayacağımız ikinci kitaptan önce NASIL? olduğuna baktık bu ilk makalelerde. NE? ve NASIL? soruları Zaman’a bakışımızda ana ekseni oluşturuyor çünkü bilimsel yolla, deney ve gözlemle ilerleyemediğimiz anlarda düşüncenin yardımına Sanat yetişiyor. Buradan indirebilirsiniz.