İslam’ın vizyonu (Hamza Yusuf)
By Ekrem Senai on Oca 21, 2012 in Çeviri, Hamza Yusuf, islamcilik, Kitap Sohbeti
“…Bu insanlar yaşamlarını bu işten kazanıyorlar ve bu yüzden anlattıklarına inansalar da inanmasalar da para kazanmak için anlatmak durumundalar. Dine inanmadan din anlatan birçok insan var. Bu yaklaşım dini öğrenmek isteyenler açısından bir problem. […] Arnold Toynbee’nin ifadesiyle Papa 80 yıl boyunca müslümanlara cizye ödemiştir. Yani Katolik Kilisesi’nin İslam egemenliği altında olduğu bir zaman yaşanmıştır. İslam, kuzey iklimlerine, Danimarka’ya kadar ulaşmıştır. Vikingler Müslüman olmuşlardır, Vikingler İspanyol ve Portekiz Müslümanlarına karşı savaşmış, bu sırada bazıları Müslüman olmuş, bazıları Danimarka’ya dönmüş, bir kısmı da İspanya’da kalmış ve Norman olarak İngiltere’yi işgal etmişlerdir. İrlanda bağlantısı da çok ilginçtir. İrlandalıların Müslümanlarla bağlantısı çok eskidir. Protestanlığın İrlanda’ya gelmesinden daha eskidir. İrlanda’da Arapça yazıların bulunduğu manastırlar görülmüştür. İrlanda kiliselerinin bir kısmında ‘Bismillahirrahmanirrahim’ levhası bulunmuştur. İrlanda müziği Endülüs Arap müziğinden etkilenmiştir ki bu da Fars müziğinden etkilenmiştir…”
Hamza Yusuf’un İslam’ın Vizyonu kitabıyla ilgili yaptığı bir değerlendirme konuşmasının tercüme edilmiş deşifresidir.
Bölüm 1
Murata ve Chittick’ın ‘İslam’ın Vizyonu’ kitabı üzerinden konuşmaya çalışacağım. Bu kitabı daha once müslüman olmayan bir öğretmen grubuna anlatmıştım. Giriş bölümü okuduğum en iyi İngilizce metinlerden biri. İslam geleneğine ait derinlemesine bir tahlil yapıyor. Bu kısmı birkaç defa okudum, neden bu kitabı bu kadar sevdiğimi hatırladım. Sadece müslüman olmayanlar değil, müslümanlar için de oldukça faydalı bir kitap. Batı’da dine iki yönlü bakış olduğundan bahsetmesi takdire şayan konulardan biri. Sözlükte adına ‘dini gelenek’ deniliyor, üniversitede hikaye etme yaklaşımı (narrative approach) ve tanımlama yaklaşımı (descriptive approach) tabirleri kullanılıyor. Tanımlama yaklaşımı en yaygın olanı, Antropolojik yaklaşım, dinin toplumda nasıl tezahür ettiğini gösteren bir yaklaşım. İnsanlar nasıl yaşıyorlar, dinlerini, dinlerinin gereklerini nasıl ifade ediyorlar. Bu yaklaşım insanların fiillerini içermekle birlikte din tarafından tesis edilmiş uygulamaları da içeriyor. Aynı zamanda tuhaf şeyleri de içeriyor çünkü insanoğlu garip şeyler yapar ve bunları genellikle din adına yapar ve bir süre sonra bunlar dinin bir parçası olarak görülür.
Din uzmanı perspektifinden, kendini adamış insanlardan bahsediyorum. Çünkü Batı’da adanmış uzmanlar olduğu gibi, Dr.Cleary’nin ifadesiyle ‘cüzdan uzmanı’ da çok var. Bu insanlar yaşamlarını bu işten kazanıyorlar ve bu yüzden anlattıklarına inansalar da inanmasalar da para kazanmak için anlatmak durumundalar. Dine inanmadan din anlatan birçok insan var. Bu yaklaşım dini öğrenmek isteyenler açısından bir problem.
California Üniversitesinde din derslerine katıldım. Bir gelenek içinde bulunan, o geleneğe inananların anlattığı dersler çok farklıydı. Zen Budizmine derin ilgisi olan dindar bir Katolikten aldığım ders böyleydi mesela. Dine inanmayan kişilerin sınıflarında ise, ne kadar objektif olmaya çalışsalar da, bir problem vardı. Aslında bu insan doğasının gereği. Bizler her şeye filtrelerle bakarız. İslam’a bakış da bu filtrelerden geçer. Müslümanlar dinlerini anlasalar da, anlamasalar da dinlerine savunarak bakarlar. Bazı Müslümanlar vardır ki bence dinin mesajını anlasa, dinden çıkabilir, çünkü onun dünya görüşüyle uyumsuzdur. Bazı Müslümanlar da vardır ve bence çoğunluk böyledir, dini öğrenmeye başladıkça bu onların kanaatlerini kuvvetlendirir. Bazı Müslüman olmayanlar İslam’ı araştırdıklarında müslüman oluyorlar. Bazıları ise, İslam’a karşı daha çok bileyleniyor. Bazıları ise müslüman olmamakla birlikte geleneğe derin saygı besliyorlar. Yani herkes filtrelerden bakıyor ve bu kitabın giriş bölümünde de bu durum anlatılıyor.
Kitapta şöyle diyor: “Müslümanların İslam’ı öğrenmeye ihtiyaçları var, çünkü dinleri hakkında çok az şey biliyorlar ve genellikle savunma konumundalar” ve bu tespit kesinlikle doğru. Müslümanların çoğu dünya algısına yansıyacak derin bir din bilgisine sahip değil. Birçok Müslümana en temel soruları sorun, aldığınız cevaplar sizi şaşırtacaktır. Batılılar da hiçbir şey bilmiyorlar ama insiyaki olarak düşmanlık besliyorlar, böyle bir ortamdayız. Dr.Cleary’nin ‘Zen Cohen’ kitabında bahsettiği şeylerden biri bu. Kendini çok liberal, açık fikirli, ön yargısız gören Amerikalılar konu İslam olduğunda en keskin önyargılarını sergileyebiliyorlar ve bunu kesinlikle hiçbir bilgi sahibi olmadan yapıyorlar. Başka bir konuda konuşsa kendini önyargılı hissedeceği, adaletsiz olacağını düşüneceği halde konu İslam olunca kantarın topuzu kaçıyor. Birçok insandaki bu düşmanlık çok ilginç. Bu düşmanlığın birçok sebebi var. Tarihi sebepleri var. İslam yüzyıllarca dünyanın büyük bir bölümünde en büyük güçtü. Bu sebeple, bazı insanlar Müslümanlarla uyum içinde yaşarken, bazıları böyle değildi. Örneğin Çinliler ile Müslümanların güzel bir ticari ilişkileri vardı. Biliyorsunuz Çin birçok müslüman ülke ile komşudur ve Çin’in büyük sayılabilecek bir kısmı müslüman olmuştur. Çinlilerin İslam’la çok erken zamanlarda tanıştığına dair bilgiler vardır. Bir Çinli alim, kitabında, Çin’den bir delegenin Medine’de Hz.Peygamberle (SAV) görüştüğünü, bir başka delegenin ise Ömer ibn Hattab (RA) ile görüştüğünü anlatır. Yani Çinliler çok erken bir zamanda İslam’la tanışmışlar ve Müslümanlarla gayet iyi ilişki kurmuşlardır. Savaşlar da olmuş, 8.yy’da bazı Çinli kağıt üreticileri savaşta esir edilmiş ve Bağdat’a götürülerek Müslümanlara kağıt yapmayı öğretmeleri istenmiştir, Kağıt 1. yüzyılda Ts’ai Luin adında bir Çinli tarafından bulunmuştur ve bu buluşundan dolayı tarihin en önemli kişilerinden biri kabul edilir. Müslümanlar Afrikalılarla da genellikle iyi ilişkiler içinde olmuştur. Birçok Afrikalı Müslüman olmuştur. Kara Afrika’da, güney Afrika’da iyi ilişkiler kurulmuş, bunun yanında kölelikten dolayı bazen düşmanlıklar da olmuştur. Ama çoğunluğu Müslüman olmuştur. Batı Afrika’da da köle ticaretiyle ilgili bir düşmanlık olmuştur. Nijerya’nın Ebo bölgesi veya Euroba’ya inmişlerdir. Ve Euroba’nın çoğu Müslüman olmuştur ama düşmanlık da vardır, yani bazı bölgelerde iyi ilişkiler gelişirken bazı bölgeler problemli olmuştur.
Batı genellikle İslam’la düşmanca bir ilişki içinde olmuştur. Başlangıçta durum her zaman böyle değildi, tarihin bazı sayfalarında, mesela İspanya’da, müslümanların, Hristiyanların ve Yahudilerin uyum içinde yaşadıkları ve kültürel gelişimin göze çarptığı bölgeler de vardı. İtalya’nın büyük bir bölümünün Müslüman egemenliği altında olduğu bir zaman dilimi olmuştur ve Arnold Toynbee’nin ifadesiyle Papa 80 yıl boyunca müslümanlara cizye ödemiştir. Yani Katolik Kilisesi’nin İslam egemenliği altında olduğu bir zaman yaşanmıştır. İslam, kuzey iklimlerine, Danimarka’ya kadar ulaşmıştır. Vikingler Müslüman olmuşlardır, Vikingler İspanyol ve Portekiz Müslümanlarına karşı savaşmış, bu sırada bazıları Müslüman olmuş, bazıları Danimarka’ya dönmüş, bir kısmı da İspanya’da kalmış ve Norman olarak İngiltere’yi işgal etmişlerdir. İrlanda bağlantısı da çok ilginçtir. İrlandalıların Müslümanlarla bağlantısı çok eskidir. Protestanlığın İrlanda’ya gelmesinden daha eskidir. İrlanda’da Arapça yazıların bulunduğu manastırlar görülmüştür. İrlanda kiliselerinin bir kısmında ‘Bismillahirrahmanirrahim’ levhası bulunmuştur. İrlanda müziği Endülüs Arap müziğinden etkilenmiştir ki bu da Fars müziğinden etkilenmiştir çünkü birçok Müslüman müziğinin kaynağı burasıdır. Bu tarihin büyük bir kısmı bilinmiyor. Bilinmemesinin sebebi birçok insanın tarihi kaynakları okumaması. Tarihçiler sadece belirli alanlara yoğunlaşıyorlar. İslam konusuna ilgi duyanlar doğal olarak Müslümanlar ve ne yazık ki tarihle ilgilenen çok az müslüman var. Nabil Matar’ın kitabı ‘İngiltere’de İslam’ önemli bir kitap fakat sadece bir başlangıç çünkü İngiltere’de bir Müslüman dönemi vardı, üzerinde ‘Bismillahirrahmanirrahim’ yazılı paralar basılmıştı. Renegadolular vardı, bunlar Avrupalıydı , Müslüman olup ülkelerine döndüler, İngilizler Fas gibi yerlere gittiler. Müslüman olan bir İngiliz vardı ve Fas’ta bakan oldu. Tarih çok geniş bir alan, bütün bunları incelemek gerekiyor. Düşmanlık dönemleri olmuştur, çok düşmanca olmayan dönemler olmuştur ama genel kural olarak Avrupalılar Müslümanları kendilerine derin tehdit olarak görmüşlerdir. İspanya’da, İspanyolların işlerin yolunda olduğunu söylemesinin bir ifadesi ‘kıyıda hiç Fas’lı yok’ demektir, bir diğer ifadeyle ortalıkta hiç Müslüman yok. Hala güney İspanya’da işler yolunda demek yerine bu ifade kullanılır. Ayrıca Roland şarkısı var. Sizlerden edebiyat okumuş ve Newton antolojisi gören varsa, Roland şarkısını okumuşsunuzdur. Roland şarkısı Roland’nın Faslı müslümanlardan geri alınışı anlatır. Charles Martell, 8.yüzyılda Müslümanları savaşta püskürtmelerinin nasıl bir dönüm noktası olduğunu anlatır. Geri dönerler, Batı Avrupa’daki seferleri durdururlar ve sonraki 800 yıl İspanya’ya odaklanırlar. İspanya’daki İslam, Avrupalı İslam’dır ve diğer tarafta Osmanlılar cihad fikrini ve İslam’ı kılıçla yayma fikrini tekrar getirmişler ve Hristiyan-Doğu Avrupa’ya seferler düzenlemişler ; Viyana’ya kadar gitmişlerdir. İnsanlar bilmez belki, kruvasan (croissant) Viyanalı bir fırıncı tarafından müslümanları yenilgiye uğrattıktan sonra crescent (hilal)’I yenmenin ve yemenin zevkiyle hazırlanmış bir yiyecektir.
Tarihten gelen bir düşmanlık vardır ama genellikle birçok Batılı insan, birçok doğu Avrupalı gibi tarihle ilgilenmez. Ama bir ülkede yaşıyorsanız büyük ihtimalle Haçlı Tavşan (http://en.wikipedia.org/wiki/Crusader_Rabbit) gibi karikatür karakterlerle büyümüşsünüzdür. El Cid (http://en.wikipedia.org/wiki/El_Cid) gibi filmlerde faslılar hep kara yağız ve vahşi gösterilir. Eski filmlerde mesela ‘Rudolph Valentino’nun The Sheik’de (http://en.wikipedia.org/wiki/The_Sheik_(film)) Müslümanlar oldukça romantiktir ama sonunda karakterin aslında Arap olmadığı ortaya çıkar, o bir Avrupalıdır ve Avrupalı kızı alması en doğal hakkıdır. Düşmanlık fikri ciddidir ve Müslümanlar bu konuda düşünmelidir fakat Batılılar da İslam’a daha az düşmanlıkla bakmak konusunda kendileri ile mücadele etmelidir. Bu zor. Bu kitap İslam’I Müslümanlara doyurucu bir şekilde anlatmaya çalışıyor ve bunu gayet iyi yapıyor. Sizlere problemli birkaç noktayı aktarmaya çalışacağım, bunun İslam’ın anlaşılması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bu sınıfta bu dersi vermemin sebeplerinden biri İslam hakkında unuttuğumuz şeylerden birini aktarmak, holistik geleneği. Bu bütünselliktir. Kur’an der ki, ‘siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmıyor musunuz?’ İslam’I Kabul ederseniz, ona teslim olursunuz. Bunun anlamı bütünsel dünya görüşüne teslim olmaktır. Dünyaya Müslüman gözüyle bakmaktır, dünyaya Batı üniversitelerinin veya Batı dünyasının perspektifiyle bakıp görüşlerini bulandırıyorlar ve durumun vehametinin farkında bile değiller. Yaratıcı ile irtibatı kopuk birçok Müslüman var. Günlük hayatlarında aşkın olanla hiçbir ilişkileri olmuyor; yaşamları ruhsallıktan, anlamdan tamamen uzak.
Bir başka ilginç nokta şu: William Chittick’in en azından bir süre geleneksel medrese eğitimi aldığını, ve bu yüzden geleneksel metinlerin tercümesi konusunda usta olduğunu biliyorum. Çünkü yaptığı tercümeleri okudum ve bu işi ne kadar ustalıkla yaptığının farkındayım. Klasik metinlerin başlangıç okuyucuları için çok zor olduğu söyleniyor. Bunlar farklı bir kültürel çevreden gelen insanlar için yazılmamış, yazarlarla aynı paralelde düşünen, aynı dünya görüşünü paylaşan kişiler okuyacak diye yazılmış kitaplar. İmam Gazali’nin 6.yüzyıl Doğu İslam’ını anlattığını unutup kendi standartlarını imama uydurmaya çalışmak, doğru ve adil değildir. Diğer taraftan İmam Gazali geleneği günümüzde de kullanabileceğimiz bizimle ilgili, evrensel şeyler söylüyor. Diğer taraftan İmam Gazali’nin kitabında günümüzle ilgili olmayan, kendi zamanı ve bölgesiyle ilgili bölümler de var.
Bu kitapların ileri düzey entelektüel bilgiye sahip kişiler muhatap alınarak yazıldığı söylenebilir. Lisans düzeyi eğitim sistemimizde nadiren gördüğümüz, lisans altında ise hiç görmediğimiz bir eğitim tipi bu. Geleneksel İslami metinlerle uğraşan biri, örneğin İmam Gazali, birçok eserinde – hepsinde değil çünkü bazı eserlerini halk için, herkesin anlayabileceği şekilde yazmıştır- okuyucunun gramer, retorik, mantık, diyalektik, nazım ve nesir konusunda eğitimli olduğunu farzeder. Matematik konusunda siz zaten bilgilisinizdir. Kitabını yazarken bu varsayımlara göre yazar, dolayısıyla Arapça bilseniz bile mantık bilmiyorsanız ortalama Arapça okuyucunun anladığı anlamdan çok farklı bağlamda bir şey söylediğini anlamanız mümkün olmaz. Onun anlamı farklıdır, teknik bir kelimedir, teknikle ilgilidir. Klasik metinlerle çalışmak için kişi klasik eğitimden geçmelidir, bunu yapmazsanız anlayamazsınız. Bu yüzden klasik metinlerde çok büyük tercüme hataları görüyoruz çünkü insanlar metni incelemek için gerekli temel bilgilere sahip değiller.
Metinler bir konunun ana hatlarıdır. Geleneksel metinler üzerine açtığımız sınıflardaki öğrencilerimiz bunu bilmelidir. Metinler sadece ana hatlardır. Anlamların veya yorumların mandallandığı iplerdir. Geleneksel Müslüman dünyanın bilgiyi iletme şekli budur. Gramer öğrenmek bir şiiri anlamak için yeterli olmaz, yorum ilmini de öğrenmek gerekir. Tüm örnekler çalışılmış olmalıdır ki kurallar anlamlı hale gelsin. Şimdi öğrenciler kütüphaneden kitap alıp ertesi hafta bırakmak nedir bilmiyor. O kitabı satın almıyorsun, onu elle kopyalamak ve bir ustayla kelime kelime aylarca, yıllarca çalışmak gerek. Şahsen bazı metinleri, yayınlanmadığı ve bulunamadığı için elle kopyalamak durumunda kaldım. Bundan çok faydalandım ve böyle bir imkanım olduğu için mutluyum. Oturup hocamla kelime kelime metin yorumladık. Onlarca kitabı hocam ile bu şekilde çalışmanın etkisi büyük oldu. Şeyh Muhammed bu şekilde yüzlerce kitabı bitirdi. Babasıyla birlikte 400 kitabı mütalaa ettiler. İyi bir eğitim aldıysanız, tek başınıza mütalaaya başlamadan once en az 30-40 kitabı bir hocayla birlikte mütalaa etmiş olmanız gerekir.
Bir ilginç konuya daha temas edeceğim. Birçok çağdaş Müslüman ‘eskimiş malzemelerle’ uğraşmaktan bıkmış gibi görünüyor. Entelektüel miraslarını kenara itmeye ve bunu bilimsel çabalarla, mesela sosyolojiyle değiştirmeye çalışıyorlar. İslami mirasın gereksiz ve Kur’an’ın yeterli olduğunu söyleyerek bu insanlar zamanın ruhuna teslim oluyorlar. Eski yorumları dikkate almayanlar, metinleri günümüz baskın dünya görüşü ışığında ele almak durumunda kalıyorlar. Bu, kendi zamanını büyük geleneğin ışığında aydınlatan büyük otoritelerin takip ettiği yoldan çok farklı bir yol. Antik geleneğin güzelliklerinden biri, 12.yy’da yazan bir yazar, 3. Ve 4.yy yazarları ile aynı dünya görüşü ile yazıyor ve yorumda bir süreklilik var. Zamanın ayartmalarına boyun eğmiyorlar. Modernlerin yaptığı şeylerden biri herşeyi kendi zamanı içinden değerlendirmeleri. Sonra bu insanlar arkalarına bakıp ne kadar komik sonuçlara ulaştıklarını görüyorlar. Bu yüzdendir ki 19.yy’a baktığınızda kafatası bilimi kişiliği anlamanın en güncel yoluydu ve insanların kafatasındaki şişkinliklerden karakter analizi yapıyordu. Bu 19.yy’da son derece bilimsel görünüyordu. Bugün dile getirilen fikirlerin de 50-100 sene içinde benzer bir duruma düşeceği beklenebilir. Bu tehlikelerden sadece biri.
Kitapta bahsedilen bir diğer konu da şu: Entelektüeller ilgisiz detayları tartışmak için büyük zaman harcıyorlar. Müslüman alimler bazı şeylerle ilgili çok fazla detaya girmişler ve bunların ilgisiz konular olduğuyla ilgili bir anlayış var. Aslında onların tartıştıkları günümüz dünyasında da tartışılmaya devam ediyor ve devam eden anlamsal analizler var. Dilin derinlemesine analiziyle ilgilenen insanlarımız var. Tarihte böyle müslümanlar bulursunuz. Gramer konusunda en olağanüstü alimler Irak’ta 3.,4. Ve 5.yüzyılda ortaya çıkıyor. Bir doktora tezi var, modern dil teorisinin, aslında 3.ve 4.yy’da Irak’ta çıktığını gösteriyor. Bunları çalışan dil bilimciler bunları okumuş ve kendi fikirlerini ortaya koymak için kullanmışlar. Mark Twain şöyle der: ‘eskiler en güzel fikirleri bizden çalmışlardır’. Eskileri okumak kadim bir hiledir. En popüler yazarların bazılarına baktığınızda, ve klasiklerle karşılaştırdığınızda malzemeyi nereden aldıklarını ve ama bunları nasıl güncel gibi sunduklarını ve nasıl yeni hale getirdiklerini görürsünüz. Epictitus, ‘bana 2000 yıl once Roma’da yaşamış bir köle nasıl yardım edebilir?’ diye soruyor kitabında.
Son olarak diyor ki; “biz yazarların kendi lensleri vardır. Bazıları bizi İslam’ın vizyonunu İslam entelektüel geleneğinde ve özellikle Sufi geleneğinde aradığımız için yadırgayabilir ama İslam içindeki bu perspektiflerdir ki geleneğin en bilinçli yansımasını sağlar”. Çalıştıkları entelektüel gelenek, klasik gelenek. Sufi gelenek, insanların hakkında kötü konuştuğu Sufi gelenek değildir. Eski alimler, büyük alimler kendi ruhsallığı içinden köklenen bir perspektife sahip olmuşlar ve İslam’ın yorumu ve açıklamasını buna dayanarak yapmışlardır. Bunun adı tasavvuf ilmiydi. Dolayısıyla bu bir keşif değil, bu geleneğin bir parçası ve onların gösterdiği de bu.
Şimdi giriş bölümünde dinin Hz.Peygamber vasıtasıyla (SAV) gelen Kur’an ile kurulduğunu söylüyor. Müslüman, Allah’ın iradesine teslim olan ve İslam dinini takip edendir. Kur’an Hz.Peygamber (SAV)’e Cibril ile iletilmiş olan kitaptır, ana tema bu. Ayrıntılamak için, 1400 yıldan fazla bir zaman önce Mekke dışında bir tepede , bir insan meditasyondaydı ve melek ona gelerek ikra (oku) dedi ve bu vahyin başlangıcı oldu. Her şey buradan ortaya çıktı. Bu temeldir. Dolayısıyla Kur’an her şeyi böyle yörüngeye soktu ve şimdi gezegenimizde her 5 insandan biri Kur’an’ın Allah tarafından gelen vahy olduğuna inanıyor. Yani bu melekten vahy alan bir insan ile başladı. Müslüman’lara göre, Hristiyanlardan farklı olarak, Kur’an sadece Arapça’dır. Bir hristiyan genellikle İncil’den konuşurken, ‘incil’de böyle diyor’ diye konuşur. Bir Müslüman hiçbir zaman eğer İslam’ı gerçekten anladıysa Yusuf Ali’nin tefsiri için böyle söylemez. Der ki ‘mealde diyor ki’. Hiçbir zaman ‘Kur’an diyor ki’ demez. Bunu dememelisiniz çünkü çeviri sonuçta bir yorumdur ve hiçbir Müslüman Kur’an’ın herhangi bir mealini kesin kabul etmez. Kur’an’ın kesin bir çevirisi yoktur, bu Arap dilinin doğasıyla ve dilin genel doğasıyla ilgilidir. Her dilde farklı yorumlar mümkündür.
Geçenlerde iki yıllık çalışma sonucu İmam el Busuri’nin 160 mısralık şiirini çevirmeyi tamamladım. Bu şiiri üç defa tekrar tekrar çevirdim, önce harfi harfine çevirdim ve sonra birine gönderdim benim için düzenledi, birçok değişiklikle geldi, ikinci bir defa çalışmak durumunda kaldım ve bir daha üzerinden geçtim ve son defasında tamamen yeniden çevirmiş oldum. Bir noktada farkettim ki sürrealistik Arjantinli bir yazar olan ve değindiği motiflerden biri olayların sürekli yeniden tekrarlanması olan Borehey Horeheads’in bir hikayesinde sonsuza kadar çeviri yapmaya devam eden bir karakter olarak pekala yer alabilirdim çünkü her zaman yeni olası bir anlam vardır. Her zaman başka bir anlama gelebilen kelimeler vardır. Eşanlamlı sözcükler kitapçığına bakarsanız aynı kelimenin birçok farklı karşılıkları olabileceğini görürsünüz. Kur’an Arapçadır, ‘Biz bunu Arapça indirdik’ buyruluyor. Bu Arapça Kur’an’dır. Bu yüzden Kur’an Arabidir ve bir de Kur’an meali vardır. Meal Kur’an diye isimlendirilemez.
Bu çok önemlidir. İncil’in birçok farklı yorumu vardır. Yeni Amerikan versiyonuna bakarsanız, ve sonra King James’e bakın, tamamen farklıdır, bazen mana tamamen değişir. Dolayısıyla neyi takip ediyorsunuz ve ne anlama geldiğine kim karar veriyor? Açıkça Kur’an’ın birçok yorumu vardır ama eğer 15 farklı ilmi tamamladıysanız -Ibn Cuzai’ye göre 12- Kur’an’a hakim olabilir ve ancak ondan sonra yoruma kalkışabilirsiniz. Bu ilimleri tamamladığınızda, yorumunuz Arap diliyle uyumluysa ve Hz.Peygamberin (SAV) söyledikleriyle çelişmiyorsa, bu kabul edilebilir bir mealdir. Yani Kur’an farklı yorumlanabilir, hep öyle olmuştur ve olmaya devam edecektir. Kur’an’ın ilk zamanlarda Farsça’ya çevrildiğinden bahsediyor ki doğrudur ama notlarda satır arası olmuş, aslında bunlar halk için yapılmamış, kurallar için yapılmıştır, yani Kur’an’ın yorumu halka verilmemiştir. Katolik Kilisesi de aynı fikri takip etmiştir. İncil’I Latin dilinde tutmuşlar ve Luteryanlık ve Protestanlığa kadar lisanlarına çevirmemişlerdir, çünkü İncili okumadan once farklı ilimlere hakim olmak gerektiğini, aksi taktirde yanlış yorumlamaların olabileceğini düşünmüşlerdir. Ve sonra Kur’an’ın 7 katman anlamından bahsediliyor. ‘Kur’an 7 farklı harfte indirilmiştir’ hadisine atıfta bulunuyor. Bunun ne anlama geldiğine dair tartışma var ama bir hadiste Hz.Peygamber (SAV) buyurmuşlardır ki ‘herbir ayetin iç, dış ve öte anlamları vardır’. Sadece dış, zahiri manalarını kabul ederseniz ezoterist olursunuz. Sünni Müslümanlar daima Kur’an’ın hem batıni, hem de zahiri olduğunu ve hiçbirinin reddedilemeyeceğini düşünmüşlerdir. Kur’an avama, sıradan insanlara da havassa, sofistike insanlara da, felsefecilere de krallara da köylülere de çobanlara da hitap eden inanılmaz bir medeniyet yaratmıştır. Bu Kur’an’ın en güçlü ve çekici özelliklerinden biridir. Her kademeye seslenir ve ortak bir temelde hepsini buluşturur. Kur’an 100 yıl içinde Çin’den İspanya’ya farklı diller konuşan coğrafyalara -dili Arapça olmasına karşın- hitap edebilmiştir. Çünkü onların sadece kulaklarına ve dillerine değil kalplerine ve akıllarına hitap etmiştir. Çünkü insanoğlunun paylaştığı en temel anlamdan bahsetmektedir ve Kur’an bu yüzden evrenseldir.
Diğer gelenekleri okuduğunuzda farkedeceğiniz şeylerden biri şudur ki, kutsal metinlerinde coğrafya ile ilgili birçok bilgi vardır, ormanda yaşamakla ilgili mesela, İslam’da ise, Kur’an’a baktığınızda okyanus üzerinde seyahat eden adama seslenir, halbuki Araplar okyanusta gezmemişlerdir, okyanusun ortasında dev dalgalar içindeki gemicilere seslenir. Ayrıca çölde gezen adama seslenir. Dağlarda seyahat eden, yaşayan, tarımla uğraşanlara, çobanlara seslenir. Tüccarlara seslenir, ticaret yapan insanlara seslenir, elle iş yapan insanlara seslenir, herkes kendini Kur’an’da bulur ve Kur’an herkesle konuşur.
İslam’ın birleştirici etmenlerinden biri hepimizi Arapçaya davet etmesidir, dolayısıyla Hristiyanlar mesela Kore dilinde, Japonya, Lehçe, Sanskritçe ayinler yaparlar ama Müslümanların ibadetleri, tek dildedir ve hepimiz onu paylaşırız. Yani hangi camiye gitseniz, aynı Kur’an’ın okunduğunu duyarsınız, farklı bir Kur’an duymazsınız ve bu bizleri birleştiren bir faktördür. Kur’an hakim olarak yeni Ahit kadar olsa da ittifakla Eski Ahitten de Yeni Ahitten de çok farklıdır. Bu kitapların ikisi de birçok farklı insan tarafından toplanmış derleme kitaplardır, Kur’an ise tek bir insana verilmiştir ve bu konuda ittifak vardır. Her ne kadar Patrician Crone gibi Kur’an’ın Hz.Peygamber (SAV)’in vefatından sonra bir kurul tarafından toplandığını ve onların eklemek istediklerini eklediklerini, çıkarmak istediklerini çıkardıklarını söylemeye kalkışanlar olduysa da. Bu aylık Atlantic Dergisiydi, birkaç sayı çıkardı. Bu teoriler Oryantalist geleneği araştıran oryantalistler tarafından dahi reddedildi ve Patricia Crone bir derece çark etti. Üç-dört yıl önce söylediklerini artık söylemiyor. Doğu sahilinde ders veriyor, aslında SOAS’deydi. Aynı şeyleri söylemiyor çünkü Oryantalist topluluktan çok tepki aldı. Bu fikirler gayr-i Müslim İslam akademisyenleri tarafından bile kabul görmüyor.
Nicholson, Arberry’ye Arap edebiyatı tarihini öğrettiği kitabında der ki, itiraf etmeliyiz ki Kur’an kesinlikle Peygamberden nakledilen sözlerdir. Müslümanların ve özelde Arapların geniş hafızalarını bilenler bilir ki bu kitap ezberle nakledilmiştir. Size bir örnek vereceğim. Muhammad Hasan El Dudu buraya geldi ve burada bir ders de verdi. Kendisi fotoğraf hafızasına sahiptir ve birçok hadis kitabını ezbere bilir. Buhari’yi kalbiyle ezberlemiştir. Bende Buhari’nin el yazma bir nüshası var, alıp baktı ve ilk sayfada iki hata buldu ve bana gösterdi. Bu yüzden müslüman geleneğinde güven insanadır, sadece kitaplara değil ve insanlar bunu anlamıyor. İnsanlar güçlü hafızalara sahip olmak için uğraşmışlardır, buna önem vermişlerdir ve hafızalarını bilgiyi muhafaza için adamışlardır. Ezberler metnin kendisinden çok daha güvenilirdir. Katipler hata yapar ama Hafız yapmaz. Hata yapabilir ama hatasını anlar, eğer gerçek hafızsa. Bu yüzdendir ki hiçbir gerçek Hafız onu düzeltene ihtiyaç duymaz. Onu tek başına bırakın kendi başına çalışır. Hepimiz bunu gördük, teravihte güçlü bir hafızın arkasında namaz kılmış olanlar bilir. Hafız, Kur’an’I kalbiyle hıfzedendir.
En kısa sure 10 kelimedir ve en uzunu 6000’in üzerindedir. Bunların herbirine ayet denir ve anlamı işarettir. Bununla ilgili detaylara giriyorlar. Kur’an ile İncil arasındaki ilginç farklılıklardan biri Kur’an’ın Allah’tan bahsetmesidir. Şimdi Kur’an’ın bu geleneklerden farklılaştığını duymak bazılarına sürpriz gelebilir ama incili okursanız, İncil Tanrıdan çok da bahsetmez. Tarihten, kabilelerden, insanların problemlerinden, ailelerden, birçok şeyden bahseder ama İncilin bölümlerinde birkaç sayfadan başka tanrıdan bahsedildiğini göremezsiniz. Kur’an’da ise bahsedilen konudan bağımsız olarak hepsi Allah’a bağlanır ve bunun yollarından biri yüce isimlerinin kullanılmasıdır. Ayetler, O’nun merhametli, Kerim, Her şeye gücü yeten olduğu şeklinde biter. Kur’an daima her konuyu en önemli konu olan Allah’a getirir ve bu yüzden kırmızı yazılmış Kur’an’a bakarsanız farkedersiniz ki herbir sayfada Allah’ın adı vardır. Kırmızı yazılı İncil’e bakarsanız İncil’in Tanrıdan bahsetmediğini görmek size şaşırtıcı gelebilir. İncil’I eleştirmek için değil, iki kitap arasındaki bu bariz farkı ortaya koymak adına söylüyorum.
Burada bahsettiği konulardan biri de şu: Ana dili Arapça olanlar Kur’an’la bir mülkiyet ilişkisi kuruyorlar, bir diğer deyişle ‘o benimdir ve başkasının değildir, özellikle Araplarındır’ şeklinde. ‘Eğer Arapça bilmiyorsanız, Araplar sizing kur’an’I anlayamayacağınızı düşünür’ diyor. Şahsen bunun doğru olduğuna inanmıyorum. Arap olmayan birçok insan var, Arapçayı bilmiyorlar ama birçok Arap’tan daha fazla hayatlarını Kur’an’a gore yönlendiriyorlar. Güney Asyalı insanlar biliyorum anne babalarını Kur’an okurken ağlarken gören ama okuduklarının ne anlama geldiğini dahi bilmiyorlar ama biliyorlar ki bu Allah’ın sözü ve bu onları etkiliyor çünkü Allah’ın vahyini okuyorlar. Meşhur hikayedir bir acem kur’an’I duyup ağlamaya başlıyor ve bir Arap ona ‘sen Acemsin ve nasıl Kur’an’I duymakla ağlarsın?’ diye soruyor. O da cevap veriyor: Benim dilim Acemdir ama kalbim Arabidir. Kalp, aklın anlayamayacağı şeyleri anlar. Bu da önemlidir. Genel kural şudur ki İslami dünya görüşünde temeli olmayan bir kişi, Kur’an’ın mealini okursa önyargılarını onaylar ve bu maalesef çok doğrudur. Kur’an’a önyargılarınızla giderseniz aradığınızın ta kendisini bulursunuz, bunu biliyorum, yapıyorlar ve işte ortada. Arıyorlar ve aradıklarını buluyorlar; siz bir şey arıyorsanız başka şeylere kör kesilirsiniz , yani Kur’an’a önyargılarınızı onaylatabilirsiniz. Kur’an’ın size konuşmasına izin vermezsiniz. İşte bu yüzden Kur’an ‘bu muttaki insanlara bir rehberdir’ der ve sonra der ki ‘bu kitabın içinde şüphe yoktur’, daha baştan pozisyonunu açıklar. Bu kitap hakkında şüpheniz varsa, size fayda sağlamaz. Allah’ın bir vahyi olduğuna otomatik olarak inanmazsanız size bir faydası olmaz. Otomatik olarak Allah’ın vahyi olmadığına şartlanmışsanız o perspektifle okumaya başlarsınız. Ama ona gidip bilmek istiyorum bu ‘Allah’ın vahyi midir?’ diye giderseniz, şüphe değil ama bir şey bilmiyorsunuz ve basitçe kendiniz görmek istiyorsunuz, şüphecilikle objektiflik farklıdır ve bu yolları seçtiğinizde tamamen farklı deneyimler yaşarsınız.
Bir diğer konu kur’an ve Kur’an’ın dünya görüşünün Arap diliyle kesinlikle bağlantılı olmasıdır. Arapça Semitik bir dildir, Hz.Musa ve Hz.İsa’nın (AS) konuştuğu dildir. Onlar da Semitik diller konuşmuşlardır. Aramice ve İbranice kök yapı olarak Arapça’ya çok benzer. İbrani alimleri İbrani dilini yorumlamak için Arapça sözlükleri kullanmak durumunda kaldıklarını ifade etmişlerdir. Çünkü Hahamlar Arami dilindeki eski ahit tefsirleriyle uzun uzadıya uğraşmayı yasaklamışlardır. Sözel gelenekleri vardır ve yazıya dönüştürmekle ve sözlükle uğraşmazlar. Araplar sözlük yazmaya hemen 8.yüzyılda başlamışlardır. Bu ilk sözlük İngilizce sözlükten farklı olarak son derece sofistikedir. Biz ilk sözlüğümüzü 16.yüzyılda yaptık ve kötü bir sözlüktü. Araplar isenİslam’dan hemen 100 sene sonra son derece sofistike sözlükler yazıyorlardı. Arapçayla ilgili bir diğer konu onun şiirle korunmuş olmasıdır. Hz.Ayşe sadece tek bir şiirden 12,000 mısra ezbere biliyordu. Bu abartı değil çünkü ben şahsen 12,000 mısradan fazla ezbere bilen insanlar gördüm ve bunun abartı olmadığını biliyorum.
Sonra Kur’an’dan bahsediyor kitap. 114 kısımdan oluşuyor. Sürekliliği olmayan bir kitap ve bu Batılı insanlar için bir handikap. Çünkü Yaratılışla başlayan ve tarihle devam eden kitaplara alışmışlar. Kur’an’ı okursunuz ve o yaratılışla başlamaz. Allah’ın başlamak istediğiyle başlar. Eli Lam Mim’le başlar. Bunun anlamını kimse bilmez ve bence bu Kur’an’ın Allah kelamı olduğunun en büyük delillerinden biridir. Çünkü kimse bunu düşünemez, anlamını kimsenin bilmediği harflerle başlamayı. Her bilenden daha iyi bilen olduğunu göstermek için. Kitaba alçakgönüllü yaklaşmalısınız çünkü size diyor ki ‘siz her şeyi bilmiyorsunuz. Çok az şey biliyorsunuz’ ve bunu hatırlamak önemli.
20.sayfanın altında Peygamber (SAV)’in intiharı düşündüğü şeklinde görüşler bulunduğunu söylüyor. Bu doğru değil, intiharı düşünmedi. Çok endişeliydi ve bu da peygamberliğin delilidir çünkü yalancı peygamberler sizi Tanrı tarafından gönderildiğine ikna etmeye çalışır, fakat Hz.Peygamber (SAV)’in ilk karşılığı ‘bana neler oluyor?’ olmuştur. Bu eşi tarafından onaylandığında ve Varaka, eşinin kuzeni, tarafından, neler bittiği anlaşıldı ama başta çok endişeliydi ve derin bir şok içindeydi. Bunu kabullenecek cesareti başlangıçta yoktu, ama kelimenin bu anlamıyla gönülsüz değildi. Şaşırmıştı ve sorumluluğuyla ilgili endişeliydi. Bunu Kur’an’da görebilirsiniz. Der ki ‘vahyi ezberlemeye çalışma’ çünkü unutacağından veya tamamını alamayacağından korkuyordu ve kendini büyük bir borç yükünün altında hissediyordu.
Hz. Peygamber (SAV) Arap Yarımadasında doğmuştu. Putperest bir ortamda doğmuştu. En baştan putperestliği reddetmişti. Putları sevmemişti, putlara yemin etmemişti, putlar önünde eğilmemişti. Allah’ın birliğine veya tevhide karşı doğal bir eğilimi vardı. Arap yarımadasında Haniflik diye bir gelenek vardı, Arapça’da hanif ‘doğal olarak Tanrı’ya yönelen’ demektir. Bu insanlar Tanrının bir olduğunu biliyorlardı, onlar kendilerini Hz.İbrahim’in dinine inananlar olarak görüyorlardı. Yahudi ve Hristiyanlığı benimsemediler ama Tanrının tekliğine inandılar. Bu şekilde birkaç kişi vardı ama çok da yoktu. Parmakla sayılamayacak kadar çoktu ama çok büyük bir önem verilmiyordu bu dine. Hz.Peygamber (SAV) bu geleneğe yöneldi ama 40 yaşına kadar vahy almadı ve sonra gerçek rüyalar görmeye başladı. Tepeye çıkar, insanlardan kendini soyutlar ve putperestliğin kirletici ortamından kendini uzak tutardı. Bu kendi başına olduğu vakitlerden birinde vahiy geldi. Arap kabileleri kendilerini, ve bizler de Arapların Hz.İsmail’in soyundan geldiğine inanırız. Hz.İsmail, Hz.İbrahim’in oğludur. Hz.İsmail ilk çocuğudur. Hz.Hacer’in oğludur ve İncil’e gore büyük bir milletin babasıdır. Tevrat böyle diyor. Martin Lings diyor ki Tevrat kutsal kitaptır, uydurulmuş değildir ve Tanrı dindışı bir şeye büyüklük atfetmez. Bir diğer deyişle, büyük bir milletin babası olacak, bunun anlamı Tanrıya boyun eğen büyük bir millet olacak, bir ümmet olacak demektir. Birçok insan bunu bilmez, ama Minmodes, Nihamidies, Tevrat’ın birçok büyük yorumcusunun resmi yahudi öğretisi, Hz.Peygamber (SAV)’in ilahi vahy almış olduğu şeklindedir. Onlar bunun Allah’tan olduğuna inanmışlardır ama bize gelmemiştir diye düşünmektedirler. Bu durumun Hz.Zekeriya’nın kehaneti olduğuna inanırlar. Bunu Orta Doğu politikasından etkilenmemiş Yahudi teoloji kitaplarında bulabilirsiniz. Yahudiler, Hz.Zekeriya’nın ‘Yahudilere öğretilen Doğu ve Batı’ya yayılacaktır’ sözünü bu öğretinin Hristiyanlık ile Batı’ya ve İslam ile Doğu’ya yayılması olduğu şeklinde yorumlarlar. Hristiyanların dininin yarım olduğunu, diğer deyişle anlayışlarının teslis ile gölgelenmiş olduğunu, ama Müslümanlar’ın Tanrı’nın birliği konusunda tam anlayışa sahip olduklarını ve onların Mesih’in gelmesi için dünyayı hazırlamak için daha iyi bir pozisyona sahip olduklarını düşünürler .
Bazı büyük hahamların düşüncesi İslam’ın Allah’ın takdir ettiği bir araç olduğu ve Mesih’in gelmesi için dünyayı hazırlamanın bir yolu olduğu şeklindedir. Bizler Mesihin Hz.İsa olduğuna inanırız, Hristiyanlar da öyle inanır ama böyle bir pozisyon olması da hayli ilginç. Hz.Peygamber (SAV), Hz.İsmail’in soyundandı, 40 yaşında vahiy geldi, önce bunu gizli tuttu ve bir noktada Allah ona çıkıp insanlara dini tebliğ etmesini söyledi ve O da emredileni yaptı. Arapların buna verdiği karşılık ‘bunlar eskilerin hikayeleridir’ demek oldu, Bir diğer deyişle bunlar peri masallarıdır… Günümüzde de yaklaşımın bununla benzeşmesi ve Kur’an’ın bu çeşit bir karşılık bulması hayli ilginçtir.
Bahsettikleri konulardan biri de Neml suresinde de bulunan ‘bu bizden öncekilere de yapılan bir tehditti (27:68) -yani Yahudiler ve Hristiyanlardan bahsediyor- ‘bunlar geçmişlerin masallarından ibarettir’. Araplar mesajı böyle reddederler. Hz.Peygamber (SAV) için dönüm noktası hicrettir. Ona gönderilen bir delegenin ricası üzerine 13 yıllık baskının ardından hicret edip, Yesrib’e gitmiştir. Evs ve Hazrec, bu şehir Yesrib ismiyle anılmadan birkaç jenerasyon önce bu şehre göç etmiş iki Yemen kabilesidir. Burası hurmalıkların olduğu bir tarım şehridir ve birbirleriyle savaşmaktadırlar, sürekli savaşıyorlardı. Kabile arası kavgalar vardı ve bundan çok yorulmuşlardı, bu vahşeti bitirmek istiyorlardı. Orada yaşayan ve ticaretle uğraşan ama aynı zamanda hurmalıkları da olan bir Yahudi toplumu vardı. Medine’de piyasayı kontrol altında bulunduruyorlardı ve Araplara sürekli son Peygamberden bahsediyorlardı. Bu şehirde ortaya çıkacağını ve tüm putları temizleyeceğini ve dini yenileyeceğini. Bu Yahudiler gelecek olanın Yahudi bir Peygamber olmasını umuyorlardı. Hz.Peygamber (SAV) çıktığında birbirlerine ‘belki de bu, Yahudilerin hakkında bahsettiği kişidir’ dediler ve gidip kendileri görmek istediler. Gidip gördüler ve Müslüman oldular. Sonra Hz.Peygamber (SAV) oraya göç etti, ve göç edenlerle Medine insanları arasında inanılmaz bir kardeşlik bağı oluştu. Hicret İslam’ın genişlemesinin ve şehirleşmesinin başlangıcıdır, müslüman takviminin ilk yılıdır. Bir bakıma müslümanlar için zamanın başlangıcıdır.
Üç ana kaynağımız var:
- Kur’an, ki, vahiy olduğuna inanırız, Allah Peygamberine (SAV) Cibril vasıtasıyla indirmiştir.
- Peygamber vasıyasıyla (SAV) gelen vahiy. Buna hadis denir. Bunun anlamı Peygamber ilhamla konuşur (SAV). Tanrı’nın ilhaıyla konuşur. Kendi tutkusuyla konuşmaz, bu ona gelen bir vahiydir. Hadisleri dahi vahiydir. Böyle inanırız, hadisler içinde gereksiz, fazla hiçbir söz bulamazsınız. Tüm hadislerin Müslümanların hayatı için anlamları ve etkileri vardır. Hadisler üç ana kategoriye ayrılabilir:
-
- Ahad, tek kişi tarafından rivayet edilmiş olanlardır, Bunlar diğerlerinden daha az güçlüdür.
- Mütevatir, çok kişi tarafından aktarılmış hadis demektir. Bunlar Peygamber (SAV)’den gelmedir ve mutlak inanç olarak Kur’an ile aynı statüye sahiptir, bunları reddedemezsiniz. Buna örnek olarak Peygamber (SAV) savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesini yasaklamıştır. Bu birçok kişi tarafından rivayet edilmiştir. Bununla ilgili o kadar çok rivayet vardır ki yanlış olmasına imkan yoktur. Bu yüzden alimler üzerinde ittifak etmişlerdir.
- Hadis-I Kudsi Allah’ın vahyidir ama Hz. Peygamber (SAV) bunu hadis olarak aktarmıştır. Kur’an’la aynı konumda değildir, namazda okunamaz ama onun doğrudan Allah’tan geldiğine inanırız. Bunun bir örneği şudur: Peygamberimiz (SAV) diyor ki, Allah diyor ki, ‘İnsanoğlunun her bir ameli kendisi içindir, sadece oruç müstesna. O Benim içindir.’ Çünkü Allah gerçekte tek yemeyen ve içmeyendir. Dolayısıyla oruç tuttuğunda bir eylemde bulunuyorsun, ve bu Uluhiyete en yakın şey çünkü sadece Allah yemez ve içmez, biz hepimiz yemek içmek zorundayız. Bu bir yorum, başka bir çok yorum var.
Kur’an’ın sonsuz olduğuna ve yaratılmamış olduğuna inanırız. Bu Kur’an’ın manası demektir, diğer bir deyişle kitaptaki harfler, kelimeler değil. Bizler, bu iki kapak arasındaki Kur’an’ın Allah’ın yaratılmamış sözü olduğuna inanırız. Bunu diyebiliriz ama bunu söylediğimizde bunlar harfler ve mürekkep anlamında değildir. Kelimelerin taşıdığı anlamlardır.
24.sayfada Hz.Ali hakkında, görüşünü bildirmediğinden bahsedilmiş. Şia görüşünü veriyorlar. Bu Sünni görüşü değildir. Bizler İmam Ali’nin Ebu Bekir’e biat ettiğine inanırız ki, ve burada onu söylüyor, ve Şia bunu itiraf eder. Hz.Ebu Bekr’in raşit halife olduğuna ve Hz.Ebu Bekr’in Hz.Ali’den faziletli olduğuna inanırız. Sahih Buhari’de bir hadiste Hz.Ali açıkça Hz.Ebu Bekr’in kendisinden faziletli olduğunu ve Hz.Ömer’in de öyle olduğunu söyler.
Müslümanlar birçok farklı dinle birlikte yaşamışlardır. Dinlere baskı kurmamışlardır. Dört durumda bu baskı olmuştur ama alimler buna karşı çıkmışlardır. Bunlar kendi politik avantajları için durumları maniple eden, kısa görüşlü hükümdarlar tarafından yapılmış ve büyük problemlere sebep olmuş olaylardır. Ama genel olarak Müslümanlar’ın diğer dinlere düşmanca davranmadıklarını söyleyebiliriz, Kiliselerini, Sinegoglarını ve Tapınaklarını bozmamışlardır, bunlara Zerdüştler, Hindular ve Budistler dahildir. Afganistan, Müslümanlar oraya gitmeden once derin bir Budist geleneğe sahipti. Aslında Bugh Buda mantığının merkeziydi ve bu mantıkçılar Müslüman oldu. İslam teolojisine Yunan mantığında olmayan bazı Budist mantık formülasyonları tanıttı. Yunan mantığında ne a, ne de b senaryosu yoktur, Budist mantığında vardır. Geleneksel İslam teolojisinde ne a, ne de b’nin olmadığı durumlar vardır. Bunun Budist mantıkçıların etkisiyle ortaya çıktığını düşünüyorum. Aslında ben bir makale yazdım ‘Budistler İslam’a nasıl yardım etti’ diye ve bu konuyla ilgiliydi ama iyi bir eleştiri süzgecinden geçirmeden yayınlamamaya karar verdim.
Bir diğer önemli konu şudur ki genellikle Müslüman hükümdarlar insanların müslüman olmalarını istememişlerdir. Müslüman olmalarını istemeyişinin sebebi gelir kaybına uğramaları ve ayrıca İslam’ın eşitlikçi yanıyla uğraşmak durumunda kalmalarıdır ve bu bir gerçektir. Buna inanmıyorsanız, İslam’ın romantik ütopik bir versiyonuna sahipseniz, bilin ki bu fantezidir. Tek yapacağınız tarih okumaktır. Müslümanlar tarihlerinde son derece dürüsttür. Müslüman olmak için Arap kabilesine girmeniz gerekirdi ve bunu bitiren Beni Ümeyye zamanında Ömer bin Abdülaziz oldu. Ondan once Arap kabilesinden olmanız gerekiyordu. Bir mevlaydınız ve bu düşük bir pozisyondu. Irak’ta bir hareket var, ismi Şuhubiye, anlamı insanların hareketi veya halk hareketi ve bunlar Arap olmayanlar, bıkmışlar ve buna karşı ayaklanmışlar. Yani öncelerde problemler vardı. Etnik problemler vardı, kabile sorunları, bunlar insanlığın problemleridir. Ulema bunlarla hep mücadele etmiştir. Bu ülkede 100 yıl once Hahamlar ve Rahipler anlaşmalar yazıp siyahların köleliğinin incile gore uygun olduğunu belirtmişlerdi. Bunu bulabilirsiniz, size garanti ederim, kölelikle ilgili kitaplara bakın. Müslümanlar bunu hiçbir zaman yapmadılar, ulemanın metinsel olarak baskıyı meşru gördüğü bir tarihimiz yok. Böyle bir şey mevcut değil. Tam tersi, bunlara şiddetle karşı çıkmışlardır. Jahil, siyahların beyazlara tercih edilmesinin sebeplerini yazmış kitabında, kendisi de siyah bir adamdır ve kitabında bunu kanıtlamaya çalışır. Tarihsel olarak baktığınızda birçok siyah büyük insan vardır. İbn-ül Cevzi’nin Tenvir el Gubiş adında bir kitabı var, ‘etiyopyadaki siyah insanların erdemleriyle ilgili karanlıkların giderilmesi’. Bu Irak’lı imam tüm kitabını siyah insanların erdemlerini göstermeye ayırmış ve kitapta bahsettiği şeylerden biri, İsrailoğullarının siyahların Ham’ın lanetlenmiş soyundan olduğuna dair görüşünün hiçbir kaynağa dayanmadığını ve Kur’an’ın bunu reddettiğini göstermektir. Sonra der ki ‘siyahların kara derili olmasının sebebi şudur ki, Güney yarımkürede uzun sure yaşadıkları için koruyucu bir deri oluşmuşlardır. Bugün insanlığın ulaştığı bilimsel bir analizi bize yüzyıllar öncesinden sunuyor.
… Bu konuda okumak için…
Yahudi oldukları için mi zalimler?
İsrail bir çok bakımdan Türkiye’ye benzeyen bir ülke. Paranoyak bir ulus-devlet. “Yoktan var edilmiş bir millet” dört tarafı “düşmanla çevrili” kutsal bir vatanda yaşıyor. Terör tehlikesine karşı ülkenin güvenliği için(?) haklar ve özgürlükler çiğneniyor. Devlet eliyle düşman üretiliyor!
Gidemeyenlerin ülkesi oluyor İsrail… Kendi zulmü altında ezilen, korku içinde yaşayan, dünyasıyla beraber Ahiret’ini de kaybetmiş olan İsrailli zannederim Filistinliden bile daha zavallı bir durumda bu yüzden. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:UFUK KOCAKAPLAN Tarih: Oca 21, 2012 | Reply
Güzel bir çalışma.
Hamza kardeşim yüreğine sağlık.
Yazan:saide firidin Tarih: Oca 22, 2012 | Reply
yazınız bilgilendirici ve net,zevkle okudum emeğinize sağlık..