Varoluşçuluk’a İki Ayrı bakış: Sartre ve İbn Arabî
By Suzan Nur Basarslan on Şub 9, 2012 in Hz İbn-i Arabî, Jean-Paul Sartre, Kitap Sohbeti, Varlık, Yokluk
Açıklamaların ve nedenlerin dünyası, varoluşun dünyası değildir, der Sartre Bulantı(1) adlı eserinde (s.192). Gösterge dahi gösterdiği şeyin ne olduğunu anlatmaya yardımcı değildir. İşlevi hakkında fikir verebilir ama o varlığın ne olduğunu anlamayı sağlamaz. Bulantı’nın atkestanesinin köküydüm ben adlı varlığın duyumsanmasının yaşandığı bölüm mekân ve zamana dair çıkarımların kahramanın bilincinde keşfidir ve bize şunu açımlar: Hareket denen şey, ol’uş halidir ki iki oluşun ortaya çıkardığı sonuç, hareket ve bu süreci algılayış ise zaman’dır; bu da zaman ve hareket denen kavramların aslında olmadığı ve her şeyin ol’uş halini algılayışa bu tanımların verildiği sonucuna götürür. İbn Arabî de bunu Füsusu’l Hikem’de(2) şöyle ifade eder: …onlar Allah’ın her solukta(kün emri) belirdiğini görür. Oysa belirme tekrarlanmaz. Öyleyse onlar, her belirtinin yeni bir yaratılış demek olduğunu ve eski varoluşu giderdiğini gönül gözüyle görürler. İlahi tecellinin bir varoluş giderip yenisini getirmesi, ilkinin gidişi anında varlığın yok olmasıdır. Yeni bir varlığın yaratılışı da başka bir İlahi belirmenin onu oluşturmasıdır (s:105). Buradan da çıkacak sonuç, yaratım-yok oluş-yaratım şeklinde her an yeni bir belirmenin yaşanması zaman-mekân dediğimiz şeylerin olmadığıdır ki bu da bizi Sartre’ın dediklerine ulaştırır. Cartoon gibi, çizgiler öyle süratlidir ki, bir önceki resim/Belirme bellekte vardır ama asl olan yok olduğudur. Geçmiş bellek, gelecek ise yoktur. Hiçlik de bir aşama tıpkı var oluş gibi. Onunla algılanabiliyor. Yani neden’e mahkum. Yokluk/hiçlik de bu anlamda varlık / yaratılandır. Varlık tecelliyse/ soluksa/kün emri, bu tecelli onu hem kelime yapıyor hem de bu kelimenin sonucunda varlık. Yokluk da bir kelime ve aynı işleme tabii. Ayan-ı sabitedeki bilginin kün’lenmesinden sonraki tecellisi, yaratım/varlık’tır. Ve var oldukları anda yokluğa mecburdurlar. Öyleyse hakikat tüm bu nedenlerin dışında, ona tabii olmayan ama onunla nisbet edilerek anlaşılan, -oysa aklı aşmadan hakke’l yakîne ulaşılamayacak – bilgi’nin ya da hâlin ötesindedir. Tam bu noktada Sartre varlık’ı hiçlik’e bağlayarak, onu akılla tanımlayarak, onu Tanrı’dan kopararak ve insanı var olan maddede maddi başlangıçla sınırlayarak Arabî’den ayrılır.
Ayan-ı sabite, kısaca maddi başlangıçtan önceki bilgi alanıdır ve bu alan Yaratıcı’nındır. Her varlık bu alanda yokluk halinde ama bilgi şeklinde bulunmaktadır. Her var olacağa dair bilginin ve onun isim olarak varlığının yer aldığı bir alandır. Buna yakın bir ifadeyi Miguel de Unamuno’nun La Niebla/Sis(3) adlı eserinde görürüz: “Bize ne ad verirlerse adımız odur. Homeros zamanında insanların ve nesnelerin ikişer adı vardı: birisi insanların taktıkları ad, öteki de tanrıların verdikleri ad. Tanrı beni nasıl adlandıracak?” (s:9) der. Arabî de isimlendirme konusunda paralel bir görüş ortaya koyar, fiziki dünyada verdiğimiz/kullandığımız isimlerin dışında, ayan-ı sabitedeki isimlendirmeden bahseder. Arabi’nin görüşüne geçmeden isimlendirme hakkında şunları ifade etmek gereklidir. İsimlendirme, maddi dünyada anlamların kavramlaşarak kabı/libası olma işlevini yüklenir ve onları genellemeyle dolayımlı da olsa fiziki alanda belirgin hale getirir. Fiziki alana ait olmalarının ispatı, şey’lerin, her dilde farklı göstergelerle -harflerin birleşimi olan kelimelerle- ifade olmalarıdır. Harfler anlamsız şekillerdir ve seslerin kendisi değildirler sadece onu imlerler. Seslerin birleşmesiyle oluşturulan kelimeler de şey’in/varlığın kendisi değildirler. Bu noktada bir varlığı isimlendirmek onun kendisini kendisi olmayan şeyle anlatmak demektir. Aslında bu durum yaratılmış olan her şey için aynıdır. İnsanın kendisi de bir kelimedir ve her ne kadar farklı farklı kelimelerle var olsa bile aslında varlığın kendisi değil, onu işaret edendir. Arabî bu noktada “Varlıkların tümü, sonsuz olan Allah’ın kelimeleridir. Onlar ‘kün/ol’ buyruğundan meydana gelmiştir. Kün ise Allah’ın kelimesidir.” der. Kelimelerin fiziki âlemde çokluğu, tıpkı görüntünün çokluğu gibidir ve aslı niteler. Ayan-ı sabitede nasıl tüm bu yaratılmışların bilgi düzeyinde bir yeri varsa, bu isimlerinin de var olduğunu ve fiziki âlemde çoğullanarak farklılaştıklarını gösterir. Ayan-ı sabitedeki bilginin kün emri ile varoluşu ve tecelli ile varlık sahasında kendisini gösteriminden başka, gayb dediğimiz ve zaman-mekânla bağlı insanın henüz elde etmediği bilginin ona ulaştırıldığı yollardan biri, dejavu dediğimiz hâlin tezahürüdür. Dejavu, gaybî bilginin rüya veya yakaza… kaydında gösterilmesi ve bunun fizik gerçekliğinde yaşanırken hatırlanmasıdır. Bu noktada dejavu, o bilgiyle üçüncü kez karşılaşılmasının idrak edilmesi anlamına gelmektedir: Bilgi sahasında, rüya/yakaza… ile görüntü şeklinde fizikötesi sahada, fiziki alemde yaşayarak ve yaşandığı anda bu bilginin hatırlanması ile. İnsanın yaşayacağı hâli yani geleceğe dair yaşantıyı önceden yaşaması ve geleceği geçmişte yaşaması anlamına gelir ki bu noktada, henüz fiziki âlemde var olmayan bir şey nerede var olmaktadır, sorusunu akla getirmektedir. Bu soruya İslam’ın verdiği cevap, gayb, yani Allah’a ait bilgi alanındadır.
Sartre varoluşçuluk felsefesini tanımlarken bir yanılgıyı felsefesinin temeline oturtur. Varoluş özden önce gelir, der ve bunu madde/fizik dünyayı merkeze alarak felsefesini onun üzerinde şekillendirir. Oysa varoluş değil, özdür önce gelen. Bu öz, Yaratıcı’dır. İbn Arabî “o öz bizim tek varlık dediğimiz şeydir… cevher, Allah’tan gayrı değildir…” (F.H / s:190) der. O’nun soluğu/kün emri ile varlığa ait bilgi fiziki âlemde var olma aşamasına geçer. Bu varoluş tecelli ile olur yani varlık, Yaratıcı’nın isimlerinin, sıfatlarının göstergesidir. Bu göstergelerin en önemlisi, isim ve sıfatların birçoğunu içeren, onu zahir hale getiren insandır. Zat’ın/Öz’ün tecelli ile bir’den/tek’ten ikiliğe, çoğula ulaşması sonucu insanın varlığı vücûd bulur. İnsana dair öz, O’na ait öz’ü zahir/görünür kılmasından ötürü ve O’ndan yaratılmasından dolayı yaratıcının özünden/ruhundan farklı değildir. Öyleyse insanın özü -asıl öz’den parça olması itibariyle- önce, varlığı sonradır. Bu yargı, tabiat dediğimiz diğer tüm yaratımlar için de aynıdır.
Nedenlerin dünyası, asl olan değil, Asl’a nispet olunan, O’nun görüntüsü olandır. Görüntü çoğuldur ve O’nu imler, O’ndan gayrı değildir ama O da değildir. Varlık, O’dur, O’nun görüntüsüdür ama O/Zat ayn-ı varlık değildir. Ya da görüntü olmak hasebiyle varlık, O’nu imlese, gösterse bile, varlığın kendisi değil, sadece yansımasıdır. Bu noktada varlık O’ndan gayrı değildir ama O da değildir ve var olan aslında sadece O’dur. Varlık ayn-ı Hak olsa da Hak, ayn-ı varlık değildir ve olamaz, çünkü bu nokta yaratılanın tanrılaştırılması ve ona yaratım gücünü vermek demektir.
“Gelgelelim, benim bağlandığım tanrıtanımaz varoluşçuluk daha tutarlıdır. Ona göre, eğer tanrı yoksa, hiç olmazsa, ‘varoluşçu özden önce gelen’ bir varlık vardır. Bu varlık, bir kavrama göre tanımlanmazdan, belirlenmezden önce de vardır. Bu varlık insandır. Heidegger’in deyişiyle, ‘insan gerçeği’dir. Varoluş özden önce gelir. İyi, ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır; yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanıp belirlenir, özünü ortaya çıkarır.” (V / s:39) diyen Sartre, felsefesiyle öz’ü ‘insan’ olarak merkeze alarak onu özne kılmış, varoluşunu madde dünyasında konumlandırarak asıl öz’ü ikincil plana düşürmüştür. Bu, özü/insanı ilahlaştırır ama tasavvuftaki gösterge, yansıyan olarak değil; ayn-ı Zat’tır, yaratandır anlamında. Bu anlayış, insanı, nedenler dünyasının içinde nedenin aslı kılan, onu ayn-ı Hak kılan tasavvufi anlayışın tersine, insan’ı merkeze alan ve yaratıcıyı kabul etmeyen ya da insanın var ettiği Tanrı anlayışını ifade eder ve madde/fizik dünyayı her şeyin merkezine alır. (Not:Sartre doğadaki varlıklar için önce öz sonra varlık derken de, bu özü sonradan yaratılmış, insan yapımı nesneler/görüngüler için kullanmaktadır ki, dediği doğruyu imler gibi görünse de mahiyeti gene yanlıştır.) Oysa yaratılan, sonradan olan, başka bir varlığa bağlıdır ve kendisine nisbetle O’na ulaşacak olandır. Suret olarak O’nu göstermekle ya da O’ndan başka bir şeyi göstermemekle, O olmak aynı değildir, Görüntü, gösteren ve özne üçlük oluşturur: Özne’nin görüntüsü, yaratılmışlar -özellikle insan- ; gösteren isimler/tecelli ve Özne’nin kendisi yani Yaratıcı. Özellikle Batı’da Tanrı’nın varlığı, insanın O’nu yaratımı şeklinde bir anlayışla vücûd bulsa da şu nokta gözden kaçırılır. Bu zorunlu oluş, Arabî’nin ifadesiyle, insanın kendi nefsiyle değil, kendisinin dışında bir nedenle olmasıdır; bu da düşünce farklılığının temel noktasını oluşturur: İnsana bağlı bir Tanrı yaratımıyla, Tanrı’ya bağlı bir insan yaratımı farklılığın temelidir. O’nun nefsini, bizimle anlatması, yani kendinde Hakk’ı bilmek tasavvufta nisbet olarak ele alınırken, kendinden dolayı Tanrı’yı var etmek Batı’nın yaslandığı en önemli görüşlerden biridir. Bu bakış da belli bir noktaya kadar Batı aydınını, felsefecisini, düşünürünü tasavvufa yaklaştırsa da en önemli noktada kırılmalara neden olur ve hiçlik, saçma, varoluşçuluk gibi felsefelerin sonucunu oluşturur.
Sartre’da ‘hiçlik’in verilişi, eşyanın İlahi tarafa bakan yönünün reddedilerek eşyayı tek boyuta indirgenmesi ile öne çıkar. Sadece görünüm’ün varlığa ait olgu olmasıyla: Görünür olan, ‘akıl’ penceresinden bakış, görünür olmayanı reddediş, Tanrı’yı bu denklemden çıkarış, a posteriori bilginin temel kabul edilişi… ile. Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin, Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım”ıyla, “Düşünüyorum, öyleyse hiçim”e ulaşır ve hiçliği aynı mantıkla ispatlar. Birinin varlığı ispatladığı yerde diğeri hiçlik’i ispatlar. Çünkü hiçlik de bir tasarıdır/düşüncedir ve o da ötekiler gibi bir varoluştur. Roquentin, hiçlik duygusunu yaşadığı, varlıkla birlik olma hâli sona erdiğinde varoluşun gerçek sırrını çözdüğünü düşünerek parktan ayrılır. Oysa bu hâl bile (Çokluktan Tek’e ulaşma) zaman-mekan’ı aşma/oluş’u idrak etme, fiziksel algının ötesinde metafizik bir hâldir. Bu hâli yaşattığı kahramanı ile bile Sartre, Descartes felsefesinin dışına çıkar ve onu yanlışlamış olur. Tam burada Varoluşçuluk(4) adlı eserinde Marksçıların ve Katoliklerin eleştirilerine verdiği cevapta eleştirel bir üslupla şöyle der Sartre:
“Kişioğlunu tek başına ele alıyormuşuz -bunu komünistler söylüyor-, bütünden koparıyormuşuz. Çünkü öznellik(subjektivite) olarak görüyormuşuz onu; çünkü yalnızca Descartes’in ‘Düşünüyorum öyleyse varım’ sözüne dayanıyormuşuz; çünkü yalnızca kişioğlunun tek başına kendini kavradığı anı göz önünde tutuyormuşuz. Bundan ötürü de yöremizdeki insanlarla bağlantı kuramıyormuşuz; dışımızda yaşayan ve cogito ile yanına varılamayan kimselere dayanışma gösteremiyormuşuz.” (Varoluşçuluk/s:34) Oysa Sartre’ın yarattığı Roquentin karakteri Sartre her ne kadar kabul etmese de tam bu eleştirilere uygun bir profil çizmektedir.
Descartes’in düşünüyorum öyleyse varım(cogito ergo sum), dıştan çok conconlu bir cümledir ama onu soyduğunuzda parlak şeker jelatininin içindeki bozuk ürünle karşılaşırsınız, hele de bu cümlenin Tanrı’nın ispatında kullanılması daha büyük çıkmazlara neden olur. Bu yüzden Spinoza bu cümlenin açmazlarını ve hatalarını açımlar. Aynı geleneği takip eden Goethe ve Gide de Descartes’in bu ifadesini çürütmüşlerdir. Gide, “Duyumsuyorum öyleyse varım”ı felsefesinin merkezine koyar. Burada, Gide’in Yeni Nimetler’de(5) yaslandığı Spinoza felsefesini açımlamak gerekliliği ortaya çıkar. Gide’in doğaya bakışı ve onu Tanrı olarak nitelemesi(natura naturans) panteizmden yani Spinoza felsefesinden etkilenimdir. Descartes’in Düşünüyorum öyleyse varım’ıyla Tanrı’nın varlığının ispatlanamayacağını ispat etmeye çalışır ve Tanrı’ya inanışın kanıtlarda değil, kanıt dışında her şeyde O’nu bularak olacağını ifade eder. Bu kısımda Spinoza felsefesinden yararlanarak bu anlayışa Goethe’den ulaştığını ve Tanrı’yı yasalarla ispatlamanın gereksizliğine inandığını belirtir(Y.N / s:166). Spinoza’nın yaptığı gibi -Spinoza, Euklides geometrisinde kullanılan yöntemi /uzay yerine Tanrı görüşünü koyarak/ kendi görüşünü kanıtlamak için kullanır(6) (F.T / s: 292-306)-, kendi varlığını bulduktan sonra Tanrı kavramını aramaz, Tanrı idesini mutlak çıkış noktası olarak ele alır. Tanrı ile evren/doğa arasında farklılığın kalktığı, evrenin Tanrı’nın kendisi olduğu bu anlayış, Tanrı’yı varoluşun koşulu anlamına getirir ve Tanrı’nın eseri, Tanrı’nın kendisi olarak kabul edilir. Ancak biraz daha ilerde inançtan bahsederken, “Arkadaş; hiçbir şeye inanma, kanıtsız benimseme hiçbir şeyi.” (Y.N / s:198) derken, kendisi ile çelişir. Burada Bacon ile Spinoza arasında bir gelgit yaşadığı görülmektedir ki aslında Spinoza da Bacon’dan etkilenerek kendi felsefesini (erdemin asıl güç olması) bilgiye dayandırır. İnsan olmasaydı Tanrı olmayacaktı şeklindeki “yaratım olmasaydı yaratıcı olmayacaktı” tezi (bağıntı-bağımlılık); Spinoza’nın Occasionalistlerden ayrılan felsefesinin yansımasıdır. Occasionalistlere göre “Tanrı ‘yaradan’dır ama Spinoza’ya göre Tanrı evreni yaratmamıştır, evrenin kendisidir yani nesnelerin özünde bulunur.” (F.T / s: 298) Nesneler olmasa Tanrı’nın varlığının da anlamını kaybettiği bir inanış biçimidir bu. İnsanın düşüncesiyle var olan bir Tanrı düşüncesi ile bu görüş açıklanır. Bu kısım aynı zamanda İslam tasavvufundaki algının da zıddıdır. Çünkü ayna metaforuyla, Tanrı’nın varlığıyla görünür hâle gelir yaratılanlar, yaratım/nesne/modus olmasa da Tanrı vardır.
Ali Şeriati ise, İnsanın Dört Zindanı’nda(7) bu cümleyi özellikle dile getirerek, Descartes, Gide ve Camus’dan bahseder. İfadelerinin doğruluğunu sadece “var olma’yı (imek/sein/buden/beşer olma ya da sadece fiziki varlık olma) kanıtlasalar bile ‘insan olma’yı (imek’i, insanlık aşamasına erişmiş bulunmayı/idrâk) henüz kanıtlamış değildirler.”(İ.D.Z / s:24) şeklinde açıklar. Yani çözümü, insan’ı beşer “imek” ve insan “olmak” olarak beden – ruh olarak iki bölüme ayırarak verir ve bu cümleyi “sonsuza doğru sürekli ve ebedi bir gelişim süreci içinde” olan insan için kabul etmez.
Descartes’in “Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmek vâr olmaktır. Düşünüyorum o hâlde varım”ın neden yanlış olduğunu açımlayalım tek tek. Bunun ilk nedeni, varlık’ın ise/o hâlde… gibi şart bağlamıyla düşünme eylemine bağlanmış olmasıdır. Bu sadece metafizik alanda değil fizik alanda da kendisini çürüten bir sonuçtur. Düşünme yetisi olmayan diğer varlıkların varlık’ları (var olduklarından şüphe edip, var olduklarını düşünmeyecekleri için) yok’a kalbetmektir. Taş var olduğunu düşünmediği için taş değildir anlamı çıkar. Şu ileri sürülebilir burada, taşın taş olduğunu düşünememesi taşın kendi varlığını bilmemesidir ama taş, insan onun taş olduğunu düşündüğü için vardır. Öyleyse insan onun varlığını düşünmeseydi yok olacaktı. Ancak bu düşünme sisteminin sonucu Tanrı’ya kadar ulaşır -ki bu ikinci nedendir- ve Tanrı’nın varlığı sadece biz O’nu düşündüğümüz için vardır(bağıntı-bağımlılık), anlamına gelir. Sartre’ın yaptığı gibi, bu ifade sadece maddi dünya sınırlandırılarak ele alınırsa, doğal olarak varlığın ispatı olarak kullanıldığı gibi yokluk’un ispatı olarak da kullanılabilen çift anlamlı(Tanrı vardır/Tanrı yoktur) bir yapıya bürünür. Oysa İslam’da insan dışında yaratılmış bütün varlıkların iki yönü vardır; biri zahirî/beden/bizim gördüğümüz, diğeri ise batınî/ruh/Allah’a bakan yönü. Varlık’a sadece beden/bizim gördüğümüz taraftan bakmak, onu tek boyuta indirgemek ve onun yaratılış hikmetini eksiltmektir. Evrende bulunan her varlık, İbn Arabî’nin deyişiyle “canlıdır. Çünkü varoluş âleminde her varlık, Allah’ı zikretmektedir. Fakat onların tesbihi anlaşılmaz. Bu, sadece manevi keşif yoluyla anlaşılabilir. Allah’ı ancak diri olan varlık zikreder. O hâlde her şey diridir.” Zahiri yönüyle varlık, sadece insana hizmet etmekle kalmaz, asıl işlevi olan Yaratıcı’nın tecellîsinin sonucu olarak insan’ı Yaratıcı’ya ulaştıran bir işlev yüklenir ki bunun için de Arabî “Sonradan olma varlığın oluşması ve kendisini var kılan Yaratıcı’ya muhtaç bulunması, onun kendi nefsinde mümkün oluşundandır. Çünkü varlığı Bir başkasının varlığına bağlıdır. Böyle olunca ihtiyaç bağışla bağlıdır ve yaslandığı Yaratıcı’nın kendi zatında varlığı zorunlu olması ve kendi nefsiyle varlığında hiçbir şeye muhtaç olmayarak her şeye karşı mustağni olması gerekir. O da, sonradan olma varlığa Kendi Zat’ıyla varlık kazandırandır. Öyleyse öteki varlıklar O’na nisbet olunmuştur.” (F.H / s:16) diyerek, diğer varlıkların nisbet görevini ifade eder. Amaç sadece yaratılmış olanın varlığını bilmek değil(bu noktada taşın taş olarak varlığını bilmemiz onu taş/varlık yapmak için yeterli değildir), ona/varlık’a Kendi Zat’ıyla varlık kazandıran’ı bilmektir.
Üçüncü neden, varlığın şartı olan düşünmek, insanın kendi varlığı için kendisini özne konumuna yükseltmesi anlamına gelmektedir. Oysa varlık, Allah’ın, “”Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek için mahlukâtı yarattım. Mahlûkatı yarattım ki, bana bir ayine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim.” hadisinde ifâde edildiği gibi, istemek/dilemek eylemlerinin sonucunda görünür olmuş ve düşünme, O’nun bilinmeyi istemesi nedeniyle insana ver‘il’miştir. Burada insan edilgendir, eylemden etkilenen/nesne; eylemin yapıcısı/yaratıcısı değildir. İnsan ister düşünen bir varlık olarak yaratılsaydı, ister de düşünemeyen, hatta kainat dediğimiz bu âlem ister yaratılsaydı, ister de yaratılmasaydı, bu, Allah’ın Zat’ını etkilemeyecek, tecelli edilen isimlerin, sıfatların bizim tarafımızdan bilinmemesi dışında hiçbir farklılığa neden olmayacaktı ki bunun nedeni de, tekrarlıyorum, sadece Allah’ın bilinmeyi istemesidir. Bu bilinme insan’dan değil, O’ndan kaynaklanır ve Yaratıcı’nın âleme/insana değil, âlemin/insanın Yaratıcı’ya ihtiyacı vardır. “O’nun âleme ihtiyacı yoktur. Kendisine ihtiyaç görülen her isim, ister ihtiyaç duyanın benzeri olarak âlemde olsun ister aynı Hak olsun İlahî adlar, âlemin kendisine muhtaç bulunduğu her bir isimdir ki, O da eşsiz ve tek olan Allah’tan başkası değildir.”(F.H / s:80) Düşünme bu noktada sadece istenen bilinme için bir araçtır ve O’ndan verilen bir araçtır. İnsan, düşünme’yle kendi’sinin ya da Tanrı’nın varlığına ulaşAmasa da, hatta düşünEmeseydi dahi, varlık Tanrı’nın dilemesiyle varlık olarak görevini ifâ edecekti. Kısaca insan, varlık âleminde özne değil nesne; düşünme yetisi ise, Yaratıcı’nın eylemi yani varlık için Özne’nin bilinmesi için bir araçtır, şart/koşul değil. Koşul, O’nun bilinmeyi istemesidir.
(1) Jean Paul Sartre, Bulantı/La Nausée, çeviren: Selahattin Hilav, Can Yayınları, 12.Basım, İstanbul, 2010.
(2)Muhyiddin İbn Arabi, Füsus’ul Hikem/Hikmetlerin Özü, çev:Abdülhalim Şener, Sufi Kitap, 3.baskı, İstanbul, 2010.
(3) Miguel De Unamuno, Sis/La Niebla, çev: Yıldız Ersoy Canpolat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006.
(4) Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk/L’existentialisme est un humanisme, çev: Asım Bezirci, Say yayınları, 19.baskı, İstanbul, 2005.
(5) Andre Gide, Yeni Nimetler, çev: Tahsin Yücel, Can Yayınları, İstanbul, 2007.
(6) Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996
(7) Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı, çev:Hüseyin Hatemi, İşaret yayınları, İstanbul, 2007.
2 Yorum
Yazan:MY Tarih: Şub 9, 2012 | Reply
bu konuda Nietzsche‘nin bir itirazi var, benim ben oldugum ne malum? sadece “düsünüyorum öyleyse bir sey var” diyor. Sanirim bu daha gerçekçi ve mûtevazi bir durus 🙂
“İnsana bağlı bir Tanrı yaratımıyla, Tanrı’ya bağlı bir insan yaratımı farklılığın temelidir. O’nun nefsini, bizimle anlatması, yani kendinde Hakk’ı bilmek tasavvufta nisbet olarak ele alınırken, kendinden dolayı Tanrı’yı var etmek Batı’nın yaslandığı en önemli görüşlerden biridir. Bu bakış da belli bir noktaya kadar Batı aydınını, felsefecisini, düşünürünü tasavvufa yaklaştırsa da en önemli noktada kırılmalara neden olur ve hiçlik, saçma, varoluşçuluk gibi felsefelerin sonucunu oluşturur.”
çok dogru bir tespit, suya degecek kadar yaklasan ama dalmadan yeniden yükselen bir kus gibi. Bi kopma noktasi Müslümanlar açisindan dikkate deger. Zira vahiy olmadan, sadece beserî akilla nereye kadar gidilebilecegini gösteriyor. Ama ayni zamanda tahkikî imanin idealini, menzilinin çitasini da yükseltiyor… diye düsünüyorum 🙂 Ateizm ile buraya kadar gidilirse Islâm ile nereye kadar gidilmelidir?
Yazan:suzannur Tarih: Şub 9, 2012 | Reply
Bugünlerde Nietzsche okumaları yapıyorum ve geleceğe yönelik öngörüleriyle kötü bir kahin gibi, tıpkı Zerdüşt o 🙂 İlerlemek için ne varsa yıkmış ve yıkmaktan küçümsense, alaya alınsa, sessizlikle cezalandırılsa bile çekinmemiş. Töresiz Nietzsche, ancak şu bir gerçek ki, kibirli ama bu kibir sessizlikle cezalandırılmasından mı kaynaklanmış yoksa cidden öyle mi henüz karar veremedim. Amor fatiyi yüceltip hayatının merkezine oturtsa da aslında kabullenemediği çok şey var o da gelecekteki insana yazarak bir nevi çağdaşlarından intikam almış.
Tahkiki imanın sınırı yok, Şeriati’nin dediği gibi,“sonsuza doğru sürekli ve ebedi bir gelişim süreci içinde” olan insan için sınırın olması mümkün değil zaten.