Varlık ve Hiç – Jean-Paul Sartre (Bölüm 8: Soyut Sanat)
By Mehmet Yılmaz on Mar 15, 2012 in Ateizm, Göz, Jean-Paul Sartre, Kitap Sohbeti, Varlık, Varoluşçuluk
Işık HİÇ-liği ve Renk YOK-luğu
İsimsizdir André Marfaing’in tabloları. Sergi kataloglarında eserlerin seri numaraları, ebatları ve tarihleri yazılıdır sadece. Yaptığı resimler hakkında konuşmayı da pek sevmezdi Siyah’ın ve Beyaz’ın ressamı. Işık hiçliği gibi siyah; renk yokluğu gibi beyaz. Sükûnetin resmini yaparken… o da süjesi gibiydi, suskundu.
Pipolu, top sakallı, eli kadehli “sanat” meclislerinin riyakâr övgüleri de onu pek ilgilendirmiyordu anlaşılan. Marfaing’in sanatı gürbüz bir çocuktu, “uzman” kelimelerinden örülmüş koltuk değneklerini ne yapsındı?
Arkadaşı Imre Pan onun resmini şöyle anlatıyor:
“Işıkla karanlık arasındaki bitmek bilmeyen mücadeleyi anlatıyordu. Ama bu mücadeleyi sembollerle, figürlerle değil gerçekle, öz ile anlatıyordu. Marfaing’in ışığı zamanda geri gidiyordu, ta yaratılışın ilk saatlerine. O saatler ki şeylerin varlığı bir zıtlaşmadan ve gerilimden ibaretti”
Sanat fikri ile sanat eseri arasındaki ilişkiye ne güzel işaret ediyor bu sözler. Bir iradenin, bir muradın “ete bürünmesi”, boyaya, taşa nüfuz etmesi, renk ile, şekil ile görünür olması, tezahür etmesi…
Bu yüzden “geveze” ressamları da severim. Yaptıkları resim hakkında, sanat hakkında konuşan, yazan, hatta teoriler geliştiren ressamları. Van Gogh’un mektuplarını okuyorum. Cézanne ile yapılmış röportajları. Hokusai’nin resim derslerini, Paul Klee’nin felsefî denemelerini… Hatta Leonardo Da Vinci’nin ışık ve gölge derslerini. Okudukça fark ediyorum ki figüratif çalışmanın sanatçı üzerine yaptığı bir baskı var.
Resmedilecek olan mânâ, sanatçının kalben hissettiği ve eseriyle bize hissettirmek istediği öz, figürlere hapsediliyor. Çizilen evler, ağaçlar, çiçekler… Bütün figürler ister istemez ressamın kültürel referanslarını yansıtıyor. Ayrıca resme bakan bizler için de bu böyle. Ressam insanları benzetebilmiş mi? Elbiseler hangi yüzyılın modası? Yöresel figürler, korkutucu, tiksindirici detaylar… Ya tarihî, millî ve dinî temalar? Eugène Delacroix’nın Türk-Yunan savaşını konu alan tablolarına bir Türk, bir Yunan ve bir Japon aynı “insan gözü” ile bakabilir mi?
Boya resimi gösterir mi yoksa saklar mı?
Evet, 2ci sınıf müzik klipleri gibi bazen figüratif sanat. Hani şarkıcı “koş bana” der, anında bir kızı koşarken görürsünüz ya! Ressamın anlaşılma çabası öyle büyük olabiliyor ki insan kimi vakit sanat eserinden çok bir yol tabelasına baktığı hissine kapılıyor. Bunun için bir çok ressam kafatası, iskelet vs çizmeden Ölüm’ü anlatan bir tablo yapamıyor meselâ.
Çünkü gözlerimiz bir renk ve şekil prizmasından görüyor dünyayı. Figüratif sanat bir hapishane oluyor. Duvarları istediğiniz kadar geniş tutun, parmaklaklıkların arasından bol ışık girsin isterseniz. Fark etmiyor. Derin Düşünce sitesinin sadık takipçileri hatırlayacaklar, Nietzsche’nin meşhur “dil hapishanesinden” bahsetmiştik bir ara. Figüratif resimin mânâyı aktarmada hem araç hem de engel oluşunu fark etmek için Nietzsche’den yardım alalım derim, figüratif sanatın hapishanesi dil hapishanesine ne kadar da benziyor:
“… Kavramların oluşmasını düşünelim. Her kelime anında kavrama dönüşür. Çünkü doğumunu borçlu olduğu orijinal, kendine has, sübjektif bir tecrübeye isim olması yetmez. Yani sadece bir hatıra değildir. Aynı kelime söz konusu tecrübeye benzer başka hadiselere de isim olur.Yani birbiriyle ASLA tıpatıp aynı olmayan durumlara. Her kavram FARKLI şeylerin AYNI-laştırılmasından doğar. Bir yaprak hiç bir zaman diğer yaprakların tıpatıp AYNISI değildir. Ama “YAPRAK” kavramı farklılıkların göz ardı edilmesiyle oluşur. Bu farkları “unutmak” sonucunda zihinlerde bir YAPRAK temsili meydana gelir. Sonra sanılır ki tabiattaki bütün yapraklar önceden çizilmiş, tasarlanmış o ilk YAPRAK’a göre çizilmiş, boyanmıstır. Ama bizim gördüğümüz yapraklar beceriksiz ellerce yapılmış kötü birer kopyasıdır o ilk YAPRAK’ın. Hiç yaprak TAM OLARAK onun kopyası değildir.
“Dürüst bir adam” dediğimizde neden böyle dürüstçe hareket etmiş oluyor? Alışkanlık olarak “dürüst olduğu için” diyoruz. Tıpkı “yapraklar böyle çünkü ilk YAPRAK sebep oldu” der gibi. “Dürüstlük” denen şeyin özünde, gerçekten ne olduğunu bilmiyoruz. Ama çok sayıda dürüst eylem biliyoruz. Bunlar birbirlerinden farklı, kendine has eylemler. Aralarındaki farkları görmezden geliyoruz ve hepsine birden “dürüst eylemler” ismini veriyoruz. […]
Gerçek [düşünce-lisan] nedir? Hareket halinde metaforlar, adlandırmalar, insanlaştırmalar (antropomorfizm), kısaca şiirsel ve retorik bir biçimde soyutlaştırılan kavramlardır. Sonra birlikte yaşayan insanlar bunları [mutlak, değişmez] kanunlar gibi sınırlayıcı olarak kabul eder ve bunlarla düşünürler. Gerçek [düşünce-lisan] metafor olduğunu unuttuğumuz vehimlerdir. Kullanılıp aşınmış, tekabül ettikleri hissi gücü kaybetmişlerdir. Tıpkı üzeri silinmiş, artık para değil birer metal parçası olmuş eski paralar gibi…” (Nietzsche, Filozofların Kitabı, “Hakikat ve Yalan” isimli bölümden)
Siyah ve Beyaz’ın suskun ressamıydı André Marfaing. Renk ve şekil suskunu olduğu gibi kelime suskunuydu. Galiba bu satırları okuduktan sonra daha iyi anlıyorum “bizim” André’nin neden böyle şekilsiz hatta renksiz resimler yapmak istediğini. Marfaing yaptığı resimlerin “konulu resim” olmasından kaçıyordu, figüratif yaklaşımdan, doğayı taklid etmekten. Resimlerine dikkatle baktığımızda siyahın nüanslarıyla “oynadığını” fark ediyoruz. Mavimsi siyah, morumsu siyah, koyu griye yakın bir siyah… Kâh beyaz zemin kâh beyaz boya dengeliyor siyahı. Kalın fırçalar, bazen de spatülle bıraktığı izlerden anlaşılıyor çok hızlı yapıldığı tabloların. Neşe dolu bir kahkahanın birden patlaması gibi ya da bir anda boşalıvermiş bir öfke… Anlık, içten, kelime hapishanesine girmemiş, kavramlaşmamış:
“… Cisimler çiziyordum, manzaralar… Ama bunlar bir bahaneydi. Füzenin siyahı ve kâğıdın beyazı hem araç hem de amaçtı benim için. Paris’te 1949 sonlarında temsili olmayan sanat (fr. l’art non-figuratif) ile tanıştım. İki yıl sonra neredeyse farkına bile varmadan sınırın öbür tarafına geçmiştim. Manzaralarım anlaşılmaz oluyordu …” (Jean Grenier ile mülakat)
André Marfaing’den geriye ne kaldı? Doğduğu şehir olan Toulouse’da bir çıkmaz sokağa verilmiş ismi. Siyah Beyaz gibi sessiz ve çelişkili. Girilen ama çıkılmayan bir sokak. Bir de isimsiz tabloları kaldı geriye. Paskalya adasındaki heykeller gibi yüzleri bilinmeze doğru dönük bekliyorlar.
“Empresyonistler siyahın tabiatta olmadığını söyleyerek paletlerine sokmuyorlardı. Ben ise tam da bu sebeple bir tek bu rengi kullanıyorum. Empresyonistler açık havanın ışığını tuvallerine aktarıyorlardı. Ben ise dış dünya ile hiç bir bağı olmayan bir dünya inşa etmeye çalışıorum. Siyah ve beyaz ile çalıştığımda aradığım sadeliği, mutlakiyeti ve keskinliği buluyorum” (Alfred Manessier ile mülakat)
Sonuç
Evet soyut sanat… Albert Camus’nun dediği gibi “Sanat eseri zekânın somut düşünceyi terk etmesinden doğar” (1) Marfaing’in figüratiften uzaklaşması, figür hapishanesinden kaçması size Hat, Ebru ve daha nice İslâm sanatındaki soyut yönelişi hatırlatmıyor mu? Doğayı (fazla) taklid etmenin sanatı öldüreceğini fark ettikleri için mi gölge çizmediler meselâ? Türk ve İran minyatürlerine bakın isterseniz. Perspektif yerine uzaktaki figürlerin aynı boyda ama yüksekte (=arkada) çizilmesi, doğada bulunmayan altın ve gümüş yaldızın kullanımı, garip kayalar, dalsız çiçekler… Ne eser ne de resmeden bireyi ön plana koymuyordu. Müslüman sanatçı imzalamıyordu eserini. Tıpkı Ortaçağ’a kadar eser veren Hristiyan sanatçılar gibi. Japonya’dan Avrupa’ya uzanan bir coğrafyada sanatçı doğadan aldığı çiçek, balık vb figürlerini sadeleştiriyor, zeminde aynı figürü tekrar etmek suretiyle bir soyutlamaya gidiyordu.
Bugün ne yazık ki modernitenin gölgesindeyiz ve “ilkel sanatlar” diye nitelenen (?aşağılanan) Selt, Afrika ve Güney Amerika halklarının, Kızılderililerin ve Eskimoların soyut sanatına tepeden bakıyoruz. Savaş meydanlarında ve dünya borsalarında zafer kazanmayanların sanatı da 2ci sınıf sayılıyor. Oysa bu “tekrar eden” desenlerin resime çok şey kattığını düşünüyorum, meselâ Zaman boyutunu. Tıpkı barok müzikte olduğu gibi bir “pattern” tekrar tekrar nazarlara veriliyor. Selt sanatından Endülüs mimarisine uzanan görsel bir bilgelik bu. Kelimelere sığmayan bir bilgelik. Kur’an sayfalarını, hatları süsleyen bezeme sanatına bir de bu gözle bakın isterseniz:
“… Husserl’e göre kırmızı soyuttur. Çünkü figür olmadan renk de varolamaz. Ama Zaman ve Mekân’ın içindeki “şey” somuttur. Bu bakış açısına göre şuur soyuttur. Çünkü şuurlu varoluş‘a (fr. en-soi) işaret eden ontolojik bir kökeni vardır. Fenomen de soyuttur çünkü şuura görünmesi gerekir. Somut varoluş ise ancak şuurun ve şuur tarafından görünen fenomenin [yollarının kesiştiği] anlarda gerçek olabilir…” (Sartre, Varlık ve Hiç, sf. 37)
Dipnotlar
1° Orijinal metinde: “L’œuvre d’art naît du renoncement de l’intelligence à raisonner le concret.” (Le Mythe de Sisyphe, Albert Camus, p. 134)
… Bu makale ilginizi çektiyse…
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Zaman’ı düşünmek, Zaman’ı yazmak
Zaman insanın hissiyatıyla algılayamadığı, bilimsel, düşünsel, hatta psikolojik boyutları olan bir gerçeklik. Zaman yaşadığımız hayatın kendisi. Ama bu kadar önemli olan Zaman ile aramıza mesafe koymak, Zaman’ın dışına çıkıp onu keşfetmek mümkün mü?
Zaman konusundaki bu ilk kitabımızda Derin Düşünce yazarları zor bir işe girişiyorlar: Zaman’ı düşünmek ve Zaman’ı yazmak. Zaman’ın NE? olduğunu sorgulayacağımız ikinci kitaptan önce NASIL? olduğuna baktık bu ilk makalelerde. NE? ve NASIL? soruları Zaman’a bakışımızda ana ekseni oluşturuyor çünkü bilimsel yolla, deney ve gözlemle ilerleyemediğimiz anlarda düşüncenin yardımına Sanat yetişiyor. Buradan indirebilirsiniz.
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak? Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz.
İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.
1 Trackback(s)