Tüfek, Mikrop ve Çelik / Jared Diamond
By İbrahim Becer on Mar 25, 2012 in Kitap Sohbeti, Tarih, Uygar(?) Batı
“Herşey eşit olarak başlamasına rağmen neden siz beyazlar bu kadar ileri gittiniz de biz bu kadar geri kaldık”.
Tüfek, Mikrop ve Çelik’in yazarı Jared Diamond, dile kolay tam otuz yılını bir Yeni Gine’li yerlinin kendisine sorduğu soruya cevap aramakla geçirmiş bir araştırmacı.
Hemen hemen soru bu şekilde sorulur kendisine ve Yazar kendi ifadesiyle hazırlıksız yakalandığından sebep, o gün için cevap veremez. Sonraki otuz yıl boyunca bu sorunun cevabını bulmak için, Yeni Gine başta olmak üzere dünyanın dört bir yanını dolaşır Yazar. Günümüz tarihinden 14 bin yıl geriye, tarımın ilk başladığı yıllara geri döner. Toplumların geçirdiği evreleri, iklim faaliyetlerinin, coğrafyanın toplumlar üzerindeki avantajlarını ya da dezavantajlarını inceler. Asıl can yakıcı olan soru şudur Yazar’a göre: Bir halk nasıl olur da 14 bin yıl boyunca aletli tarıma geçemez, şehirler kuramaz, ufak da olsa bir sanayiyle tanışamaz, bir film çeviremez, bir kitap okuyamaz vb. gibi sorular çoğaltılabilir.
Otuz yılın sonunda aradığı sorunun cevabını bulur Yazar; sorun coğrafiktir büyük ölçüde. Dünyada ekili tarıma ilk geçilen yer olan Altın Hilal, yani büyük ölçüde bugünkü Orta Doğu, aynı enlem kuşağında bulunan Avrupa ve Mısır medeniyetlerini yaratırken kendisine çok uzak kalan diğer kıtaları etkileyememiştir. Bunun sonucunda da hayvanların evcilleştirilmesinden tutun, demirin karbonla uyumunun sonucu elde edilen çeliğe, oradan arpa ve buğdayın tarımının yapılmasına kadar birçok buluşu pas geçer bu kıtalar. Bunu da çok acı bedeller ödeyerek öğrenen bu halklar, felaket ancak kapılarına dayandığında bu gerçekle yüzleşirler.
İspanyol Maceraperest Pizzarro, 1532’de İnkalar’ın başkentine ‘hepsi atlı olmamak kaydıyla’ tam 168 kişiyle gelir. 80 bin asker tarafından korunan başkent bu adamların deli olduğuna hükmeder. Çünkü hayatlarında hiç miğfer görmemişlerdir ve bir takım insanların yemek pişirmediği halde kafalarında tencereyle gezmesine anlam veremezler. Daha da garibi hiç at görmedikleri, yetmezmiş gibi ata binen insanı hiç görmedikleri gerçeğiydi. Elbette ki muhteşem bir çelikten yapılmış İspanyol kılıcını, ilkel de olsa tüfeği de bilmiyorlardı.
Oysaki 700 yıl oyunca Endülüsler ve başka halklarla aralıksız savaşan İspanyollar, çok iyi birer savaşçıydılar. Ertesi gün savaşa tutuştular. Tüfek ve çelikle savaşan 168 İspanyol’un, 80 bin İnka askerini dağıtması birkaç saat sürdü. 3 bin İnka askeri güneş battığında gök ekin gibi doğranmasına rağmen bir tek İspanyol’un burnu bile kanamamıştı. Kalanlar da dağlara çekildi ve Güney Amerika sahili boyunca uzanan bir imparatorluk artık koloniydi.
Daha doğrusu şanslı olanlar yeni efendilerinin köleleri oldular. Çünkü İnkalar’ın yaşaması gereken bir tecrübe daha vardı: Mikrop! İnkalar tarihlerinde hiçbir yabancıyla etkileşime geçmedikleri için çiçek hastalığı virüsüne karşı bağışıklık sahibi değillerdi. Mikrop da kalan nüfusu büyük oranda kırınca çok güvendikleri sayısal üstünlüğü kaybederek tam bir sömürge oldular. Üçleme tamamlanmıştı: Tüfek, mikrop ve çelik…
Buna rağmen Yeni Gine pratiğinin bambaşka bir cevabı vardı Diamond’a göre. Bu halkın, bu kadar geri kalmasının sebebi zamanının çoğunu yiyecek aramakla geçirmesiydi. Yeni Gine Halkı, karnını doyurmak için ya avlanmak ya da muz ağacının gövdesinden çıkarılan lifli bir maddeyi çok büyük zorluklarla çıkarmak zorundaydı. Bir kabileyi besleyebilecek hayvanı avlamak her zaman mümkün olmadığı gibi bu lifli madde de hiç besleyici değildi. Domuz dışında hiçbir evcil hayvana sahip olmayan Yeni Gine Halkı, 14 bin yıl boyunca tüm enerjisini karnını doyurmak için devamlı bir arayışa harcıyordu. Üretim kaynaklarını zenginleştiremeyen bu halk, doğal olarak da don lastiğinden helikoptere kadar dünyanın kat ettiği hiçbir mesafede kilometre taşı olamamıştı.
Dıamond’ın teoremleri Türkiye’yi anlamamızda yapı taşı olabilir mi? Ya da şöyle bir soru soralım; İnkalar’ın sonunu getiren ve hayatlarında hiç görmedikleri ‘tüfek, mikrop ve çelik’ üçlemesinin bizdeki karşılığı nedir? Kendi soruma yine kendim cevap vereyim: Toleranssızlık, empati kuramama, diyalogsuzluk olabilir zannımca.
İsterseniz ana arterlerdeki sorunlara bakalım ve 14 bin yıl sonra neden geri kaldığımızı bugünden anlatarak, geleceğe iş bırakmayalım.
Vandalizm ve riyakârlık: Baharın gelişini parktaki çiçekleri yolarak, tüm hayatı boyunca tek kazanımı bir lokanta işletmesi olan bir adamı darbedip, ekmek teknesini yerle bir ederek kutlayan bir halk 14 bin yıl sonraya nasıl bir mesaj veriyor olabilir? Ya tüm bu kakofoniye ortak olmak adına, zorlamayla, pastadan pay kapma telaşıyla müdahil olan bürokrasi için ne demeli? Geçtim onu, 14 bin yıl sonra insanların kafasında yer edecek olan “ortalığı yakıp yıkacağınıza, takım elbiseyle ateşten atlayacağınıza neden kırlarda gezip tozmadınız” sorusuna araştırmacılar ne cevap verecek?
Bağnazlık ve cahillik: Kendisine sopayla öğretilenden başkasını asla bünyesine kabul edemeyen bir halkla karşılaşacak 14 bin yıl sonra araştırmacılar. Çünkü 253 bin kişinin öldüğü söylenen bir zaferi kutladıklarını ama öncesini ve sonrasını neden bilmediklerini, haklı olarak merak edecektirler. Tamamen kendimizin yarattığı ve dönemin en parlak insanlarını kaybettiğimiz bir savaşın sonunda (ölen her on askerden biri Asteğmendi) kazanmamıza rağmen neden İstanbul’un yine de işgal edildiğini sorgulamak yerine, ‘Çanakkale içinde aynalı çarşı’ türküsünü okuduğumuzu da soracaklardır.
Tekdüzelik ve yalancılık: Belki de cevabını en kolay bulacakları soru, neden her şeyi Kemalizm’le açıklamaya çalıştığımız gerçeği olacaktır sanırım. Kadınlar hakkında yazan binlerce şairin olduğu bir dünyada, Dünya Kadınlar gününü dahi, bir Askerin şahsında kutlayan bir halk olacak çünkü karşılarında. Hayatına üç kadın girdiği halde biri tarafından reddedilen, diğeri verem olup vurulan, üçüncüsü de boşandıktan sonra kanser olan bir ilişkiler ağını yaşamış bir Asker’in, kadınlar için nasıl rol-model olduğu ilginç değil mi? Katıksız kabul ettiğimiz tek düşünce sistemi faşizmdir bizim; İslamcılığı Milliyetçi Muhafazakârlığa, sosyalizmi de Ulusalcılığa devşirdikten sonra elde başka malzeme kalmamasından sebep biz her şeyi tek bir sebebe bağlarız. Bu yalana da oturup sadece kendimiz inanırız. Bu gerçeği ben görüyorsam onlar da görecektir şüphesiz.
Taassup: Bir gerilla savaşını, maddi ve manevi tüm kayıplarına rağmen otuz yılı aşkın bir süredir sürdüren ve konuşup anlaşmayı taassup olarak gören bir halk olacak o gün karşılarında. 21. yy ‘da, 14 bin yıl öncenin şartları olan avcı-toplayıcı bir hayat süren, uzlaşmak yerine savaşan bir halk ilgi çekecektir şüphesiz.
Yukarıdaki ana başlıklar çoğaltılabilir elbette. Umarım 14 bin yıl sonra neden geri kaldığımız hakkında bir araştırmaya konu olmayız da bu yazıp çizdiklerimiz bir vehmin gölgesi olarak silinir gider.
Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… İnsanları birleştiren, zaman ve mekân engellerini ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:ibrahim Becer Tarih: Mar 25, 2012 | Reply
Yazıyı yayına verdikten sonra dikkatimi çekti; kitabın belgeseli National Geografic tarafından çekilmiş ve youtube’da bölümler halinde izlenebilmekte. Okumaya zamanınız yoksa bile izlemenizi tavsiye ederim. Gerçekten muhteşem bir çalışma olmuş.