Yaşadığım İstanbul / Selim İleri
By Mustafacan Ozdemir on Nis 7, 2012 in Kitap Sohbeti
‘‘Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti İstanbul olurdu.” (Napolyon)
Kaç İstanbul var acaba görüp görmediğimiz? Yaşadığımız, bildiğimiz kaç İstanbul var? Sadece minibüs rengi mi değişir İstanbul’un farklı farklı semtlerinde? Gitgide yaşlanmış İstanbul’un gençliği nasıldı acaba?
Selim İleri’yi az çok biliriz hepimiz. Lise kitabında yer alan bir öyküsünden tanırız, ortaokul dönemimizde aldırılan İlk Gençlik Çağına Öyküler 1 – 2 derlemesinden , Zaman da yazdığı köşesinden tanırız. Selim İleri’yi şöyle ya da böyle tanıyan herkes çok iyi bilir ki İstanbul’un yazarıdır, yaşayanıdır, okuyanıdır. Edebiyatımıza hakim edebiyatçılardandır da işin en güzeli. Son dönem bize öyle yazarlar sundu ki insan yürekleniyor açıkçası çıkıp yazmaya!
Yaşadığım İstanbul aslında yazarın tamamen kendi yaşadığı anılardan İstanbul’a bakışını anlattığı bir kitap değil. Selim İleri kitapta edebiyatımızın usta kalemlerinin mürekkeplerinden damlayan kelimelere sıkça yer vermiş. Şunu hemen söylemeliyim ki yazarın inanılmaz bir hafızası olduğu da gerçek. 50 yıllık süreç içini özellikle anlatmış ve sadece anı bağlamında da kalmamış. Dediğim gibi çok usta kalemlerin yorumlarına da yer vermiş. Kimler yok ki.. Abdülhak Şinasi’den Sait Faik’e, Yaşar Kemal’den Haldun Taner’e, Cemil Meriç’ten Ahmet Ümit’e, Edmondo de Amicis’ten Ziya Osman Saba’ya..
Kitap İstanbul’u Yaşamak, Sanatın Yordamıyla, ‘Sahne Ve Perde Yıldızları’, Oburcuk Yine Mutfakta isimlerinde dört bölümden oluşmakta. Yazar her bölümde aslında aklına gelenleri bölüm kalıplarına koymadan yazmış diyebilirim. Çünkü bazen öyle hatıralara dalmış, öyle pasajlar yakalamış ki kitaplardan dönüp onlarla meşk etmeye başlamış ve kitabın alanlarından firar etmiş. Tabi kitabı okuyan herkes Selim İleri’nin entelektüel yanına bir kere daha hayran olacaktır şüphesiz. Kitap sadece İstanbul betimlemeleriyle bize nefes aldırmak, 50 yıl öncenin İstanbul’uyla bugünü birbirine kırdırmak için yazılmamış. Hiç adını duymadığınız birçok yazarla tanışacağınızdan eminim.
İstanbul birçok millete başkentlik yapmış, tarihin her döneminde memleketler içinde hep kayırılanı olmuş. Lakin kayırılma dediysek, ailenin en küçük çocuğu muamelesi görmemiştir ne yazık ki. Hırpalanmıştır İstanbul.. ‘Allah çirkin şansı versin’ derler halk arasında işte o hesap. İstanbul güzelliği nedeniyle hep çekişmelerin arasında, savaşların ortasında, düşmanlıkların namlusunda belirmiştir. Gözlerini boğaza düşen güneşin siluetine karşı açmak isteyenlerin hasetlerine kurban edilmiştir.
İstanbul’a sadece harici zararlar dokunmamıştır şüphesiz. İstanbul içtende yıkımlara uğramıştır. Yakın tarihten geriye sararsak eğer AVM kültürüne boyun eğdirilmiş, betonlaşma arasında yeşillikler yok olmuş. Sahiller haricinde kafamızı kaldırıp yıldızlara seyre dalma özgürlüğümüzü elimizden almışlar. Gökdelenler biraz da İstanbul’un tarihi havasını delip geçmişler. Adnan Menderes döneminde de acılar çekmiş İstanbul. 24 Eylül 1956’da ‘İstanbul İmarı’ adıyla başlayan çalışmalar günümüzde pek çok önemli caddenin ve meydanın yapılmasıyla son bulmuştur. Şüphesiz bu suçlanacak bir çalışma değildir fakat o dönem kazı yapılan yerler ve bulunan tarihi eserlerin üzerinden dozerlerle geçilmiştir. Özen eksikliği hat safhadadır. Bu çalışmalar da özellikle araba yolu mantığı güdülmesi de tamamen ahları vahları tetiklemektedir. Özellikle 50’lerde Balkanlar’dan gelen göç dalgası ve kırsal kesiminde kentlere hızla akın etmesi İstanbul’da ciddi bir gecekondululaşma realitesini ortaya koydu. Cumhuriyet’in kuruluşunda 650-700 bin olan nüfusuz gitgide artmaya başladı. Değindiğim gibi özellikle 50’ler kırılma noktası oldu ve şehir hızla betonlaşmaya başladı. Kitapta şöyle bir bölüm var sanırım yeterince perşembenin çarşambadan belli olduğunun özetidir:
‘‘Tepeler düzleştirilecek, korular yerle bir edilecek, rengarenk küçük evler yıkılacak; koynundan binlerce kocaman fabrika bacasının ve ehram şeklindeki kule çatısının yükseldiği, saray, iş yeri, imalathane dizileriyle bir taraftan kesilecek; uzun, dümdüz, birbirine benzer sokaklar İstanbul’u birbirine muvazi kocaman yollara ayıracak; telgraf telleri gürültülü şehrin damlarının üzerinde büyük bir örümcek ağı gibi iç içe geçecek; Galata köprüsünün üstünde siyah bir silindir şapka ve bere selinden başka bir şey görülmeyecek; esrarlı Sarayburnu bir hayvanat bahçesi, Yedikule bir hapishane, Hepdomon bir tabiat tarihi müzesi olarak görülecek; her şey sağlam, hendesi, faydalı, kurşuni, kasvet verici olacak ve artık ne yana yakıla edilen duaların, ne şarkıların yükseldiği, ne de sevdalı gözlerin dikildiği güzel Trakya semasını kocaman kara bir bulut durmadan kaplayacak.” (Edmondo de Amicis)
Yeniden kitaba dönmek gerekirse aslında kitap bu süreçleri anlatıyor. Yazar kendi gördükleri yazmış, çeşitli okumalarında gözüne ilişenleri aktarmış ve hepimizden farksız şekilde bu gidişin durdurulmasının zorluğunu bile bile geçmişin şehvetine kapılmış.
Çocukluğum, çocukluğum…
Uzakta kalan bahçeler.
O sabahlar, o geceler,
Gelmez günler çocukluğum.
(Ziya Osman Saba)
Cağaloğlu’nda yazar, yönetmen, senarist sofralarında konuşulanları da getirmiş ellerimizin arasına Selim İleri. O dönemin Sıraselviler’ini, Cihangir’ini, Kadıköy’ünü, Beyazıt’ını, Çapa’sını getirdiği gibi. Laf arasında Sıraselviler’in adını aldığı sıra sıra uzanan servilerin de yok olup gittiğinden bahsetmiş, her evin arkasında sıralanan portakal ağaçlarının olduğu bahçelerden, Fenerbahçe’den, Bakırköy’den..
‘‘ Yaşadığım İstanbul” bize 50 yıl evvelinin İstanbul’unu elitist gözlerden ırak bir şekilde pür özlemle anlatmış, aktarmış. Hangi İstanbul’u istediğimizi bize bırakmadan, kendi görüşünü saklamadan açıkça dışa vurarak yazmış yazar. Fakat satır aralarında bizim hangi İstanbul’u isteyeceğimizden de emin değil gibi Selim İleri. Ben gitgide Kireçburnu özleminde olanlardanım, tüm İstanbul’un Kireçburnu gibi olduğu zamanlara özlem duyanlardan…
‘‘ Çocuğunu asma köprüde sallayan
bir annedir İstanbul
ki onun
içi süt dolu
biberonudur Kız Kulesi
soğusun diye suya atılan”
(Sunay Akın)
… E-Kitap okumak için…
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:suzannur Tarih: Nis 7, 2012 | Reply
Selim İleri… Geçmişin kirletilmemiş masumiyetinin lirizmi deyince Abdülhak Şinasi Hisar ve Selim İleri’nin apayrı bir anlamı var benim için. Yitip gidenin hüznü yerleşir insanın gözlerine, ân donup kalır sanki İleri’nin satırlarınla. Mekânlar ve insanlar; rüya, masal diyarlara dönüşürler.
Calvino için nasıl tüm şehirler aslında Venedik’se, her şehirde gördüğü o, görünmeyen, duyulmayan ve aslında tüm imlerin, bellek yolculuğunun sonunda bulunan oysa, amaç bir özlemin yükünü hafifletmekse; okur, tüm bu yüklerin, belleğin, tıkanan geçmiş, şimdi ve geleceğin ardından, bir sise bakar. Çünkü “belleğin imgeleri sözle sabitlenirse” silinir…
İleri de belleğin imgelerine en anlamlı şekilde bakabilen nadir yazarlardan.
Ellerinize sağlık.