Ölüm’ün –E hâli (3): Kartal
By Mehmet Yılmaz on Nis 10, 2012 in Ateizm, Hümanizm, İbn-i Rüşd, Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk
Yumurtaya bakıp kartalı görmek
Elime bir yumurta alıp “bu bir kartaldır” desem itiraz edersiniz, yumurta olduğunu söylersiniz. Peki ya yumurtadan yeni çıkmış, değil uçmayı, yürümeyi bile beceremeyen yavruların kartal olduğunu söylersem? Bu kez düzeltirsiniz, “kartal değil, kartal yavrusu” diye. Her kuşun farklı bir yumurtası var. Ama genel olarak yumurta denilince bir şekil geliyor akla. Kırıp baksak hangi yumurtanın hangi kuşa ait olduğunu bilemeyiz. Oysa kuşların çeşitliliklerine bakın bir de. Böcek kadar küçük arı kuşundan kanatları 2 metre açılan kartallara, akbabalara uzanın. Sadece uçamayan kuşlar, meselâ tavuk, deve kuşu, kiwi,… Renkleri, sesleri, yiyip içtikleri… Dikkat edin, kanat çırpma şekilleri bile çok farklı. Basit bir saksağanın uçuşuyla güvercinleri, martıları karşılaştırın. Sanki her biri uçmayı yeniden icad etmiş gibi. Apayrı teknikler kullandıklarını göreceksiniz. Oysa yumurtaların dünyası kuşlara kıyasla ne kadar tekdüze. Varlıklar kâmiliyete ulaştıkça bütün gizli güzelliklerini açığa vuruyorlar, izhar ediyorlar. Dikkat, “yoktan var ediyorlar” demiyorum, saklı, batın halde olan bir varoluştan görünür, zahir bir varoluşa geçiyor güzellikler. Aradaki fark büyük. Tohumlardaki görsel farklılıklar ile çiçeklerin çeşitliliğini karşılaştırın: Renkler, kokular, dikenler, zehirler, böcek yiyen bitkiler, sarmaşıklar, kaktüsler… Aynı asimetri! Yumurta/tohum iken setr olunan, hıfz olunan gizli görev/ maksad/ murad ortaya çıkıyor: Güzellik. Bir yelpazenin açılıp üzerindeki resmin görünmesi gibi. Yelpazeyi yapan ustaya şöyle desek: “A ne güzel. Usta yaw, sen biliyor muydun açınca çiçek resminin çıkacağını?” Adam bize güler haklı olarak. Yelpaze kapalıyken de vardı o resim. Ustanın iradesiyle oraya konmuştu. Ama muradı henüz tezahür etmemişti, görünmüyor, bilinmiyordu. Tabi büyük usta Eflatun’un dediği gibi bilinmek başka şey var olmak başka. Zaman ve mekân ile sınırlı olmayan, akıla açık bir alem var ki 5 duyuya kapalı. Ölçmeye, bölmeye, saymaya kapalı, tadada gelmez, adedi bilinmez:
“Kabul etmek gerekir ki bazı varlıklar idea olarak hiç değişmeden kalıyorlar. Ne doğuyor ne de ölüyorlar. Dışarıdan bir şey almıyor, hareket etmiyorlar. 5 duyu ile hissedilemeyen bu varlıkları incelemenin tek yolu akıl. Bir de hissedilebilen varlıklar var. Doğuyorlar, hareket ediyorlar, hisler sayesinde haklarında fikir edinebiliyoruz.” ( Eflatun,Timaios [Τίμαιος] , 51-52)
Materyalist ateistler bu sözleri fazla idealist bulacaklar, belki de Eflatun’a itiraz edeceklerdir. Anlıyorum. Zaten burası iki tür ateizmin kopma noktası. Bilimci, bilimi ideoloji yapmış olanlar ile insanları İnsanlık’ın içinde bırakmak isteyen ateistler burada zıtlaşıyor. Varoluşu pozitif bilimlere dayandıran ateistler yani “ölçülmeyen/bilimsel ispatı olmayan şey yoktur” diyenler ile Sartre gibi düşünen, hümanist ateistlerin yol ayrımındayız, aşağıdaki satırlarda Sartre’ın bilimciliğe[1] nasıl şüphe ile baktığına dikkat edin:
“… Eğer şöminenin mermerine fırlatılırsa bu mürekkep hokkası kırılabilir. Ama bu bilkuvve vasıf (fr. potentialité) hokkadan tamamen bağımsız. Bu kırılganlığın varlığı benim onu fırlatmama bağlı. Kendi başına ele alındığında hokka ne kırılabilir ne de kırılamaz. Sadece var. Benim kendi istikbalim olmam sayesinde o hokka kırılabilir olma vasfına sahip. (Varlık ve Hiç, sf. 232)
Bilim burada yetersiz kalıyor. Objektif ilişkiler üzerine kurulu olan bilimsel yöntem bilkuvve varoluşu yani varlığın hakikatini yok sayıyor. Bilimsel bilgi algının bilkuvve-leştirici yapısını [2] ne aşabilir ne de yok edebilir…” (Varlık ve Hiç, sf. 233)
Sartre’a hak vermek zorunda mıyız? Tabi müellifin savunduğu öznelliğe itiraz edilebilecek noktalar var: Cam (potansiyel olarak) kırılgandır. Bu kırılganlık vasfı var olmak ya da Cam’a ilişmek için bizim bilgimize muhtaç değildir. Bir silahın nasıl işlediğini bilmesek de mermi bizi vurur ve ölürüz. Yumurta (biz bilmesek de) kartal olacak, çocuk büyüyecek, ısıtılan su kaynayacak vs.[3]
Fakat ilim sahiplerine görünen bu teknik potentialité ile birlikte ikinci bir veçhesi var işin: Sanatsal potentialité. Monet veya Van Gogh gibi bir ressamın bütün tablolarını canlandırın gözünüzün önünde. (Ya da isimlerin üzerine tıklayın, resimlere 5 dakika bir göz atın) Bütün bu tabloları HEP AYNI RENKLER VE BOYALAR ile yaptılar değil mi? Tek bir ressamın eserleri arasında bile ne kadar fark var. Hele bir ressamdan ötekine nasıl fark ediyor seçimler. Aynı şeyi edebiyat için düşünebilirsiniz. Alfabe ya da dilbilgisi kuralları ile sınırlı değil mi bütün diller? Bir de edebî eserlerin çeşitliliğine bakın. Romanlar, öyküler, tabiat sevgisi, aşk acısı, vatan hasreti, savaşın dehşeti, … Bu konuları bile işlemenin milyonlarca değişik yolunu bulmuştur yazarlar, şairler. Hâlâ da çok özel, çok güzel kitaplar yazılmakta. Harika filmler çevrilmekte.
Gelin bu edebî çeşitliliği teknik metinlerle karşılaştıralım. Bir çamaşır makinesinin kullanma klavuzu meselâ. Bazen bir kaç dilde aynı şeyleri yazarlar. Bir göz atın. Ne kadar tekdüze, ne kadar özgürlükten uzaktır. Kanunî metinler de öyle. Herkes için aynı olan, objektif bir kullanım hedeflenince lisanımız bizim insanlığımızı ( Sartre’a göre özgürlüğümüzü) ifade edemez. Zaten amaç da bu değildir. Teknik ve kanunî metinler trafik lambaları gibidir. Ama seçme imkânı olmayan yerde de insanlık ve insan kültürü ifade bulamaz:
“… Neden bir nefes alma kültürü geliştirmedik bu güne kadar?
- – Lütfen, önce siz nefes alın. İstirham ederim.
- – Ah! Dünyada olmaz. Siz misafirsiniz. Önce siz nefes alacaksınız.
- – Beni mahçup ediyorsunuz ama…
Seçme imkânı bulunmayan durumlarda İnsan özgür olamaz. Bir nefes alma kültürü geliştiremediysek bundandır. Kültür Mânâ’nın başladığı yerdedir. Madde’ye Anlam, İnsan’a Özgürlük yüklenen noktada. Özgürlük sayesinde hayvanların ve makinelerin determinist / otomatik dünyasını BİLEREK, İSTEYEREK terk eder insan. Bunun içindir ki sadece doymak için yemez ve ısınmak için giyinmez. Yemeğe herkesten önce başlamak, şu veya bu şekilde giyin(/me)mek, konuşurken argo, Osmanlıca veya İngilizce kelimeler seçmek mânâ taşır. Bir insanı tek başına evine davet etmek mânâ taşır. Davet edilen yere git(/me)mek mânâ taşır.
3000′den fazla dil ve lehçe var yeryüzünde. Oklar, mızraklar dünyanın her yerinde birbirine benzer ama “ok atım, avı vurdum” demenin 3000 değişik şeklini icad etmiş insanoğlu. Serbestliğin, tercihin, özgürlüğün bulunduğu her alanda insan kendini ifade edebilir. Kendine, ailesine, kabilesine özel, sübjektif ifade yolları bulur. “Güzel” ancak böyle yerlerde doğabilir. Bir şeye bakıp “Bu Güzeldir” diyebilmenin ön koşulu o şeyin başka türlü de olabilme imkanının olması değil mi? … “( Derin Göz kitabı, Tenzîh ve Teşbîh konusu)
Demek ki bilkuvve varoluş (potentialité) iki farklı sahada akledilebiliyor. Bilim ve Sanat. Bilimsel manada özgürlük yok. Daha çok olasılıklar, imkânlar var. Bir yumurtadan çıkan kartal sağlıklı ya da sakat olabilir. Ama Bir kartal yumurtasından bir deve kuşu çıkmıyor. İnsan, fil, köpek embriyonları da biyolojik determinizmlere tabi. Göz rengi vb değişebiliyor ama genetik ve çevresel faktörlerin bir sonucu bu, öngörülebilir. bilkuvve varoluş (potentialité) insanların şuurundan bağımsız olarak var. Yani bilmeseniz de, istemeseniz de, sevmeseniz de var.
Sanatsal açıdan baktığımızda ise bilkuvve varoluş (potentialité) tam bir özgürlük sahası açıyor. Özleyen, seven, murad eden için var bu ikinci tip varoluş. İster istemez özgür irade ile, vicdan ile, adalet ile uyak yapan bir sahaya giriyoruz. Cesaretle soralım şimdi: Bilkuvve varoluşun objektif değil sübjektif/öznel oluşu acaba insan’a has özgürlüklerin bir rumuzu mudur?
Çok yorgun olduğum bir akşam otobüste zar zor bulduğum yerimi hamile bir kadına vermem gerekir mi? Bu kadar basıt bir ahlâkî seçim karşısında ne yapacağım? “Doğru” kararı verdiğimi gören yolcular taraf olmadıkları bu çıkar çatışması hakkında ne düşünecekler? Beni takdir etmek ya da “enayi” diye yaftalamak konusunda özgür değiller mi?
“… Utanç hissi bana varlığımı fark ettiriyor. Yalnız başıma olsaydım “oturan biri” olamazdım. Kendimin şuurunda olsam da varoluşum ancak “ötekilerin” bana bakışı sayesinde var olabilir. Cismanî varoluşum (fr. en-soi) ile şuurlu varlığım (fr. pour-soi) bu yolla birbirine eklemleniyor. “Ötekiler” için vücudum itibariyle masanın üzerinde duran bir mürekkep hokkası gibiyim. Eğilip anahtar deliğinden baktığımda rüzgârın eğdiği şu ağaca benziyorum. […] Dışarıdan görünen bir varlığım, bir tabiatım var. Cennet’ten kovulmamın anlamı “ötekilerin” varlığıdır. Utanç ya da gurur, kendi benliğimin, nefsimin farkında olmam “ötekilere” bağlı. Yanlış anlaşılmasın, eşyalaşarak, şeyleşerek özgürlüğümü kaybettiğimi iddia etmiyorum. Vücudum, cismanî varoluşum, benim “ötekiler” için gerçek olan benliğim tüm varlığımın bir vasfı. Eylemlerimde ötekilerin bakışının etkisini hissediyorum. Çünkü tarafımdan yapılması mümkün olan fiillerin katılaşması, yabancılaşması (fr. aliénation) şeklinde..”. (Sartre, Varlık ve Hiç, sf. 302)
Gerçek şu ki yaptıktan sonra fiilerim artık benim değildir, kendi çevremi, “ötekilerin” dünyasını şekillendirmiş olurum, sonuçlarına katlanırım, “ötekiler” de katlanırlar. “Dürüstlük denen şeyin özünde, gerçekten ne olduğunu bilmiyoruz. Ama çok sayıda dürüst eylem biliyoruz.“ diyordu Nietzsche Filozofların Kitabı’nda. İyilik yapmadığım müddetçe bilkuvve halde varolan bir iyilik var kalbimde. Dışarı çıkmak, görünmek istiyor, bilinmek istiyor. Bu bilkuvve iyilik fikir/ tasarım/ murad halide. İçimdeki soyut “erdem” dışa nasıl vuracak?
Ömür taşımı yontuyorum. Ne çıkacak meydana? Michelangelo‘nun nefes kesen heykellerine mi benzeyeceğim? Yoksa Ben’den geriye sadece mermer tozu ve kırık parçalar mı kalacak Marilyn Monroe gibi? Yetenekli ve istekli bir heykeltraş mermeri yontmadan durabilir mi? Ve onun güzel heykellerini “güzel” bulmak özgürlüğüne sahip değil miyiz bizler?
(Devam edecek)
Dipnotlar
1° Bilimin, bilimsel yöntemlerin ve insan zekâsının sınırları konusunu başka kitaplarımızda işlediğimizden burada sadece isimlerini vermekle yetinelim: Bir pozitivizm eleştirisi , Maymunist imanla nereye kadar?, Modern Bir Put: Bilim .
2° Asıl metinde : “…la structure potentialisante de la perception…”
3° Bu konuda faydası olabilecek bir makale çevirisi yayınlamıştık: Fizikçilerin Zamanı. Bilim Felsefesi üzerine doktora yapmış, enerji, savunma ve bilgi teknolojileri alanında araştırma yapan CEA adlı kamu kurumunda araştırma müdürü olan ve şu an nanoteknoloji, lazerler, Güneş, nötronlar üzerine çalışmalar yapan Madde/Malzeme Bilimleri Laboratuarı LARSIM‘i yöneten, CERN’deki parçacık hızlandırıcının tasarımına katkıda bulunmuş ve kuantum fiziği ve parçacık fiziği dersleri vermiş olan Etien Klein şöyle diyordu:
“Zaman Fizik’te t simgesiyle “ete bürünür”. Yani tek boyutludur, tek bir sayı tarihi belirtmek için yeter. Artı veya eksi ile yönü de değiştirilebilir. Fizikteki bu kullanım TEK BİR ZAMAN OLDUĞUNU ve ZAMAN’IN SÜREKLİLİĞİNİ peşinen kabul eder. Aslında bu kabul bizim hislerimiz içinde en sağlam olanına dayanır. Olaylar bazen aynı anda meydana gelebilir ama hiç bir zaman bir boşluk yoktur. Yani Zaman’ın geçmediği bir zaman yoktur. Mekân’ın aksine Zaman’ın topolojisi çok fakirdir. İki ihtimal var, ya düz bir çizgi ya da bir çember. Bir başka deyişle ya çizgisel, lineer bir zaman ya da bir çevrim, döngüsel zaman.
Döngüsel Zaman modeli bir çok mitolojik anlatıda vardır ama sebep-sonuç ilkesine uymadığı için Fizik Bilimi tarafından terk edilmiştir. Bu ilkeye göre sebeplerin sonuçlardan önce gelmesi zorunludur. Haliyle Zaman sıralı bir yapıya sahip olmalıdır ki bir noktanın diğerine göre önde/arkada olduğunu söyleyebilelim. Dairesel zaman kavramı ise zihnimizin ihtiyaç duyduğu sebep-sonuç zincirini “bozar”.
Zaman’ı temsil eden parametre açık veya gizli olarak bütün fizik formüllerinde vardır. Bu tabi “nahoş” bir durum zira daha önce de söylediğimiz gibi Fizik Bilimi Zaman’dan kurtulmaya çalışır. Zaman’dan bağımsız, “mutlak” gerçekleri ifade etmek ister. Bu meseleye çare bulmak için “Tarih” kavramı üzerinde düşünmek gerekir. Tarih dünyanın Zaman içinde değişime uğradığını varsayar. Oysa Fizikçinin aradığı ve Zaman’dan bağımsız olan kanunlar değişmezliği peşinen kabul ederler. Peki dünya bir sistem olarak mı görülmelidir yoksa bir tarih/hikâye olarak mı?”
… Bu makale ilginizi çektiyse…
“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ” diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz.
Zaman’ı düşünmek, Zaman’ı yazmak
Zaman insanın hissiyatıyla algılayamadığı, bilimsel, düşünsel, hatta psikolojik boyutları olan bir gerçeklik. Zaman yaşadığımız hayatın kendisi. Ama bu kadar önemli olan Zaman ile aramıza mesafe koymak, Zaman’ın dışına çıkıp onu keşfetmek mümkün mü?
Zaman konusundaki bu ilk kitabımızda Derin Düşünce yazarları zor bir işe girişiyorlar: Zaman’ı düşünmek ve Zaman’ı yazmak. Zaman’ın NE? olduğunu sorgulayacağımız ikinci kitaptan önce NASIL? olduğuna baktık bu ilk makalelerde. NE? ve NASIL? soruları Zaman’a bakışımızda ana ekseni oluşturuyor çünkü bilimsel yolla, deney ve gözlemle ilerleyemediğimiz anlarda düşüncenin yardımına Sanat yetişiyor. Buradan indirebilirsiniz.
“Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)
“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan, Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz.
Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak? Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz.
İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.
2 Trackback(s)