RSS Feed for This Post

Az yemek, az uyumak ve az konuşmak

MESNEVİ OKUMALARI
Hazırlayan ve sunan
 NUR H. ARTIRAN

Efendim bu gün Hakk yolunda yürümenin üç temel şartı üzerinde duracağız.

Mânevi büyüklerimiz bu çok önemli hasletleri şöyle sıralamışlardır:
KILLETÜ TAAM, KILLETÜ MENAM VE KILLETÜ KELAM…
Yâni az yemek, az uyumak ve az konuşmak..

İnsan olmanın, insanca yaşamanın temel kuralı olan bu üç kaideyi, Kur’an âyetleri, Hadis-i şerifler ve Mesnevi beyitleriyle hep birlikte anlamaya çalışacağız inşallah.

Dinlerde,  tarikatlarda, mezhep ve meşreplerde, çeşitli farklılıkların olması gayet tabiidir. Fakat hepsinin birleştiği ortak bir nokta vardır ki oda: “Az yemek, az uyumak, az konuşmak”tır. Bütün Peygamberler bu üç sihirli kelime üzerinde hassasiyetle durarak ümmetlerini uyarmışlardır.

Peygamber Efendimiz; Az yiyerek maddi mânevi hastalıklarınızı tedavi ediniz. Az yiyiniz sıhhat bulunuz’ derken, Hz. İsa, ümmetine; ‘Karnınız aç olsun ki; kalbinizde Rabbinizi göresiniz’ diye buyurmuştur.

Hz. Davud; o güzel sesini açlıkta bulduğunu söylemiştir. Çünkü içi boşalmayan bir kişiden hoş sesler çıkmaz.

Hz. Musâ; Kelimullah olmayı açlıkta bulmuştur. Çünkü karnı toprakla dolu olanın Hakk ile yakınlığı olamaz.

Mânevi büyüklerimiz şöyle der: ‘Kalbi üç şey karartarak hikmet yolunu kapatır. Oda çok yeme, çok uyuma, çok konuşmadır. Üç gün aç kaldı diye dertlenen kişiden ârif bir insan  olmaz. O cahil ve haddini bilmez adamın tekidir. Cenâb-ı Allah bir kuluna yardım ve ikramda bulunursa ona az yemeyi, az konuşmayı, az uyumayı nasip eder.’

Gerçektende bu üç kelime insan olmanın, tasavvuf yolunda yürümenin değişmez kuralıdır. İnsan; rûh, nefs ve akıldan müteşekkil topraktan yaratılmış bir varlıktır. Akıl yoluyla nefsimiz ve rûhumuzu dengede tutmak zorundayız.

Beden topraktan yaratıldığı için meyli hep toprağa doğrudur. Fakat rûh olmayınca beden hiçbir işe yaramaz. Topraktan geldin haydi toprağa der bir çukur kazar içerisine atarlar. Bedeni sevimli ve kutsal kılan rûhtur.

Hz. Mevlânâ ‘beden bu dünya’ya aittir rûh ise öteki âlemden gelmiş bu âlemde gariptir gariplere sahip çıkmak Kur’an emridir o nedenle rûhuna sahip çık’ diye buyurmuştur.

Rûhumuza sahip çıkmanın birinci şartı az yemektir. Az yemek, az uyumaya, az uyumak az konuşmaya, az konuşma da dinlemeye vesile olur. Malûm rûhumuzu beslemenin diğer bir şartı da dinlemektir. Bunlar bir birine bağlıdır. Nefs karşısında güçlü bir rûh’a sahip olmak için az yemek değişmez kuraldır.

Hz. Mevlânâ: Mes.clt.1.265. “Sen bedenini yağlı ballı yemeklerle besledikçe, asıl varlığın olan, seni diri tutan rûhunu asla güçlü bulamazsın” derken başka bir Mesnevi beytinde ise:  “Sen; Cenâb-ı Hakk’tan  ilâhi  aşk iste, rûhunu besleyecek gıda iste. Ekmek isteme. Ekmek bu bedenimizin gıdasıdır. Hayvani rûhumuzu, nefsimizi besler. İlahi aşk ise CAN rızkıdır RÛHUMUZU besler. Allah’tan ten rızkı istemektense Rûhumuzu besleyecek Can rızkı istemek elbette çok daha hayırlıdır” buyurmuştur.

Hz. Mevlânâ; Mesnevi, Divân-ı Kebir ve Rubailerinde az yemekle alâkalı birçok beyit dile getirmiştir. Bunları sizlere arz etmeden evvel öncelikle konumuzla alâkalı Peygamber Efendimizin yedi hâdis-i şerifini arz etmek istiyorum.

1. Bir hâdis-i kûdside Peygamber Efendimiz Cenâb-ı Hakk’ın dilinden şöyle buyurmuştur:  “Ey ademoğlu! Ben şeref ve yüksekliği itâat etmeye verdim.

İnsanlar ise onu sultanların kapısında arıyorlar, nasıl bulacaklar?

İlmi açlık içinde takdir ettim, halbuki insanlar onu çok yemekte arıyorlar ilmi nasıl bulacaklar?

Gönül parlaklığını gece uykusuzluğuna verdim. İnsanlar onu derin uykularda arıyorlar. Gaflet ile uyurken gönül parlaklığını nasıl bulacaklar?

Ey âdemoğlu! İlim ve âmeli tok karınla, gönül parlaklığını derin uykuyla, hikmet ve inceliği çok konuşmayla, ülfet ve dostluğu insanlarla iç içe bulunmakla, nihayet benim sevgimi dünya sevgisiyle dolmuş olarak nasıl isteyebilirisin? Bütün bu güzel hasletleri nasıl bulabilirsin.

Öyle ise:  ilim ve âmeli açlıkta, gönül parlaklığını gece uykusuzluğunda, hikmet ve inceliği sükûtta, dostluğu, bana kavuşmayı ise uzlette bulabilirsin.”

2. “İnsanoğlu kendi karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysa insanın bedenini güçlendirip olgunlaştırması için sadece üç beş lokma yemesi yeterlidir.”

3. “Eğer kim yemek şehvetine tutulur karnını doldurmak istese hiç değilse üçte birini yemekle, üçte birini içecekle, üçte birini de boş bıraksın.”

4. “Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır. O yolları açlık ve susuzlukla tıkamak sadece Allah dostlarına mahsustur.”

5. “Allah bir kulunu severse onu bol ve ucuz yemek bulunan yerlerde bile aç ve susuz bırakır.”

6. “Karnı aç,  gönlü kânaatkâr, kalbi zikirde olanın, Allah dostu olduğu çok açık bir şekilde ortadadır.” 

7. “Nefsinizi aç bırakın ki kalbinize irfan nuru doğsun.”

Dikkat edilirse, Hazreti İsa’da bu son hâdis-i şerifle aynı şeyi söyleyerek ‘az yiyiniz ki kalbinizde Rabbinizi göresiniz’ diye buyurmuştu.

Fakat bu aç kalmayı veya az yemeyi de doğru düzgün anlamamız lâzım. Az yemeyle veya aç kalmayla ilim, irfan, aşk, muhabbet sahibi olunsaydı diyetisyenlere gidip rejim yapanların hepsi evliyâ olurdu.

Maksat aç kalmak veya DİYET yapmak değil!  RİYÂZET yapmaktır.

Her hangi bir diyetisyenin reçetesiyle, Peygamber Efendimizin bu mübarek sözlerini birbirinden ayrı tutmak gerekir.

Diyet yapan kişi de riyâzet yapan kişi de günde bir kase çorba içer. Görünüşte ikisi de aynıdır. Fakat biri dışını, diğeri içini güzelleştirmek için günde bir kâse çorba içer. Ameller niyetlere göredir. O nedenle o bir kâse çorba birinin dışını güzelleştirirken ötekinin hem dışını hem içini güzelleştirir.

Sabah kalkar suyun altına girersiniz adı duş olur. Niyet ettim gusül abdestine dersiniz aynı duş abdest olur.

Sabahtan akşama kadar bir şey yemezsiniz adı aç kalma olur. Niyet ettim oruç tutmaya dersiniz oruç olur, ibâdet olur.

Eğilip kalkarsınız spor olur, niyet ettim namaza dersiniz, Mirâc olur.

Cenâb-ı Allah yaptığımız işleri dış yüzüne göre değil O işteki niyete göre değerlendirir.

Hz. Mevlânâ Allah rızası için yapmadığın bir iş sadece bir hiçten ibârettir diyor.

Aç kalmayı, şükür, fikir ve zikirle birleştirdiğimizde mânevi olarak amacımıza ulaşırız. Sadece kuru kuru aç susuz kalmakla ilim, irfan, aşk, muhabbet sahibi olunmaz.  

Zikir: Malûm Hakk’ı anmak, mesela en azından lokmayı ağzımıza götürürken Bismillahirrahmanirrahim demektir.

Fikir: Yemeğimizi yerken birkaç saniye de olsa tefekkür etmektir.

Bakınız ne diyor Hz. Mevlâna: Mes. Clt.2. 3078. “Yarattığı şeylerde Allah’ın sıfatlarını görmeden, tefekkür etmeden, ekmek yiyecek olsam lokmalar boğazımda kalır yutamam o bir lokma ekmeği.

Onun yarattığı güzellikleri seyretmeden, onun gülünü gül bahçesini görmeden yediğimiz lokmalar nasıl olur da içimize siner?

Öküz ve eşek gibi onlardan başka kim Allah’a kavuşma ümidi olmadan bir an bile olsa bu ekmeği yer bu suyu içer.

Onlar hayvan gibidirler hatta hayvandan da aşağıdırlar. Pis murdar kokmuş kişilerdir. Düşünceleri körleşmiştir. Akılları bunamıştır. Ömürleri tükenmiştir. İnsan olarak hiçbir şeyleri kalmamıştır.”

Görüldüğü üzere Hz. Mevlânâ zikir, fikir ve şükürsüz ancak hayvanlar lokma yer diye buyuruyor.  Eskiler yemekte konuşmayı ayıp sayarlardı. Çoğu insan yemekte konuşmazdı ama bunu niye yaptıklarını da bilmezdi. Maksat;  gelişi güzel boş laf konuşmak yerine, yemeği tefekkür içinde yemektir.

Zaten tefekkür ile yemek yiyen insan istese de gereğinden fazla yiyip içemez. Zamanımızda tüm toplantılar bir yemek eşliğine yapılıyor. Yoğun bir muhabbet içerisinde ne yediğinizin ne kadar yediğinizin farkına bile varmıyorsunuz.


Yemekteki Şükür’e gelince;

buda kişinin ilmine,  irfanına, aşk-u muhabbetine  göre değişir. Kimisi bulup yediği için; Kimisi da aç kaldığı için şükreder.

Derler ki; Şakiki Belhi Hazretleri bir gün İbrahim Ethem Hazretlerine “şükür hakkında ne dersiniz” diye sorunca,

İbrahim Ethem Hazretleri de “Bulduğumuz zaman Allah’a şükrederiz. Bulamadığımız zaman da sabrederiz” der.

Şakiki Belhi Hazretleri ise “sizin bu yaptığınızı Horasanın köpekleri de yapıyor. Onlarda buldukları zaman yiyip, bulmadıkları zaman sabredip bekliyorlar” der.

Bu cevaba şaşıran İbrahim Ethem Hazretleri “peki siz ne yaparsınız” diye sorunca,  Hazret “bulunca elde olanı dağıtırız, bulmayınca da şükrederiz” der.

Bu da iki ayrı şükür anlayışı.

Diyet için aç kalmayla Riyazet için az kalma arasındaki farka en güzel örnek yine Bayezid-i Bestami Hazretleridir. 

Mes. Clt.3.1694  Bayezid-i Bestami hz. Namaz kılmak hususunda kendisinde bir isteksizlik hissedince boğaz derdinden, fazla yemek içmekten  kaçındı.

O çok akıllı, çok ârif veli, namaza karşı duyduğu isteksizliğin sebebini düşündü tefekkür etti bunun sebebini çok su içmekte buldu.

Madem ki çok su içmek beni namazdan alıkoyuyor, bende namaz karşı bir isteksizlik yaratıyor o halde ben de bir sene su içmeyeyim diye ahdetti ve öyle de yaptı. Onun bu iyi niyetine karşılık Allah da ona sabır ve tahammül ihsan etti.

Onun bu önemsiz olan gayreti çabası sadece Allah için, maneviyatı içindi. O yüzden de mânevi sultan oldu, ariflere kutup kesildi.

Görüldüğü üzere son beyitte “Onun bu önemsiz olan gayreti sadece Allah için, maneviyatı içindi o yüzden de mânevi sultan oldu, ariflere kutup kesildi” deniyor. Yaptığımız işin içimizde bir mânevi boyutu varsa ve bu konuda da gerçekten samimi isek, ondan mânevi olarak faydalanırız. Yoksa niyetimiz ne ise karşılığı da ona göre gelir.


Tekrar Mesnevi beyitleriyle devam ediyoruz:

Mes.clt.4.3608- clt. 3.2260.clt.2.2592.Clt.1.2871 cilt.1 .305 clt.3.43 nolu beyitler.

Mes.clt.4.3608 “Sen bu dünya’ya sadece mezardaki kurtlara yem olacak bedenini beslemek için gelmedin.”

Mes.clt. 3.2260 “Gerçek insan olmak için mal, mevki, yemek, içmek gibi şeylerin üzerine çok düşme ki, onların kölesi olmayasın!”

Mes.clt.2.2592 “Bedenini  beslemek, onun ihtiyaçlarını gidermek için bir sanat öğrendin bir işin gücün var. Peki Rûhunu beslemek için ne yaptın?

Onu beslemek için de din sanatını öğren!”

Mes.Clt.1.2871 “Senin haberin yok düşünce kanadın çamura bulaşmış ağırlaşmış. Çünkü sen çamur yiyorsun, çamur sana ekmek olmuş.

Çünkü senin yediğin ekmek ile etin aslı mayası topraktır çamurdur. Bunları az ye de çamur gibi yeryüzüne yapışıp kalma, Peygamberin gibi mirâc et!”


Yemenin ve içmenin ölçüsü nedir?

Araf sûresi 31 âyette  Cenâb-ı Allah rahmetiyle kullarına yemek yemenin adabını öğreterek; “Yiyiniz içiniz ama israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez”  diye buyurmuştur. Bu âyeti tasavvuf büyüklerimizden Necmedin-i Kübra Hz. şöyle açıklamıştır: Bu yolun yolcusu günde bir defa yemek yer. Normal kimseler ise: Onların sabah akşam rızıkları vardır (Meryem 62) ayetine uygun olarak günde iki defa yer. Günde üç defa yemek ise israf sınırları içerisine girer.” (Tasavvufi hayat sayfa 51 )


Niçin israftır günde üç öğün yemek?

Buna da Hz. Mevlânâ’nın beyitleriyle cevap verelim.

Divân-ı Kebir clt 2: 640 Aşırı derecede yemeyi içmeyi bırak, uyuyup rahat etmeyi azalt, ey ilâhi inciyi gübre içine düşürmüş zavallı!  Şu canı cansız bırakma! Bedenindeki canı bilmezlikten gelip hayvanlar gibi cansız yaşama! ALLAH’ın verdiği şu nûr gibi ekmeği bedeninde gübre haline sokma!”

Divân-ı Kebir clt.1.320. “Tatlı yemekler, yağlı yemekler, hoşa giderler, sofralarda hoş görünürler. Fakat onlar fazla değil bir gece senin içinde kalınca iğrenç pislik şekline dönerler.”

Efendim elbette bedenimizin günde yüz gram ekmeğe ihtiyacı varsa biz kalkar beş yüz gram ekmek yersek bu israf olur. İsraf ille de götürüp çöpe atmak değil ki! Vücudumuzun ihtiyacının dışında yediğimiz yemekler  tuvalet yoluyla bir şekilde  israf olmuyor mu?

Mes.clt.5.2475 “Varlığının yarısı misk yarısı da iğrenç pisliktir. Aklını başına al da beden içerisinde pisliğini artırma!”

Az yemenin maddi ve manevi faydaları nelerdir?

Peygamber Efendimiz:Karnı iyice acıkmadan, tok olarak yemek içmek hem haramdır Hem de insanda çeşitli hastalıklar yapar. Yemekte aç gözlülük yapan, çok yiyen katı kalpli, hikmetten nasipsiz, Cenâb-ı  Hakk’ı  da  unutan kişi  olur” derken; Hz. Mevlânâ’da; Mes. cilt.1 305 Clt.1.2910. clt.4.3011. clt.5.2829  Rubailer clt.4.1142. beyitlerde şöyle buyurmuştur:

Mesnevi cilt.1.305 “Dünyevi duyguların sağlığı ten binasının yiyecek ve içeceklerle onarılmasına bağlıdır. Halbuki manevi duygularımızın sağlık ve sıhhati; az yemeye, az içmeye, az uyumaya dayanmaktadır.”

Mes.clt.4.3011Hastalık da, sağlıklı ve güçlü olmak da yediğimiz gıdalardan meydana gelir.

Mes. Clt.1.2910 “Perhiz etmek ilaçların başıdır. Kaşınmak uyuzluğu artırır. Perhiz gerçekten ilaçların başıdır. Perhiz et de canındaki, bedenindeki gücü, kuvveti, sağlık ve  sıhhati  seyret.”

Rubailer clt.4.1142. “Az yersen akıllı uyanık bir kişi  olursun. Çok yersen aptallaşır hantallaşır işten güçten olursun. Senin midene düşkün oluşun oburluğundandır. Az yersen midene düşkünlüğün azalır.”

Divân-ı Kebir  clt.3. 1124 “Gözüne perde çekilen lokmadan çok yeme, yoksa gidecek yere gidemezsin, evini kaybedersin.

Sen yaşamayı yediğin lokmalara bağlı sanırsın. Fakat çok yediğin lokma, can gözüne kıl, baş gözüne perde kesilir.”

Mes.clt.5.2829  “Eğer açlık olmasaydı mideyi tıka basa doldurmaktan, mide ekşimesinden sende yüzlerce hastalık baş gösterir.

Açlık zahmeti; hem güzellik, hem hafiflik, hem de ibâdet, amel bakımından çeşitli hastalıklardan elbette daha iyidir.

Açlık zahmeti öbür zahmetlerden çok daha temizdir, bilhassa açlıkta yüzlerce fayda, yüzlerce hüner, yüzlerce deva gizlidir.

Şunu iyi bil ki; açlık, ilâçların pâdişahıdır. Açlığı canla başla benimse onu hor hakir işe yaramaz olarak görme. Bütün hastalıklar açlıkla iyileşir. Fakat şunu da kabul etmek lazım ki; açlık denilen ilâhi rahmet herkese nasip olmaz. Herkes onu elde edemez. Bu açlık öyle ilâhi bir lütuftur ki herkes onu elde edemez. Ancak Allah’ın has kulları ondan nasiplenirler. Açlığa her ahmak dilenci lâyık olamaz. Nasılsa ot eksik değil O ahmakların önüne koy otu yesin dursun.”

Efendim açıkça görüldüğü gibi tüm dertlerin başı çok yemek, devası da az yemektir.

Tasavvufi olarak maddi mânevi sağlığın başı kabul edilen az yeme ilmi olarak da kabul görmüştür. Zaten maddeyle mâna ilmi bir bütündür örtüşmeyen bir taraf varsa mutlak bir yanlış anlaşılma var demektir.

1940 yılında “insan” adlı eseriyle Nobel Tıp Ödülü alan Dr. Alexis Carrel, oruç sırasında organizmalarda depo edilmiş besin maddelerinin harcandığını, sonradan bunların yerine yenilerinin geldiğini, böylece bütün vücutta bir yenilenme olduğunu ve orucun sağlık bakımından çok yararlı olduğunu bildirmektedir.

İnsan anatomisini maddi mânevi en iyi bilenlerden olan büyük İslâm âlimi Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de çok meşhur eseri Marifetnâmede bu konuya değinmiş uzun uzun az yemenin faydalarını, çok yemenin zararlarını anlatmıştır.

İzninizle Marifetnâmeden de çok kısa bir bölüm arz ederek konuyu toparlamak istiyorum.

1. Çok yemek, mideye düşkünlük, anlayışı kısırlaştırır. Mide dolgunluğu ilâhi hikmetleri gönülden siler.

2. Açlık az yemek tüm dertlerin devasıdır. Tüm ağrı ve sızıyı getiren tokluktur.

Az yemek vücuttaki hastalıkları azaltır. Çok yemek hastalıklara sebep olur.

Gece uyku ve rüya düzenini bozar.

3. Sürekli tok olmak, bir çok hastalıkları tahrik eder. İlâhi hikmetlere perde olur.

Cenâb-ı Allah bir kuluna ihsanda bulunursa; ona az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı nasip eder.

4. Az yemeyen insan fikir duruluğunu ve tefekkür zevkini bulamaz. Çok yemek insanın bedenine zarar, çok uyku ise insana keder ve huzursuzluk verir.

5. Az yiyenin kederi az, sağlığı uzun olur. Az yemekle hastalık ikisi bir arada bulunmaz. Çeşit çeşit yemeklerle nefsini besleyen kimse, sağlığını bozmak için hastalıklara davetiye çıkarıyor demektir.

6. Az yemek peygamberlerin yemeği Allah dostların makamıdır. Açlık ilim ve zeka keskinliği kazandırır. Tokluk ise cehâletin karanlığın sebebidir. Açlık her türlü hastalığı def eden çok güçlü bir silahtır. Karnını tıka basa dolduran hayvandan farksızdır.

7. Bedenin sağlığı az yemekte. Ruhun sağlığı az uyumaktadır. Aşırı yemek yiyen kişinin aklından tekrar ele geçirilmesi mümkün olmayan bir şeyler silinir gider. Tokluk çeşitli hastalığı, hastalık da keder ve elemi davet eder.

8. Bütün hastalıkların temelinde mutlak çok yemek vardır. Az yeme, açlık ise cümle hastalıkların devasıdır.

9. Çeşitli vehimlerin, kuruntu ve vesveselerin hattâ mahlûkatın azgın nefislerinin yakıcı ateşini ancak açlık söndürür. Nefsi aç olanın vesveseleri gider. Deli bile aç kalırsa akıllanır.

10. Açlık ibret tarlası, hikmet kaynağıdır.  Açlık yüksek anlayış ve derin sezişin ruhu, aşk kapısının anahtarı, irfan nurunun feneri ve hakikat yolunun rehberidir.

11. Nefs yoksul bir hastadır. Onun acil şifası açlıktır.

12. Açlığın, az yemenin gönüle kazandırmayacağı ilim yoktur. Açlık, az yeme, Allah dostlarının kılavuzu olmuştur. Kim az yemeyi başarır karnı aç olursa onun gönlü iki cihanı da geçip Mevlâ’ya ulaşır.


Az yemeyi nasıl başarabiliriz?

Çok yemenin bedenimize ve rûhumuza verdiği zararları düşünmek,

Hazırlanmış yemeklerden en önce en sevdiğimizi yemek,

Tek çeşit hafif yağlı bir yemekle yetinmek,

Yemeğe düşkün olup çok yiyen kişilerle birlikte yemek yememek,

Az yiyerek her gün belli ölçüde yemeği azaltmak.

 AZ UYUMAK

Efendim uyku, sadece İslâm âlemini veya belli bir tarikat ve mezhebi ilgilendiren bir durum değil tüm insanlık âleminin sorunudur. O nedenle de Âli İmrân sûresi 17, Furkân sûrsesi 64. Müzemmil sûresi 1 ve 4.ayetler, İnsan sûresi 26, İsrâ sûresi 79 ve Zariyat sûresi 17 ve18. ayetlerde olduğu gibi Tevrat ve İncil’de de geceyle ilgili Hakk sözlere rastlamak mümkündür.

Sözü geçen ayetlerde genellikle gece kalkıp ibadet etmesi için Peygamber Efendimize hitâp vardır fakat bu elbette Efendimizin Âli şahsında tüm insanlık âleminedir.

Peygamber Efendimizin bir hâdis-i şerifi vardır. “Benim Cenâb-ı Allah ile öyle bir anım var ki;  O zaman aramıza ne bir kitap sahibi peygamber, nede Allah’a yakin olan birmelek girebilir.”

Şems-i Tebrizi Hazretleri bu Hâdis-i şerifi anlatırken; “bu sözle Efendimiz kendi hâlini anlatmıyor. Ümmetine bir dâvet var. Yâni öyle bir şey yapınız ki haliniz de benim halim gibi olsun. Bu sözleri hâl olarak değil o hâle davet olarak anlamak lazım” diyor.

Necmeddin-i Kübra Hazretleri de:  “Arz edilen âyetlerin özellikle geceye işaret etmesi, uyku ile bağlantısı olduğu içindir” der ve uykuyu ikiye ayırır:

Birincisi Uykunun hakikatı,

İkincisi Uykunun hikmeti. 

Uykunun hakikati:
Kalpteki duygu organları açılsın diye zahiri duyu organlarını kapatmak. Diğer bir anlatımla ancak zahir duyu organları kapanırsa mânevi duyu organlarımız açılır.

Hz. Mevlânâ’da bu duruma işaret ederek şöyle der: Rubailer clt.4.146 “Geceleyin yol yürünür, çünkü gece sırların rehberidir. Herkes uyurken ilâhi aşk sırları mânâ zevkleri gece gönle gelir. Çünkü ancak geceleri gönlün kapıları açılır.”

Uykunun hikmeti:
Rûhumuz şu süfli bedenimizde garip bir haldedir. Bu bedenimizi ıslah ederek, faydalı olanı elde edip, zararlı olanı da def etmeye çalışır. Kişi uyanık olduğu müddetçe rûh bedende hapsolmuş bir vaziyettedir. Kişi uyuyunca kutsi rûh da asli vatanına gider. Gayb âlemindeki huzurla dinlenir. Meleküt âlemine gittiği zaman şahadet âlemini de misâlleriyle görür. Rüya tabir etmenin sırrı da budur.

Mücahede ehli kişi az yiyerek az uyuyarak üzerindeki hava, su, ateş, toprak hakimiyetini eritir yok ederse gönül gözüyle bu âlemde bile meleküt âlemini temaşa eder. Yani rüya yoluyla değil rüyet yoluyla bilir.

Kur’an da Nebe sûresi 9. âyette:  “Size uykuyu bir dinlenme yaptık” diye buyrulur. Bizim için bir dinlenme huzur olan uyku da her şey gibi orta yollu normal bir uyku saatidir.

Vücudun dinlenmesi için yeterli olan uyku bedenimize sağlık sıhhat olurken fazla uyumak da hastalık ve vebâldir. Ruh sağlığı az uyumakla elde edilir.

Geceleri uyanık olmak için hep seher vakti işaret edilmiştir. İlâhi takdirinden sual edilmeyen Rabbim rahmet aff-ı mağfiret kapılarını hep seher vaktinde sonuna kadar açmayı takdir buyurmuştur.

Hikmeti kendince malûmdur ve bize düşen bu fırsatı kaçırmamaktır. Niçin mutlaka seher vakti uyanık olmak bunu da bir rubai ile arz etmek istiyorum.

Rubailer clt.4.no:87

“Bu seher vakti esen rüzgâr Hakk âşıklarının gönüllerindeki sırlara âşinâdır. Bu uğurlu zamanda sen de uyuma. Bu zaman yalvarma, yakarma zamanıdır, uyuma zamanı değildir. İki cihan halkına, ilâhi bir lûtuf olarak ezelden ebede kadar kapanmayan dilek kapısı seher vaktinde açıktır. Fırsatı kaçırma sakın uyuma!”

Konumuzla alâkalı bâzı hâdis-i şerifleri arz etmek istiyorum.

1.Her gecenin son yarısında kalkana; Cenâb-ı Hakk gökyüzüne tecelli ederek şöyle nidâ eder:  “Kim bana duâ ederse, duâsını kabul ederim. Kim benden bir şey isterse, Ona veririm. Kim benden bağış dilerse onu bağışlarım.”

2.Her gecenin ilk üçte biri geçtikten sonra, Cenâb-ı Hakk gökyüzüne tecelli edip güneş doğana kadar şöyle seslenir:

“Ben her şeyin mâlikiyim. Bana kim duâ ederse, O’nu karşılıksız bırakmam. Benden kim bir şey isterse, O’na istediğini verir ve benden bağış dilerse onu bağışlarım.”

3.Gece yarısı geçtikten sonra Hakk Teâlâ semâya tecelli edip gün doğana kadar şöyle seslenir:

“Bir şey isteyen yok mu? O’na istediğini vereyim. Yalvaran yok mu? Yalvarışını kabul edeyim. Bağış dileyen yok mu? Onu bağışlayayım.”

4.Gecenin son üçte bir kısmında Cenâb-ı Allah; Gökyüzüne tecelli edip şöyle seslenir:

“Kim duâ ederse, onu kabul ederim, kim benden bir şey isterse onu veririm.”

Görüldüğü üzere Peygamber Efendimizin tüm hâdis-i şerifleri hep aynı saatleri seher vakitlerini işaret buyuruyor.

Efendim bir şeyi daha arz etmek isterim. Gece deyince doğal olarak hemen güneş battıktan sonra ortaya çıkan karanlık geliyor aklımıza.

Bu, zahiren hepimizin ayan beyan gördüğü karanlıktır.

Halbuki başka bir karanlık daha vardır ki o da batını olan yani ayan beyan göremediğimiz ancak ehline malum olan gecedir.

Hz. Mevlânâ ” dünya insana benzer, insanda başka bir âleme” der. Onun içindir ki; “dünyada ne varsa insanda da var dünya insanın gölgesidir” derler.

Böyle olunca bir bu dünyamızdaki güneşimiz ayımız yıldızımız gecemiz gündüzümüz var.

Bir de kendi beden evimizde batını olan güneşimiz ayımız yıldızımız  gecemiz gündüzümüz var demektir.

Bakınız ne diyor Niyazi Mısri Hazretleri:

Kenzi mahfi âşikâr hep sendedir     

Yaz ve kış leyl-ü nehâr hep sendedir. 

İki âlemde ne var ise hep sendedir.

Gayre bakma sende iste sende bul

Men aref sırrına er ko gafletli

Gör ne remzeyler bu insan sureti

Haşr-ü neşr ile Tamûyu cenneti.

Gayre bakma sende iste sende bul.

Kenzi mahfi: yâni ilâhi sıfatlar hep sendedir

Leylü nehar: Gece gündüz

Men aref sırrı: Nefsini bilen Rabbini bilir.

 Divân-ı Kebir. Clt .1: 143- 106

Senin canın hakkı için hayırlı işler yapmaktan vazgeçme, bir gece olsun uyuma! Gaflete dalma!

Bir geceyi ömründen azalmış bil, eksik say, uyanık kal, uyuma!

Kendi heva ve hevesine uydun, rahatını düşündün, binlerce gece uyudun.

Ne olur bir gececik de sevgilinin hatırı için uyuma!

Eşi benzeri olmayan, geceleri hiç uyumayan o lütuf sahibi, o güzeller güzeli sevgiliye uy!

Gönlünü ona ver! Onu kendi gönlünde bul da, sen de uyanık kal, bir gece olsun uyuma!

Sabaha kadar uyanık kaldığın; “Ya Rabbî, ya Rabbî!” diye feryat ettiğin o hastalık gecelerini hatırla, o gecelerden kork da bir gece olsun uyuma!  

Cenab-ı Hakk; “Dostlar, geceleri uyumazlar.” diye buyurdu.

Bu âyeti duyup, hatanı anlayarak seni yaratandan biraz utandınsa artık uyuma!

İşitmişsindir; Allah dostları isteklerine, muratlarına geceleyin kavuşurlar, dostlarının muratlarını veren padişahlar padişahının aşkına, sen de bu gece uyuma!

Ey ay yüzlü sevgili! Bir gece olsun uyumazsan, gönlünü tamamıyla candan O’ na verirsen, sana ölümsüzlük hazinesi görünür.

Akşam olup da dünyayı aydınlatan güneş battıktan sonra gece gelince, gayb nurunun güneşi doğar da gönülleri aydınlatır, gözleri nurlandırır. Bedenleri manen ısıtır.

Sevgili bu gece kendini zorla da, uyumak için yastığa başını koyma!

Ne olur bir gece yatma da Cenâb-ı Hakk’ın  lütuflarını, ihsanlarını gör! 

Bütün manevî güzelliklerin, ihsanların kendilerini gösterdikleri zaman gece vaktidir. Uyuyan bu güzellikleri göremez. Aklını başına al! Sen de bu gece uyuma!

İmran oğlu Musa Allah’ın nurunu geceleyin gördü. Geceleyin o ağaca doğru gitti de “Gel!” sesini duymadı mı? ‘

Hz. Musa geceleyin on yıllık yoldan daha fazla yol aldı da, baştanbaşa nurlara gark olmuş bir ağaç gördü.

Hz. Ahmed (s.a.v.) de Mi’rac’a geceleyin çıkmadı mı?

Burak o büyük peygamberi geceleyin göklerin ötesine götürmedi mi?

İnsanlar gündüz rızk peşinde koşarlar, didinir dururlar. Gece ise sevgili ile buluşma zamanıdır, aşk zamanıdır.

Bu yüzdendir ki âşığı kem gözden korumak ve sevgili ile buluşmasını gizlemek için, gece, karanlığı ile her tarafı kaplar, perdeler gerer.

Gece gelince insanlar dinlenmek için yataklarına girerler, kendilerini uykunun kucağına bırakırlar, uyurlar.

Fakat aşıklar gece uyumazlar. Cenab-ı Hakk’la onların işleri vardır. Onlar manen Hak’la buluşurlar, konuşurlar.

Cenab-ı Hakk Davud (a.s.)’a buyurdu ki: “Ey Davud! Bizi sevdiğini iddia eden kişi; Yatağa girip bütün gece uyursa, onun sevgi iddiası sahtedir, yalandır.”

Âşık olan gece uyur mu? Buna imkan var mı? Hem âşık olmak, hem de uyumak hiç görülmemiştir.

Çünkü âşık içinin yanışını ve derdini söylemek için sevgili ile yapayalnız kalmayı ister.

Bütün gecelerde; Cenab-ı Hakk’dan şöyle hitaplar, sesler gelip durmada: “Ey kulum! Herkes uykuya daldı, kalk! Seninle manen buluşalım. Bu fırsatı kaçırma! Bu fırsat her zaman ele geçmez.

Öldüğün zaman bu can bedenden ayrılınca, bu gecelere çok hasret çekersin, özlem duyarsın.”

AZ KONUŞMA

Sabır ve suküt

Bildiğiniz üzere bir önceki sohbetlerimizde az yeme ve az uyumanın hikmetleri üzerinde durmuştuk. Bugün de bu sohbetlerimizin devamı ve tamamlayıcısı az konuşma üzerinde bir muhabbetimiz olacak inşallah.

Az konuşma da az yeme ve az uyuma kadar hayatımızın en önemli hasletlerinden biridir. Peygamber Efendimiz, her şeyde olduğu gibi az konuşmayla ilgili de ümmetini, dolayısıyla da tüm insanlık âlemini uyarmıştır. Bendeniz bu hâdis-i şeriflerden bir kaçını sizlere arz ederek sohbetimize başlamak istiyorum.

“Dili korumak imânın esasıdır. Kişi dilini korumadıkça imânın hakikatini de bulamaz”

“İnsanın selameti dilini tutmasındadır. Ya hayır söyle ya da sus”

“Dil, belki diğer uzuvlardan daha küçüktür ama yaptığı suç hepsinden çok daha büyüktür”

“Kim sükut ederse her türlü belâdan kurtulur”

“Dilin sükutu çok mümtaz bir hikmettir, fakat çok az kişiye bu hikmet nasip olur”

Peygamber Efendimizden bu hâdisleri işiten Hz. Ebubekir,  ağzının içinde her zaman bir taş saklayarak, böylece fazla ve boş konuşmaktan kendini korumaya çalışmıştır.

Mânevi büyüklerimiz; “insan dikenlikte çıplak ayakla yürürken ayağına nasıl dikkat ediyorsa, diline ondan daha çok dikkat etmeli” demişlerdir. Az konuşma veya konuşurken kullandığımız sözler niçin bu denli önemli, bunu da her zamanki gibi âyet, hâdis ve Mesnevi beyitleriyle hep birlikte anlamaya çalışacağız.

Az konuşma deyince sadece suskunluk, bir köşede sessiz sakin oturma aklımıza gelmemeli. Nice kişiler vardır dilleri konuşmaz ama suskunluklarında öyle bir konuşma vardır ki;  kulağımızı nasıl tıkayacağımızı bilemeyiz.

Bazı kişiler de vardır ki; uzun uzun konuşur, fakat bu konuşma insana öyle bir hûzûr ve güven verir ki; âh keşke biraz daha konuşsa da dinlesek diye dûa ederiz.

Hz. Mevlânâ bu durumu Mesnevi’de, cennet ile cehennemin kapısının açılmasına benzeterek şöyle der: clt.6.3482 “Sözü sırlar sarayının kapısı bil.  Güzel bir söz işitince düşün bakalım cennetin hangi kapısı açıldı.

Kötü bir ses mi geldi; bed bir söz mü işittin?  Dikkat et bakalım cehennemin hangi kapısı sana açıldı?”

Evet efendim, görüldüğü üzere söz, daha bu âlemde cennet veya cehennemin kapısını açan büyülü bir titreşim.

Fakat susmaktan gaye her şeyde olduğu gibi kişinin yerini ve haddini bilmesidir.

Çünkü susmak, bilinçsiz bir şekilde susup, bir köşede sessiz kalmak değil;  Yaşadığımız çeşitli olaylara karşı TEVVEKKÜL içinde sessiz kalmak veya bir ölçü ve edep içerisinde az ve öz konuşmaktır.

Cenâb-ı Allah; İsrâ sûresi 53, Furkân sûresi 63-72,  Kasâs sûresi 55,  Hucurât 11-12, Necm 32, Duhâ 10. Ayetlerdeki hitabıyla bizlere az ve öz konuşmanın adabını göstermiştir.

Bu âyetler yaşam içerisindeki çeşitli olaylar karşısında söz ve tavırlarımız hakkında bizlere yol gösteren, son derece önemli uyarcı âyetlerdir.

Bir Hâdis-i Kudsi’de şöyle buyrulur:  “Ey ademoğlu, kalbinde bir katılık, bedeninde bir hastalık ve rızkında bir eksiklik gördüğün zaman, bil ki boş şeyler konuştun.

Ey ademoğlu, çok konuşmakla hikmet ve inceliği nasıl arzu edersin. Sen hikmeti dilinin ve kalbinin sükutunda ara bul.” 

Demek ki sadece dilin sükutu yetmiyor, bir de kalbin sükutu söz konusu.

Az konuşmayı daha iyi anlayabilmek için, susmayı üçe ayırmakta fayda var.

1.Cenâb-ı Allah’ın ilâhi takdirine karşı susmak

2.Allah dostları, Peygamber varisi olan velilere, mürşitlerimize karşı suskun ve sessiz olmak

3.Avama; yâni cahil insanlara karşı susmak.

İlâhi takdire karşı susmak Hâdis-i Şerif’te arz edildiği gibi dil ile birlikte kalbin de susmasıdır ki, bu durumu Mesnevi’den kısaca arz etmek isterim.

Clt.3.452: “Yeryüzü Eyyub (a.s.) gibi gökyüzüne teslim olmuştur. Cenâb-ı Allah’a; ben senin esirinim ne dilersen üzerime onu yağdır deyip susup beklemektedir.

Ey insanoğlu, sende yeryüzünün bir parçasısın. Onun üzerinde yaşıyorsun. Sende Allah’ın buyruğuna kaza ve kaderine karşı gelme toprak gibi ol ve sus.  Sizi topraktan yarattık ( Taha: 55 ) âyetini duydun işittin. Bu âyeti biliyorsun. Demek ki Cenâb-ı Allah, senin de toprak olmanı istiyor. O zaman ilâhi takdire karşı gelme, sende toprak gibi sus ve sessiz ol.”

Muhammedî ahlâka sahip olmak için de ilâhi takdire karşı susabilmek için de SABIR birinci şart. Çünkü sabırsız bir insanın susmayı ve hoş görmeyi başarması mümkün değil.

clt.6.3979: “Peygamberin olan Hz. Mustafa’ya bak, sabır ona at oldu da onu göklerin en yücesine miraca çıkardı.”

Efendim sadece Peygamber Efendimizin değil, diğer peygamberlerin de hayatına baktığınızda hepsinin yaşam merkezinde sabrı görürsünüz.

Bildiğiniz üzere bir Hadis-i Şerif’te sabır ile imân eş değerde tutularak “sabrı olmayanın imânı da yoktur” diye buyrulmuştur.

Elbette sabır başlı başına büyük bir sohbet konusu fakat madem ki konumuz susmak; İlâhi takdire karşı susup sesiz olmak ise ancak sabırla oluyorsa birkaç cümlede olsa sabırdan bahsetmek gerek.

Mes. Clt.2.3147: Sabır sırat köprüsüdür cennet ise karşı tarafta. Mes. Clt.3. 213: Susup sabretmeden acılara katlanmadan hiç kimse bu âlemde kurtulmadı, kurtulamaz.

Yine başka bir Mesnevi beytinde: “Cenâb-ı Allah dileseydi dünya’yı ‘kün’ emriyle bir anda yaratabilirdi  fakat öyle yapmadı yavaş yavaş   altı günde yarattı. Bunun hikmeti kullarına sabrı öğretmek içindi” der. Yâni bizâtihi Cenâb-ı Allah sabırda kendisini kullarına örnek gösterdi.

Mesnevi clt 3. 2725 sayf.233 “Sabır ve sükût ilâhi rahmete sebep olur. Belirti ve şâhit arayışın aceleci davranışın sendeki hastalığın eseridir.

Ayetteki ‘susun’ emrini kabul et ki sevgiliden, susmanın karşılığında senin de canına ilâhi bir lütûf gelsin.”

Evet efendim susmayı daha iyi anlayabilmek için üçe ayırmıştık.

1.İlâhi takdire karşı susma

2.Mânevi büyüklerimize, mürşitlerimize karşı susma

3.Avam’a yâni cahil halka karşı susma

İlâhi Takdire karşı susmayı yani sabrı kısaca da olsa arzettik. Şimdi de Mânevi büyüklerimize karşı susmanın önemi üzerinde duracağız.

A’raf, 201 de; “Kuran okunduğu vakit onu dinleyin susun ki size rahmet edilsin” buyrulmaktadır. Efendim bu âyet elbette öncelikle umumidir. Kur’an okunurken zahiren takınacağımız edeple alâkalı olup herkesi ilgilendirir.

İkici olarak da; Peygamber varisi olan kamil insanların, mürşitlerin huzurunda veya söz ve sohbetlerinde bulunanlara bir işaret, bir uyarı var.

Hakk dostlarının yaptığı sohbet, Kur’an ayetlerinin dışında olmadığı gibi, bilâkis Kur’an’ı daha kolay anlamamıza yarayan bilgilerdir. O sohbetleri de Kur’an dinleme adabı içerisinde susarak sessizce dinlememiz gerekir. Cenab-ı Allah Araf suresinde Kur’an dinlemenin adabını bizlere öğretir. Hucurat ve Ahzab surelerinde ve Kur’an’ın muhtelif yerlerinde ise Peygamber Efendimize karşı konuşma adabımızı, hâl ve davranışlarımızın nasıl olması gerektiğini açıklamıştır.

Bu âyetler; Peygamber Efendimizin âli şahsında Peygamber varisi olan tüm Hakk dostları mürşitler için de geçerlidir.

Clt.1.1944: “Allah’ın nûrunu ister Allah’tan al, İster kamil insandan. Aşk şarabını da  ister küpten iç, istersen testiden. Hiç fark etmez.

Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz; Benim yüzümü görenler, beni görmüş olanları görenler, ne mutlu kişilerdir diye buyurdu.

Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçektende asıl mumu görmüş olur.

Böylece o mum’un  nûru yüz mum’a nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncu mum’un aydınlığını gören bile asıl ilk mumu görmüş gibi olur. İstersen aradığın hidayet nûrunu, aşk nûrunu son yanan mumdan al, istersen bizzat ondan, can mumundan al, aralarında hiçbir fark yoktur.”

Görüldüğü üzere bizlerin kamil insanlara mürşitlere Kur’an hükmünce muamele edişi onlara edep ve saygıda kusur etmemeye çalışmamız tümüyle Peygamber varisi oldukları, nûrlarını ilk nûrdan alıp aynı nûru yansıttıkları için.

Allah dostları için söylenen bir söz vardır, ‘Allah adamları Allah değillerdir ama Allah’tan da ayrı değiller’ diye. Bu da aynı şeydir. Kâmil insanlar Peygamber değillerdir ama peygamberden de ayrı değillerdir. 

Bu durumu açıklayan hepinizin bildiği Kudsi bir Hâdis vardır.

“Allah Teâla hazretleri şöyle ferman buyurdu: “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Ben bir kulumu sevdim mi, artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum.” Efendim kısaca şöyle demek lâzım; bir damla su ummanda yok olunca artık ona bir damla su diyemezsin. O da umman oldu gitti.

Bendeniz birkaç Mesnevi beyitleriyle konuyu toparlamak istiyorum.

Mes.clt.6.1592 “Sevgililere, dostlara ulaşınca susarak otur. Haddini bil, hemen başköşeye geçip kurulma, alçak gönüllü ol!

Aklını başına al, Cuma namazına bak! Herkes camiye toplanmış, bir arada, bir düşüncede, fakat hepsi de susarak sessizce oturmakta.

Hayatta neyin varsa, hepsini al! Susmak tarafına çek götür, eğer sen de kamil bir insan olmak istiyorsan sus konuşma, sessiz ol gösterişten sakın!

Peygamber buyurdu ki; sen dostları sıkıntılar denizinde yol gösteren yıldızlar gibi bil.

Yüzünü yıldızlara dik bakarak yol ara. Söz söylemek görüşü bulandırır. Sus, söz söyleme. Sen konuştuğun zaman belki bir iki tane doğru düzgün  söz söyleyebilirsin. Fakat onları karışık bulanık hoş olmayan sözler de takip eder.

Ağzını açtın mı  söylediğin sözleri yakalayamazsın. Temiz doğru sözlerin arkasından kötü biçimsiz hiç söylenmemesi gereken sözlerde arkasından dökülür. O nedenle Hakk dostlarının yanında sus ve  sessizce otur dilini de gönlünü de  koru.”

Efendim hepinizin bildiği gibi; ‘Alimin yanında diline, Arifin yanında gönlüne sahip ol’ diye çok güzel bir söz vardır.

Mes. Clt.2.3014: Peygamber Efendimiz de: “Hakkı tanıyıp bilenin dili tutulur, konuşamaz, suskun olur” der.

Bizler Hakk dostlarını yeterince tanımadığımız, onların mânevi yüceliklerini bilmediğimiz için yanlarında edep ve erkâna dikkat etmeyiz.

Cahillere karşı susma konusunda da birkaç ibretli söz söyleyerek konumuzu sırlayalım.

Bir Kudsi Hâdiste; “İnciyi köpeklerin ağzına atmayınız ve cevherleri domuzların boynuna asmayınız” buyrulur.

O nedenle: Mânevi büyüklerimiz; “Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır. Herkesin her sorusunu cevaplama. Yalanlanacak olan sözü halka söyleme, herkes her şeyi anlayamaz. Her bildiğini söyleyen kadar cahil insan olamaz” demişlerdir.

Hz. Ali Efendimiz: “Eğer ben Hz. Peygamber’den duyduğum sırları size söylersem siz Ali yalancıdır böyle şey olmaz derdiniz” buyurmuştur.

Hz. Mevlânâ Divan clt.3. 60: “Cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz dur, sus, konuşma. Körlerin yanında göze ait sırlardan bahsetme”,  Mesnevi clt.4. 1490: “Cevap vermemek de cevaptır, ahmağa verilecek cevap sadece susmaktır, kızgın yağa su dökme sus sakin ol” gibi tavsiyelerle bize mesajlar vermişlerdir.

ÖLÜM, CENNET, CEHENNEM

Efendim bildiğiniz üzere Şeb-i Arûs haftası içerisindeyiz. Hz. Mevlânâ: “Bizim ölümümüz ebedi düğün, bayram günüdür” diye buyurmuştur. O nedenle de gerçekten yüz yıllardır Hz. Mevlânâ’nın ölüm günü, düğün bayram gibi kutlanmıştır.

Ölüm dedikleri şey nasıl bir şeydir ki; bâzılarımız ondan hiçbir şeyden korkmadığımız kadar korkup kaçmaya çalışırken, kimleri de onu çok şefkatli bir anne kucağına benzeterek hemen o kucağa koşmak, ona sarılmak istemişlerdir.

Hemen hemen hepimiz bir yakınımızı kaybettiğimiz günü yas ilân ederken, Hz. Mevlânâ’nın bu fâni âlemden ayrıldığı gün düğün bayram olarak kabul edilir.

Neden bazılarına ölüm yas olurken, bazılarına düğün bayram olur?

Ölüm, Mezâr, Cennet, Cehennem nedir?

Tüm bu soruların cevaplarını âyet, hâdis ve Hz. Mevlânâ’nın çeşitli beyitleriyle hep birlikte anlamaya çalışacağız inşallah.

Cenâb-ı Allah; Ali imrân sûresi 185 âyet de, ” Her nefis ölümü tadacaktır “ diye buyurmuştur. Bu âyetten de anlaşılacağı gibi ölmek yok, sadece ölümü tatmak, yâni hissetmek var.

Peygamber Efendimiz de bir Hâdis-i Şeriflerinde; “Müminler ölmezler belki bir âlemden öteki âleme göçerler” buyurmuştur. Makalat clt.1. syf.51’de Şems-i Tebriz-i hazretleri bu ayet ve hâdisleri açıklarken; “ölme başka göçme başkadır. Bu âyet ve hâdisleri çok iyi anlamak, çok iyi düşünmek lâzım” demiştir.

Kur’an-ı Kerim’de ölüm diye bir şey olmadığı,  ölüm gibi görünen bu hâlin ardından tekrar bir diriliş olduğu hakkında bu ve buna benzer bir çok âyet mevcuttur.  Hepiniz ölümden sonra bir diriliş olduğunu biliyorsunuz zaten o nedenle bu konuyu uzatarak değerli vakitlerinizi almak istemiyorum. Fakat Div.Keb. clt.1.327: “Bizim ölümümüz ebedi bir düğün bayram günüdür” diye buyuran Hz. Mevlânâ’nın ölüme bakış açısını Mesnevi ve Divân-ı Kebir’deki  bâzı beyitlerle sizlere  arz etmek istiyorum.

Divân-ı Kebir clt.3.1039: “Bence bu dünyadan göçüp gitmek yolculukların en hayırlısıdır. Çünkü mekanlar, mekansızlık âlemine perde olmuştur.

Divân-ı Kebir clt.3.1046: Halkın nazarında bedenimiz mezarda toprak altında uyumaktadır. Fakat aslında rûhumuz onun yeşilliğinde gül bahçesinde serviler gibi salına salına dolaşmaktadır.

Bedenin uyuduğu mezar çöplüğünde cana binlerce bağ, binlerce bahçe bulunmaktadır.

Divân-ı Kebir clt.3.1150: Bu dünyada yıkanmak için soyunanlar, öteki âleme dalıyor. Aslında şu mezarlık elbiselerin çıkarıldığı bir cemekân gibidir. Rûhlar mezarlarında beden elbiselerinden soyunarak mâna âlemine gitmedeler.

Rubailer clt.4.218: Ölümde adalet ve din ehline bir başka hayat vardır. Ölümden temiz rûhlara huzûr ve sükûn vardır.

Ölüm Hakk’a kavuşmadır. Cefâ etmek, kin gütmek değildir. Fakat ölmeyen bir kimse öleceğim diye her an ölür durur. Zâten en büyük dert de budur.

Divân-ı Kebir clt.3.1212: İnsan Allah ile olduktan sonra mezarda olmak ne hoş, ne güzel şeydir.

Divân-ı Kebir clt.2.591: Ben ölümden ebedi zevke, ebedi ömre ulaşılacağı haberini aldım. Cenâb-ı Allah’ın lûtfuna bakınız ki, ölümü ebedi ömür peygamberi yapmış. Ölümle ölümsüzlüğü bizlere müjdeliyor

Divân-ı Kebir clt.1. 455: Ey şu rûh âleminden bu dünya’ya doğup gelenler. Ölüm gelince ürkmeyin, korkmayın, bu ölüm değil bir ikinci doğumdur haydi doğun doğun bir başka âleme doğun.”

Arz etmek istediğim şu ki; Mâdem ki, ölüm diye bir şey yok. Niçin ölümden bu denli korkarız, niçin bir çukur kazılıp içine atılmak bizi bu denli ürkütür?

Efendim, elbette bu sorulara en güzel cevap, bu âlemden gidişi düğün bayram gibi kutlanan Hz. Mevlânâ tarafından verilmiştir.

O nedenle konumuzla alâkalı bâzı Mesnevi beyitlerini sizlere arz ediyorum:

Evet efendim Hz. Mevlânâ’ya göre ölüm nedir, niçin ölümden korkarız?

Mesnevi clt.3.3438:  “Kim ölümü Yûsuf gibi güzel gördü ise, canını ona fedâ etti. Ölümü kurt gibi görüp korkan ise sapıttı, doğru yoldan çıktı.

Ey Oğul; herkesin ölümü kendi rengindedir. İnsanı Allah’a kavuşturduğunu düşünmeden, ölümün gerçek yüzünü bilmeden, ölümden nefret edenlere, ölüme düşman olanlara, ölüm korkunç düşman gibi görünür. Ölümün hakikatini bilip, ona dost olanların karşısına da ölüm dost olarak çıkar.

Ayna beyaz yüzlü kişinin karşısında hoş beyaz renklidir. Siyah bir zencinin karşısında da simsiyahtır.

Ey ölümden korkup kaçan kişi, işin aslını, sözün de doğrusunu istersen, sen ölümden korkmuyorsun,  aslında sen kendi kendinden korkuyorsun.

Çünkü ölüm bir aynadır. O aynada görüp ürktüğün, korktuğun da ölümün çehresi değil, senin kendi çirkin yüzündür. Sen kendi çirkin amelinden, çirkin yüzünden korkuyorsun.

Çünkü senin rûhun bir ağaca benzer. Ölüm ise o ağacın yaprağı gibidir.  Her yaprak ise ağacın cinsine göredir.

O yaprak iyi ise de kötü ise de senin ağacından senden bitmiş çıkmıştır. Nasıl ki hoş olsun veya olmasın, senin gönlüne gelen her hâyal, her düşünce senden, senin kendi varlığından gelmiştir, ölümü de aynen bunun gibi bil.

Eğer sana bir diken batmış ise, bu dikenle yaralanmış isen, o dikeni sen kendin dikmişsindir.

Eğer ipekli hoş elbiseler içerisinde isen, o kumaşı da günün birinde sen kendin dokumuşsundur.

Sen ölümün hoş yüzünü de, çirkin yüzünü de kendi yüzünde kendi işinde ara. Bunca sözün özü şu ki: Sen ne isen ölüm de odur. Korkacaksan sen kendinden kork.”

Efendim açıkça anlaşıldığı üzere ölüm denilen şey sadece bizim aynada kendimize bir anlık bakışımızdır. Biz aynada gördüğümüz görüntüden korkuyoruz. Korktuğumuz görüntü ise sadece kendimize ait.

Hz. Mevlânâ Aynı şeyleri Divân-ı Kebirde de dile getirmiştir. Clt.3.966

Eğer sen imân sahibi isen ölümünde tatlı bir eminliktir, hoşluktur, güzelliktir. Eğer kâfir gibi acı isen ölümünde acıdır, kötüdür.

Ölüm bir aynadır. Senin her türlü görüntün oraya vurur akseder, oradan sana görünür. Ayna sendeki güzelliği sana gösterince ölmek ne hoş bir şeymiş dersin. Sendeki kötülüğü sana gösterince de ölümden korkup kaçmak istersin. Ölümün hoşluğu da sensin, korkup kaçmaya çalıştığın çirkin yüzü de sensin.”

Ölümü bir elbise olarak düşünecek olursak o elbiseyi biz kendi ellerimizle dikip giyiyoruz. Kumaşını da kendimiz dokuyup dikişini de kendimiz yapıyoruz.

Ne Cenâb-ı Allah’a ne de başkasına söylenecek hiç bir sözümüz yok.

Mâdem ki Peygamber Efendimize göre ölmek yok, bir odadan bir odaya geçmek var. Bir odadan bir odaya geçerken elimizde hoş kokulu bir demet çiçek varsa neden korkacağız.

Fakat bir odadan bir odaya geçerken elimizde bir sepet dolusu yılan ve akrep varsa o zaman elbette korkmak lazım, bize ne gelirse kendimizden gelir.

Efendim Hz.Mevlânâ’mız “bu dünya bir dağa benzer yapıp ettiklerimiz de sese benzer mutlaka o ses yankılanıp geri bize dönecektir” demiştir.

Bizler mezarımızı da cenneti de cehennemi de kendi ellerimizle yaparız.

En çok korktuğumuz şey de mezara girmektir. Bu nazla niyazla beslediğimiz bedenimizin bir çukur açılıp içine atılması hepimizi korkutur. Özellikle toprak içerisinde yaşayan çeşitli böcekleri düşünmek bile istemeyiz.

Yine bu konuda da Hz. Mevlânâ bir Divân-ı Kebir beytinde şöyle der: “Mezarda akrep yılan yoktur. Sensin akrep yılan sepeti.”

Demek ki, ölümden korkmak kendi kendimizden korkmak olduğu gibi mezardaki böceklerden de korkmak gene kendi kendimizden korkmaktır.

Eğer bizim bu âlemde akrep yılan gibi duygu ve düşüncelerimiz yoksa mezarda da akrep ve yılan olmayacaktır. Çünkü Hz. Mevlânâ gene bir Divân-ı Kebir beytinde clt.2.882 “Hayatta iken yaptıkların ve her düşünce çocuğunun mezarının başında sûret bularak baba baba diye mezarının etrafında dolaştıklarını görürüsün. Güzel düşüncelerinden hûriler, güzel delikanlılar doğar. Çirkin düşüncelerinden ise mezarında koca şeytanlar meydana gelir” der.

Divân-ı Kebir clt.2.587: “Kim bu dünya’da nefsâni arzularını şehvetini gönlünden söker atarsa, her vazgeçtiği, özlem duyduğu nefsâni arzularının her biri mezarında ona bir güzel hûri, eş-dost kesilir.

Kim de azgınlık yolunda at koşturursa, koşturduğu at ona çifteler atar, onu tekmeler  o tekmelerden perişan olur gider.”

Divân-ı Kebir clt.1.164: “Senin ölümünden sonra güzel huyların, güzel düşüncelerin, güzel huriler şekline girerler ve senin tabutunun önünde salına salına yürürler.

Biri seni götürürken elinden tutar, öbürü hatırını sorar, öteki sana çeşitli yiyecekler mezeler getirir, sana nice şekerler sunar.

Sayısız güzel hûriler senin tabutunun önünden gider. Hayatta gösterdiğin sabır eşsiz bir mülk olarak karşına çıkar. Şükür ise, neşeli neşeli tabutunun önünde giden sana arkadaşlık eden bir melektir.

Mezarında tertemiz hûriler sana eş dost olurlar. Senin bu dünyadaki güzel ahlâkın çeşitli şekillerde karşına çıkar. Sana oğlun kızın gibi sarılır sana sahiplik ederler, seni hiçbir zaman yalnız bırakmazlar.”

Hz. Mevlânâ’ya göre CENNET ve CEHENNEM nedir?

Cenneti ve Cehennemi nasıl kendi ellerimizle yaparız. Mesneviden arz etmek istiyorum efendim.

“Bir Müslüman secde yâhut rükû edince, onun secdesi ve rukûu âhiret âleminde cennet olur.

Birinin ağzından Cenâb-ı Allah’ı övme, hamd ü senâ çıkınca, Cenâb-ı Hakk o hamdi, o övgüyü cennet kuşu yapar.

Senin elinden sadaka ve zekât verilince, o sadaka ve zekât cennet bağı ve bahçesi olur.

Senin sabır suyun, cennet ırmağı kesilir, cennette akan süt ırmağı da senin sevgindir, aşkındır.

İbâdetten aldığın zevk, cennetteki bal ırmağıdır. Kendinden geçişin, mest oluşun da şarap ırmağıdır.

Bu sebepler, yaptığın işlere benzemez. Fakat Allah bu sebeplerin yerine o eserleri nasıl getirdi? Bunu da kimse bilemez.

Bu sebepler, dünyada iken nasıl senin fermânın, buyruğun ve irâden meydana gelmişse, cennetteki o dört ırmak da senin buyruğuna, irâdene uyacaktır. Dünyadaki güzel sıfatlar senin emrinde olduğu gibi, cennetteki ırmak­lar da senin emrindedir.

Cennetteki ağaçlar da, senin buyruğunu yerine getirirler. Çünkü o a­ğaçlar, senin dünyadaki iyi sıfatlarından, ahlâkından yeşerdiler, meyve verdiler.

Bu güzel sıfatlar, bu dünyada senin buyruğun altında idiler. İyi huy­larına, ibâdetlerine karşılık olarak verilen şeyler de, öteki dünyada, senin elinde olacaktır.”

İşte yaptıklarınıza karşılık size mirasçı kıldığımız CENNET! (Araf-43)

 

“Cehennem de yine senin elindedir, senin eserindir.

Elinden bir mazlûm yaralandı, zulüm gördü ise o zulmün cehennemde bir ağaç olur, ondan zakkûm meyvesi husûle gelir ve onu yersin.

Sen hiddete kapılıp, gönüller kırdı, gönüllere ateş düşürdü isen, o ateş cehennem ateşinin mayası olur seni yakar yandırır.

Senin öfke ateşin bu dünyada insanların gönlünü yakardı. Ondan doğan cehennem ateşi de, orada seni yakar, yandırır.

Senin hiddet ateşin, burada, insanlara kastederdi. Ondan doğan cehe­nnem ateşi de, orada sana saldıracaktır.

Dünyada hiddete kapıldığın zaman ağzından çıkan yılan ve akrep gibi insanları sokan sözlerin, orada yılan ve akrep olup senin kuyruğundan ya­kalayıp sokacaktır. İşte böylece yaptığın iyiliğin de kötülüğün de karşılığını ahirette bir bir aynıyla göreceksin.”

Kim bir zerre miktarı hayır üretmişse onun karşılığını görür.

Kim bir zerre miktarı şer üretmişse onun da karşılığını görür. (Zilzal-7-8)

Biz kimseye zulmetmeyiz herkes kendi elinin ettiğini çeker.

İyilik ve güzellikten sana ne gelirse hepsi Allah’tandır.

Kötülük ve çirkinlikten de sana ne ulaşırsa bil ki o da senin nefsindendir. (Nisa-79)

Bunlar elinizin önceden gönderdiği şeylerdir. ALLAH kullarına asla zulmetmez. (Enfal-51)

Al işte bu senin iki elinin önceden gönderdiği şeylerdir. Şu bir gerçek ki; Allah kullarına asla zulmedici değildir. (Hac-10)

Size gelip çatan her nusubet ellerinizin kazandığı yüzündendir. Allah birçoklarını da af ediyor. (Şuara-30)

Tüm bu anlatılanları Hz. Mevlânâ’mız aslında bir tek beyitte toparlamış; Div. clt.1.388: “Hiddet ve öfkeye kapılıp insanları çiğneyip geçme ki Cenâb-ı Allah da kudret ayağıyla seni iki cihanda çiğneyip geçmesin.”

Ölümden ancak Hakk âşığı olmayanlar korkar.

Not: Bu metin 2009 yılı içinde yapılan MESNEVİ okumalarının özetidir.
Bilgisini ve Muhabbetini bizlerle paylaştığı için Hocamıza teşekkür ediyoruz.

 

 

… Biraz okumak için…

  İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü  sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

 Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî  tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:aleyna Tarih: Tem 12, 2014 | Reply

    Çok güzel, akıcı ve açıklayıcı, Allah razı olsun.

  3. Yazan:Celal ORHUN Tarih: Eyl 26, 2014 | Reply

    Çok güzel şeyler sunmuşsunuz. Çok etkilenim. Allah razı olsun.

  1. 2 Trackback(s)

  2. Haz 1, 2012: Son 90 günde en çok paylaşılanlar : Derin Düşünce
  3. Ara 12, 2012: Son 12 ayda en çok okunan 40 sayfa

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin