RSS Feed for This Post

Ölüm’ün –E hâli (4) : Kâmiliyet / έντελέχεια

 Ölüm korkusu ıskalanmış, eksik kalmış bir yaşamın sonucudur. Bir ihanetin dışa vurulmasıdır. (Franz Kafka [1])

 İnsanlar doğarken ve ölürken birbirlerine benzerler. Onları birbirinden ayıran sadece doğum ile ölüm arasında yaptıkları şeylerdir. [2] Evet, hatta o kadar benziyorlar ki karıştırmamak için etiketliyoruz. Mezar taşları da öyle. Zenginlerin mezarları bazen biraz daha gösterişli ama isim yazmasa yine kimin kim olduğu belli değil. Doğumda ve ölümde bu kadar AYNI olan, bu kadar bir!-leşen insanları FARKLI yapan tek bir şey var: Doğum ile Ölüm arasında yaptıkları ve yapmadıkları şeyler… yani yaşamları… Peki nerede şimdi o yaşamlar? Tahsil, toplumdaki saygınlık, yapılmış iyilikler, edilen küfürler, tutulmamış sözler, diplomalar, hastalıklı ve sağlıklı günler, banka hesapları, iltifatlar ve riyakârlıklar nerede?

 İnsan bir et parçası olarak geldiği şu dünyadan mezarlık gübresi olarak mı gidecek? Bütün sevinçler ve üzüntüler birer abartı mıydı? Hiç manevra kabiliyeti yok mudur İnsan’ın? Şu morgda yatan zavallıya bakın meselâ. Doğmayı o seçmemişti. Ölmeyi de istemedi. İteklenerek girdi bir kapıdan, kıçına bir tekme yiyerek bir başka kapıdan dışarı çıktı şimdi. İki kapı arasında geçen zaman onun eseri olabilir mi? Başını ve sonunu seçmediği yaşamını farklı ve özel yapabilecek ne kaldı geriye? Rolex marka saati mi? Kokmuş çoraplarının bile çıkardılar. Ölüm ne acayip ülke, yolcuların kredi kartları ve iç çamaşırları gümrüğe takılıyor…

 Çocukluğumdan kalma bir oyuncağa dikiyorum gözlerimi… Bir yap-boz. Küçük beyaz tabletleri sağa-sola, aşağı-yukarı doğru kaydırak oynayabiliyorsunuz. : Bütün parçalar yerini bulunca ilaç firmasının reklâmı çıkıyor: “Aspirin çocuklar için”. Sol alltaki boşluğa dikkat ettiniz mi? Bir parçası eksik gibi. Ama değil. O boşluk olmasa yap-boz olmaz, “ben yaptım sen bak” olurdu. Boşluk olmadan hareket olmuyor. Ne yazıldıysa o, hiç bir şeyi değiştiremezdik. Boşluk yoksa seçim de yok.

 Jean-Paul Sarte’ı okudukça daha iyi anlıyoruz. Boşluklar ve delikler birer rumuz gibi: Boşluk olmasaydı dünya nasıl olurdu? Fazla yolcu almış ve kapıları açılmayan bir minibüse benzerdi herhalde. O kadar sıkışık ki bırakın kıpırdamayı, nefes almak dahi mümkün değil… Terlerimizin bile birbirine karışıp aktığı bu minibüste bedenlerimizin nerde başlayıp bittiğini dahi bilemezdik. Evet, boşluk yoksa hareket de yok. Hareketin mümkün olmadığı bu “sıkışık” dünyada ne serbestlik ne de özgürlük olabilirdi. (İkisi aynı şey değil: Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür)

 Kuyular, anahtar delikleri, evlerin kapı ve pencereleri, hatta odaları… Boşluk olmadan eşyaların kullanılması imkânsız. İçi cam dolu bir bardağı ya da beton ile dolu bir binayı kim ne yapsın? Serbestliğin, özgürlüğün, hür seçimin simgesidir her bir delik. Yaşamdaki “boşluklar” ise vicdanın ve hukukun önkoşulu. Çünkü bir şey yapmama özgürlüğü yoksa yapmak erdemi de yok. Yerçekimi kanununa muhalefetten hapise atılan birini gördünüz mü siz?

 “… Biz insanlar serbestlik (liberty) ve özgürlük (freedom) arasındaki farkı anlayıncaya kadar dertlerimiz sürecek gibi gözüküyor. Hukuk’un siyasetteki yerini “hissetmek” gerek. Zira totaliter rejimleri en çok rahatsız eden kavramlardan biri hukuk… Meselâ Adolf Hitler’in ideal devletinde hukuka gerek kalmayacak, hukukçuluk, modası geçmiş bir meslek olacaktı. Naziler biyolojinin determinist yasalarına uygun, ırkçı determinizm doğrultusunda bir dünya kuracaklardı. Karl Marx ise adeta tanrılaştırdığı Tarih’in determinist yasalarından bahsediyor, proletarya diktasıyla MUTLAKA kurulacak olan sınıfsız toplumu müjdeliyordu. (Bkz. Derin Marx) Gerek nazizim gerekse komünizm özde aynı fikrî ve vicdanî zemine kurulmuştu: Pozitivizm. Özü fikirsizlik ve vicdansızlık olan pozitivizm…  Liberalizm de öyle. İnsan’ı Homo economicus‘a indirgeyen bu ticarî bir rasyonalite(!) bize liberalizmin köklerinin de pozitivizme dayandığını ispat ediyor. İnsan topluluklarını karınca yuvası ya da arı kovanı sanan, Adalet’i sağlamak yerine zulümü “rasyonalize” eden totaliter bir ideoloji bu. Tecavüz kaçınılmaz ise zevk almaya bak! … (Bkz. Ticarî bir mal olarak “Adalet” )

 Mükemmelleştirebildiklerimizden misiniz?

Üç minik sorgulama yaptık geçen hafta [1, 2, 3] : Jean-Paul Sartre’ın devasa kitabı Varlık ve Hiç’teki anahtar kavramlardan birine çevirdik gözlerimizi (=aklımızı): Hatırlayacaksınız mermerde saklı heykelden, yumurtada saklı kartaldan bahsetmiştik “potentialité” kavramını anlatmak için. Yani bilkuvve varoluş ile bilfiil varoluş. Henüz gelmemiş bir gelecekte var olanı şimdiki zamanda düşünmek, niyeti, muradı akıl yoluyla keşfetmek…

 Filozoflar Sartre’ı beklemediler elbette bu kavramı keşfetmek için; meselenin kökü çok eskilere dayanıyor. Aristoteles’in dilinde έντελέχεια (oku. Entelesia) adında bir olgu var meselâ. Uykuda ya da pasif, durağan halde bulunan,  bilkuvve (δύναμης / dunamis) bir kudretin, güzelliğin, muradın meydana çıkması, tezahûr etmesi, görünmesi, bilfiil varoluşa geçmesi (ενεργεια / energeia) anlamına geliyor.

 Büyük usta bu kelimeyi türetmek için üç kavramı bir potada eritmiş:

  • έντελές: Mükemmellik
  • έχειν: Sahip olmak
  • Τέλοϛ: Hedeflemek, Önceden belirlenmiş bir hedefe yönelmek, sürekli o yönelme halinde olmak.

 Yazımızın başlangıcındaki sorgulamaları hatırlayın. Kendi isteğimiz dışında başlayan ve biten yaşamın mânâsı, kimilerine göre mânâsızlığı… Aristoteles yaşama bir mânâ yüklüyor (ya da o mânâyı keşfediyor) : Mükkemmelliğe yönelmek, kâmil olma arzusu ve şuuruyla yaşamak.

 Yalnız bu mânâ katmerli bir sembolik sistemle anlatılmış, ilk bakışta έντελέχεια kelimesinin birden fazla anlamı varmış gibi geliyor . Aristoteles özel olarak gizlemeye çalışmamış elbette. Sadece Kâinat’ın şiirine (x, y, z, a, b, c, d ) sadık kalarak yazmaya gayret etmis. Açalım:

 Gerek Metafizik (Kitap 9 ve 11) ve gerekse Nefs Üzerine (Kitap 2, Bölüm 1; Gr. Peri Psuke, Lat. De Anima) adlı eserleri okuyanlar fark edecektir ki bu kelime kullanıldığı yere göre bir değişkenlik arz ediyor, farklı şeyleri/süreçleri işaret ediyor: 

  • Maddeye çalışma yoluyla verilen nihai şekil,
  • O şekli verme eylemi,
  • Mümkün olanın gerçekleşmesi,
  • Tabiatı icabı bir cismin/canlının olgunlaşması, mükemmelleşmesi,
  • Bu mükemmelleşme sonucu meydana gelen canlı (Kelebek olan tırtıl veya doğan bebek)

 Sartre’ın kitabı Varlık ve Hiç’te de var bu “prizma”. Yaklaşık 40 kez kullanılan “potentialité” kelimesi kâh şuurlu seçimler ve yönelmeleri kasdediyor kâh mümkün olanın gerçekleşmesini. Kanaatimce bu bir çok anlamlılık ya da çelişki değil. Bu anlamların hepsini birden düşündüğünüzde έντελέχεια kelimesinin (ya da “potentialité“) gerçek mânâsı çıkıyor ortaya: Yokluktan varlığa geçiş sürecinde varlıkların kendi rollerini oynamaları. 

 

“Mümkün” mümkün müdür?

Aristoteles’in prizmasından bir renk alalım, numaları maddeye bakın: “Mümkün”. Olası bir durum için kullanıyoruz bu kelimeyi. Ama özünde bu kelimenin de birden çok anlamı var:

  • Tavukların uçması mümkün değil. (Tabiat kanunlarına aykırı)
  • Bir saate oraya gelmem mümkün değil. (Trafik açık olsaydı mümkündü)
  • Bana yalan söylemesi mümkün değil. (Bal gibi mümkün ama o dürüst olmayı seçer her zaman)

 Bu renklere baktığımızda fark ediyoruz ki bilkuvveden bilffile geçiş iki türlü olabiliyor:

  •  A° Mecburi geçiş : Geçmemezlik edemezsin, mecbursun. yani bilimsel, determinist, tabiatın yasalarına tabi. Isıtılan demir erir, yumurta civciv olur, ekilen tohum büyür, aç kalan insan ölür. Bu geçiş objektiftir, herkes için aynıdır. Silahtan çıkan kurşunu güzel bulman, korkman ya da kimyasını bilmen bir şey değiştirmez. Kurşunun ilk hızı, senin etinin direncinden fazladır. Sebepler sonuçlara gebedir!
  • B° Özgür geçiş : Mermerin içinde saklı olan heykel yumurtadaki civcive benzemez. O heykel ancak sanatçı bir göz için vardır. Kendi haline bırakılan bir mermer blok hiç bir zaman kendiliğinden heykelleşmez. Sanat’ın ve Erdem’in eklemlendiği nokta tam da burası. Eğer  ben istersem içimde pasif halde bulunan güzelliği dışa vurabilirim. Güzelliğin ne olduğunu bilmiyorum. Ama güzel kitaplar, güzel kadınlar, güzel evler, güzel sözler ve güzel davranışlar biliyorum.

 Çok şükür Aristoteles de bizimle hemfikir. Nereden biliyorum? Erdemi kasdederken kullandığı kelime arete (gr. ἀρετή). Bu kelime aynı zamanda bıçağın keskinliği, atın hızı gibi maddî mükemmelikleri de işaret etmeye yarıyor. Erdemli bıçak “iyi” keserken erdemli insan “iyi” davranıyor! Tabi “mükemmel bıçak / mükemmel insan” dersek daha az komik olabilir… Kâinat şiirinin sadık okuyucusu Aristoteles enerji ile determinist bir eksendeki bilkuvve -> bilfiil dönüşümü anlatırken erdemsel mükemmellik ile özgür bir eksendeki dönüşümü anlatıyor. Sanatçı güzel heykel / resim yapmakta özgür, ben bu eserleri güzel bulmak zorunda değilim. Onun içindir ki “güzel” dediğimde bir kıymeti var. Sanat’taki özgürlük ise daha derin bir özgürlüğün rumuzu: Erdem (gr. ἀρετή).

 Ömür heykelimi yontmak [3]

Doğacağım yeri ve zamanı tayin etmedim. Başıma gelen olayları, kazaları ben seçmedim. O halde ömür heykelimi yontmakta özgür müyüm? Hürriyetimin sınırları nereden nereye uzanıyor? Jean-Paul Sartre’ın şu sözünü hatırlayalım:

“Mühim olan sana yapılanlar değildir. Mühim olan sana yapılanı senin ne yaptığındır”

Demek ki Sartre’a göre insan’ın özgürlük sahası fikirin maddeye nüfuz ettiği ufuk çizgisinde. Boya fırçasının, keskinin ucunda. Heykeltraş gibi karşımda duran mermere (ömrümün geri kalan kısmına) bakıyorum. Dünyadaki bütün (mümkün) heykelleri içeren bir mermer blok… Henüz yontulmamış, yaşanmamış bir ömür parçası bekliyor beni. Mümkünlerden birini seçip gerçekleştirmeye başlıyorum. Niyetim, muradım zaman ve mekânın dışında, yontma fikrim (εἶδος / ἰδέα ; “idea” ) henüz bilkuvve vaziyette. Elime alıyorum keskiyi ve çekici. Ömrüme şekil (μορφή  ; “morfe”) vermeye başlıyorum. Yaşamak demek “yaratıcılık” oynamak demek. Kâinatlar yaratacak kudretim yok. Ama kendi hürriyet bahçemde ömrümü “yaratıyorum”:

 “… İbn Arabî, varlıkların Tanrı’nın bilgisinde var olmaları yönüyle, “şehâdet âlemi” olarak  isimlendirdiği bu âlemdeki varoluşlarından önce de mevcut olduklarını düşünmektedir. Bu yönüyle a‘yân-ı sâbite, ilâhî akıldaki veya ilâhî zâttaki sûretler veya hallerdir. İbn Arabî, dışsal varlıkta yok olan, ancak Tanrı’nın ezelî bilgisinde var olan bu akledilir varlıklara “a‘yân-ı sâbite” ismini vermektedir. A‘yân-ı sâbite’nin sözlük anlamı “değişmez özler” dir. Bir başka yönüyle a‘yân-ı sâbite Tanrı’nın kendi kendisinin bilgisidir. Tanrı’nın kendisi için kendi zâtının belirlenmiş biçimlerine İbn Arabî düşüncesinde “ilk kendini açma” veya “ilk belirlenim” olarak anlayabileceğimiz “taayyün-i evvel” ismi verilmiştir. Biz bu belirlenimleri Tanrı’nın hem zâtında hem de ‘zihninde’ bulunan henüz açığa çıkmamış haller olarak anlayabiliriz.Ayn’lar, zihnimizdeki düşünceler zihnimizden ne kadar bağımsız kalırlarsa, Zât’tan o kadar bağımsız olarak var olabilirler. Bu yüzden, a‘yân-ı sâbite ne bütünüyle Tanrı ile özdeştir ne de Tanrı’dan tamamen başkadır. İbn Arabî a‘yân-ı sâbiteden bahsederken bu paradoksal durumun farkındadır …” (İbn Arabî’de mistik sembolizm, Tahir Uluç)

 Peki Mâna ve Madde nasıl eklemlenir? Meselâ iyi insan olduğumuz için mi iyilik yaparız yoksa yaşadıkça, iyilik yaptıkça  iyi insan mı oluruz? Hangisi diğerinin sebebidir? İçimdeki potansiyel, bilkuvve güzellik midir güzel davranışlarımın kaynağı yoksa bilfiil yaptığım iyikler ve kötülükler midir beni güzelleştiren ya da çirkinleştiren?  

Büyük ustalardan Plotinus “Gerçek varlıklar ölümsüzdür, zamana tabi değildir” diyordu. Demek ki bu “eklemlenmeyi”, madde-mânâ ilişkisini sorgularken birini ötekine tercih etmek zorunda değiliz. Mânâ ile madde arasında bir seçim yapmaya gerek yok. Tam tersine materyalizm ile idealizm arasında taraf tutmak, varlığı anlamaya bir engel teşkil edebilir. Zira Mânâ olmadan maddenin anlamı yok. Maddesiz mânâ ise ete bürünmediği için potansiyel halde beklemede:

“… Sûretin sürekli bilkuvve var olduğunu ve madde sayesinde bilfiil hale geldiğini iddia etmek doğru değildir. Çünkü sûretin cevheri fiildir. Bilkuvve olanın doğasına gelice, onun mahalli maddedir. Bu durumda madde ‘kendinde bilkuvve, sûret sayesinde bilfiil mevcût’ demenin uygun olduğu şeydir. Sûret maddeden ayrılmasa da, varlığını maddeden değil, kendisini maddeye veren illetten (sebep) alır. Sûretin maddenin illeti olduğunu açıkladığımız halde nasıl olur da sûret maddeyle var olabilir? İllet ma’lûl (sonuç) ile var olmaz. Birisi diğeriyle var olan iki şeyden her biri diğerine varlık veremez. Bunun imkânsızlığı ortaya çıkmış ve ‘bir şeyin kendisiyle var olduğu şey’ ile ‘kendisinden ayrılmadığı şey’ arasındaki fark açıklanmıştı…” (İbn Sina, Şifa Külliyatı /22ci kitap-İlâhiyat)

 Evet… İdealistlerin, materyalistlerin hatta düalistlerin yanıldığını düşünüyorum. Zira bilkuuve varoluş ile bilfiil varoluş arasında bir sebep-sonuç ilişkisi kurmak (ya da bir hiyerarşi ihdas etmek) gerçekten sakat. Peki “tavuk mu yumurtadan çıkar yoksa yumurta mı tavuktan” tarzı sorulara ne cevap verilebilir? Bu güne kadar verilmiş cevap içinde en kalitelisi Toshihiko Izutsu’nun ki galiba:

 “… Gerçek olan yalnızca âlemin bâtını olmayıp onun zâhiri de Gerçeğin ta kendisidir; çünkü âlemin zâhiri aslında tecellî sûretleridir. Bu bakımdan âlemin bâtını ile zâhirinin her ikisinin de ulûhiyyet ile ilgili olarak tanımlanması gerekir…” (Toshihiko Izutsu,  ibn Arabî’nin Fususunda Anahtar Kavramlar, sf. 117)

 Dipnotlar 

Gustav Januch aktarıyor, “Kafka ile mülakatlar”

Tom Ned ve Jean-Charles Koch tarafından hazırlanan kısa metrajlı filmin metninden “Ben kendimin istikbaliyim” (Je suis mon avenir)

3° “… Birbirine aşk ile mi dolanmıştır o iki sağ el yoksa dua mı etmektedir? Neden iki sağ el? Bir aşk mümkün olsun diye iki elin iki farklı kişiye ait olduğu mu anlatılır yoksa tek bir sağ el aynada kendini mi seyretmektedir? Rodin müzesini gezen bir göz (=akıl) zannediyoruz “La Cathédrale isimli o heykeli unutamaz kolay kolay.  Başlangıçta sıradan insanların gözünde kocaman, şekilsiz bir taştı belki… Ama Rodin o mermere, maddeye baktığında bitmiş eserini, maddenin surete bürünmüş hâlini görüyordu… Bomboş bir tuval karşısında ressam da neticeyi, maksadını, muradını, eserinin kemale ermiş hâlini hayal eder.

 Sanatçıların zâhirî “yaratma eylemi” aslında bu tasavvur halinde, hayal aleminde zaten “yaratılmış” olan bir şeyin maddî alemde de VAR edilmesidir. Bir başka deyişle MADDE yani mermer, tuval, boya veya şairin, yazarın kelimeleri işte bu mânânın surete bürünmesi, maddî alemde tecellî etmesidir.  Maddî ortam sanatçıdaki mânâların yansıdığı bir ayna olur. Aynadaki suret sanatçının anlattığı gerçeğin kendisi değildir. Ama o gerçekten ayrı da değildir. Surete bakarak perde arkasını yani gerçeği görmek için sanatçının lisanını, sanatındaki semboliği bilmek gerekir. Bu sembolik sanatçıya bağlıdır. Hayat hikâyesi, acıları, umutları, korkuları, kavgaları… Ayrıca eserin yapıldığı dönemi, sanatçıyı etkileyen fikirleri,  tarihi olayları bilen kişinin gözü (yani aklı) sanatçının lisanına da hakim olur. Sadece akıllı (=gören) seyirciler lisanı kullanarak sanat eserine baktıklarından zahirden gerçeğe doğru gidebilirler …” TAMAMI

 

 

 

 

… Bu makale ilginizi çektiyse…

Zaman Nedir?

“…Geçip gitmiş olmasa “geçmiş” zaman olmayacak. Bir şey gelecek olmasa gelecek zaman da olmayacak. Peki nasıl oluyor da geçmiş ve gelecek var olabiliyor? Geçmiş artık yok. Gelecek ise henüz gelmedi. Şimdiki zaman sürekli var ise bu sonsuzluk olmaz mı? ”  diyordu Aziz Augustinus. Zira kelimeler yetmiyordu. “Zaman Nedir?” sorusuna cevap verebilmek için kelimelerin ve mantığın gücünün yetmediğı sınırlarda Sanat’tan istifade etmek gerekliydi : Sinema, Resim ve Fotoğraf sanatı imdadımıza koştu. Ama felsefeyi dışlamadık: Kant, Bergson, Heidegger, Hegel, Husserl, Aristoteles… Bilimin Zaman’a bakışına gelince elbette Newton’dan Einstein’a uzandık. Bilimsel zamandan başka, daha insanî ve MUTLAK bir Zaman aradık. Delâilü’l-İ’câz, Mesnevî, Makasıt-ül Felasife , Telhis-u Kitab’in Nefs ve Fütuhat-ı Mekiyye gibi eserler Zaman-İnsan ilişkisine bambaşka perspektifler açtı. Zaman’ın kitabını buradan indirebilirsiniz. 

 

Zaman’ı düşünmek, Zaman’ı yazmak

Zaman insanın hissiyatıyla algılayamadığı, bilimsel, düşünsel, hatta psikolojik boyutları olan bir gerçeklik.  Zaman yaşadığımız hayatın kendisi. Ama bu kadar önemli olan Zaman ile aramıza mesafe koymak, Zaman’ın dışına çıkıp onu keşfetmek mümkün mü?

Zaman konusundaki bu ilk kitabımızda Derin Düşünce yazarları zor bir işe girişiyorlar: Zaman’ı düşünmek ve Zaman’ı yazmak. Zaman’ın NE? olduğunu sorgulayacağımız ikinci kitaptan önce NASIL? olduğuna baktık bu ilk makalelerde. NE? ve NASIL? soruları Zaman’a bakışımızda ana ekseni oluşturuyor çünkü bilimsel yolla, deney ve gözlemle ilerleyemediğimiz anlarda düşüncenin yardımına Sanat yetişiyor. Buradan indirebilirsiniz. 

 

 Derin İnsan 

 “Düşümde bir kelebektim. Artık bilmiyorum ne olduğumu. Kelebek  düşü görmüş olan bir insan mıyım yoksa insan olduğunu düşleyen bir kelebek mi?” (Zhuangzi, M.Ö. 4.yy)

“Ben” kimdir? İnsan nedir? Hakikat’in ne tarafındayız? Hiç bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde nasıl bilebiliriz bunu? Zekâ, mantık ve bilim… Bunlar Hakikat ile aramıza bir duvar örmüş olabilir mi? Freud, Camus, Heidegger, Kierkegaard, Pascal, Bergson, Kant, Nietzsche, Sartre ve Russel’ın yanında Mesnevî’den, Mişkat-ül Envar’dan,  Makasıt-ül Felasife’den, Füsus’tan ilham alındı. Hiç bir öğretiye sırt çevrilmedi. Aşık Veysel, Alfred Hitchcock, Maupassant, Hesse, Shyamalan, Arendth, Hume, Dastour, Cyrulnik, Sibony, Zarifian ve daha niceleri parmak izlerini bıraktılar kitabımıza. Buradan indirebilirsiniz. 

 

Ölümden Bahseden Kitap

Çocuklarımıza Ölüm’den daha çok bahsetsek ne olur? Meselâ evde besledikleri hayvanların, saksıdaki çiçeklerin ölümü üzerine yorum yapmalarını istesek? Mezarlık ziyaretleri yapsak onlarla birlikte ve sonra ne düşündüklerini, ne hissettiklerini sorsak?  Çocuklara ölümden bahsetsek belki daha güzel bir dünya kurulur bizden sonra. Çünkü bugün Ölüm’ü TV’den öğrenmek zorunda kalıyor çocuklar. Gerçekten bir “problem” olan ve çözüm bekleyen kazalar, hastalıklar… Çocuklar ölüm sebepleriyle Ölüm’ün hakikatini ayırd edemiyorlar. Küçülen ailelerden uzaklaşan dedeler ve nineler de bizden “uzakta” ölüyor: Kendi evlerinde, hastahane ya da bakımevlerinde. Doğumlarına tanık olamayan çocuklar bir gün ölme “sırasının” onlara da geleceğini anlayamıyor. Ölümü bekleyen modern insan idam mahkûmu değilse eğer, kısa çöpü çekmekten korkan biri gibi. İstenmeyen bir “büyük ikramiye” ölüm… Bu kitap Ölümden bahsediyor. Ölüm denen o “konuşmayan nasihatçıdan”, o karanlık ışıktan. Kendisini göremediğimiz ama sayesinde hayatımızın karanlık yarısını gördüğümüz ölümün ışığı. Buradan indirebilirsiniz. 

 

Derin Göz

  İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir  Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot,  Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.

Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca,  Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 3 Trackback(s)

  2. Kas 18, 2014: Mükemmel / kusursuz / كميل / parfait / perfect / έντελέχεια
  3. Ağu 21, 2015: Zamanda Yolculuk / Time Travelling / السفر عبر الزمن | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  4. Kas 26, 2016: Evvel / Origin / Beginning / πρώτος / أولا | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin