Uluslararası İlişkiler: Kimin Bilimi?
By Editorden on Nis 24, 2012 in Dış Politika
“… Tarih, hukuk, siyaset bilimi, ekonomi ve hatta son dönemlerde sosyolojinin de dahil edilebiliyor olması ile uluslararası ilişkiler bilinen en disiplinlerarası çalışma alanı halindedir. Bu kadar ortak noktayı bir araya getiren bir bilim olarak, bu alanda da ilk gelenin kurallarını dayatma çabası mevcuttur. Bilim demişken, burada uluslararası ilişkileri bilim olarak tanımlarken, kendi bilim tanımımı belirtmekte fayda görüyorum. Varlık sebebi, dünyanın gördüğü en büyük felaketlerden birinin bir daha yaşanmaması üzerine araştırma yapmak olması itibari ile uluslararası ilişkiler, bir disiplinden öte, benim için bir bilimdir. Yöntemin bilimselliği tartışması konusunda ise, genellemelerden mümkün mertebe kaçmak ve her analizin kendi bağlamında tutarlı biçimde yapılması gerektiğine inanmakla birlikte, diğer bilimlerden en büyük farkının, tahmin edebilme ve siyasi aktörlere tavsiye verebilme yetisi olduğuna inanmaktayım. Bunu belirttikten sonra, tam da bu yöntemsel çekişmenin bu alandaki çıkış noktasına yani Amerikan-Britanya ekolü çakışmasına yer verebiliriz …” TAMAMI
1 Yorum
Yazan:Mustafa Bahadır FİDAN Tarih: Eyl 5, 2012 | Reply
http://www.yeniasya.com.tr/2010/04/12/roportaj/h1.htm
Kemalizm, baştan beri sopayla dayatıldı
Türkiye’deki değişimi ve dönüşümü anlamak için önce sistemin röntgenini çekmenin faydalı olacağı açık. Biz de yapılan değişikliklere karşı rejimin reflekslerini daha iyi anlamlandırmak için, “Kemalist” anlayışı, şiirleriyle ve siyasî yazılarıyla tanınan Roni Margulies’le konuştuk…
Sizce Türkiye’de bir demokratikleşme mi, yoksa bir iktidar kavgası mı var?
Bir tür iktidar kavgası, ancak söylendiği gibi değil. Bu kavganın Müslüman-laik, Anadolu sermayesi-İstanbul sermayesi, çevre ile merkez arasında olduğu söyleniyor. Bunlar fazla basit ifadeler, Türkiye’de daha kapsamlı bir şeyler oluyor. Anadolu sermayesi ile İstanbul sermayesinin çıkarları artık çok benzer, aralarındaki fark kalkıyor. Küreselleşme ülke içinde de aynılaşmaya yol açtığı için çevre ile merkez arasındaki farklılıklar azalıyor.
Laik-İslâm kavgası ne durumda? http://www.yeniasya.com.tr/2010/04/12/roportaj/h1.htm
Bu, Özel Harp Dairesi tarafından uydurulmuş bir palavra. Kemalist rejim 1990’ların ikinci yarısından itibaren iktidarın elinden kaçtığını düşünüyor. Kemalist iktidarı korumak için darbe yapmaya kalksa kitle tabanı kazanması mümkün değil. Onun için “Laiklik elden gidiyor” propagandası darbeye toplumsal taban oluşturmak için uydurulmuş bir zırvalık. 27 Nisan’dan önceki Cumhuriyet Mitingleri darbe için laik-İslâm ayrımı temelinde bir kitle tabanı oluşturmaya en yaklaştıkları nokta oldu. Daha sonra ortaya çıkan darbe planlarıyla foyaları görüldü. Ben laik-şeriatçı diye gerçek bir ayrım olduğunu düşünmüyorum. Zaten son zamanlarda bu söylem az kullanılır oldu. Bunun yanında, AKP, zaten normal bir burjuva partisi, dinle hiç alâkası yok.
Dinle alâkası olmadığını söylemek AKP yönetim kadrosunu rahatsız eden bir söylem olmaz mı?
AKP’nin kurmaylarının neredeyse hepsi inançlı Müslümanlar, ama uyguladıkları siyasetlerinin İslâm’la alâkası yok. Aslında bunu konuşuyor olmamız bile Özel Harp Dairesi’nin ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor. AKP, sekiz yıldır iktidarda ve İslâmî yönde tek bir adım atmadılar. Cumhuriyet gazetesi okurlarına soracak olursak takiye yapıyorlar, ama başörtüsü sorununu bile çözmediler yahu!.
Genelkurmay’ın “Biz dindar halka karşı değiliz, siyasal İslâm’a karşıyız” açıklamalarını samimî buluyor musunuz?
Tabiî ki değil. Kemalist devletin tanımlayıcı özelliği, bu milletin Müslüman ve gerici olduğu yönündedir. Halk Batılılaşıncaya, ideal halk haline getirilinceye kadar güdülmesi gereken koyun sürüsü olarak algılanıyor. Bu kitle, gerçekten koyun olmadığı için, dinî ve diğer inançları, beğenileri, talepleri, dünya görüşleri var. Yani normal bir durum var ortada. Ancak Kemalist rejim, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ama, bu milleti değiştirip kendi istediğimiz hale getirinceye kadar egemenlik kayıtsız şartsız bizimdir” diyor.
CHP’li bir milletvekilinin “Kemalist devrimler sona ermemiştir. Onun için demokrasinin bir anlamı yok” açıklaması bunu mu işaret ediyor?
Tabiî, onun için İkinci Kurtuluş Savaşı, İkinci Kuva-i Milliye edebiyatları yapılıyor. “Bu millet benim istediğim gibi olsun, ondan sonra demokrasi olur” anlayışı hâkim. Kemalizm’in tarihi, milleti yönetme, yoğurma, şekillendirme çabalarıyla geçmiştir. Sazın yasaklanıp opera çalınması bunun en basit, en komik örneğidir.
Bu anlayış, son on yıldır fena halde tehdit altında. İktidar mücadelesi bunun mücadelesi. Bu halk 80 yıldan beri ilk defa, “Ben senin istediğin gibi olmak istemiyorum, ancak egemenlik bende olsun istiyorum. Askerin ikide bir gelip haklarımı elimden almasından sıkıldım” diyor. Mücadele bunun mücadelesi…
CHP, “Cumhuriyeti biz kurduk” diyor ama…
Cumhuriyetin önder kadroları onlar, evet, ancak tarihte tabansız önder kadrolarla hiçbir şey yapılmaz. M. Kemal siyasî olarak bunu fark ettiği için kongrelerle yerel eşrafı, dinî liderleri etrafına topluyor. M. Kemal, işgalden kurtulmak için halkın seferber edilmesi gerektiğini biliyor. Tek başına bir adam, cumhuriyet kurabilir mi yahu! Bu, o dönem bu topraklarda yaşayan on milyon insanı yok saymak demektir. M. Kemal kültünde en rahatsız edici yan bu. Koskoca ülkenin kurucusu bir tek adam. Tarihte böyle bir şey olabilir mi? M. Kemal, bunun böyle olmadığını biliyordu.
Biliyor da dindarları hilâfeti kurtaracağız diye, Alevîleri baskıdan kurtulacaksınız diye, toplumun farklı kesimlerine farklı vaatlerle yola çıkıyor. Ancak cumhuriyetin politikaları hiç de öyle olmuyor…
M. Kemal, ortada ulus diye bir şey olmadığını biliyor. 20. yy’ın başında Anadolu’daki insanlara “Sen nesin?” diye sorulduğunda “Türküm” diyen çok küçük bir azınlık olurdu. Onun dışında insanlar “Ben Osmanlıyım, Müslüman’ım, falanca köydenim” derdi. Eğer böyle bir yerde ulus devleti kuracaksan, bunu dayatacaksın. Üstelik sen uygarlığı ‘Avrupalı gibi olmak’ diye algılıyorsan, halk da Avrupalı gibi değilse, gene zor kullanmak zorundasın. Eğer halk kafandaki uygar halk imajına uymak istemiyorsa, dövmek zorundasın. 1920’lerde konuştuklarımız garip şeyler değil. Uluslaşma süreçleri… Avrupa’da da böyle olmuş. Onaylarsınız, onaylamazsınız, ama garip değil…
Siz onaylıyor musunuz?
Hayır, tabiî ki onaylamıyorum. Ama onaylamak mümkün diyorum…
Yani bu tür dayatmaların, zulümlerin
onaylanabileceğini söylüyorsunuz?
Birisi “20. yy’da ulus devleti kurmak gerekiyordu, ancak böyle olabilirdi” diyebilir. Bu teoride anlamı olan bir tartışma. Benim buna söyleyeceğim şu olur; tek parti ve tek adam diktatörlüğü gerekmiyordu, daha demokratik bir süreç yaşamak mümkündü. Ama bu teorik bir tartışma, makul bir tartışma… Ancak 2010 yılında CHP’nin ve Cumhuriyet gazetesinin sözcülüğünü yaptığı anlayışı savunmak mümkün değil. Demokrasi adına antidemokratik kurumları ve durumları koruyorlar. Bu da 2010 yılında Kemalizm yapıldığında ne kadar komik duruma düşüldüğünün göstergesi.
Akademisyenken yazdığı tezle sistemin
antidemokratik yönlerini ortaya koyan Baykal’ın bu komiklikten haberdar olmaması mümkün mü?
Deniz Baykal bu komikliğin tabiî ki farkındadır, ama İlker Başbuğ olmayabilir. Çünkü eğitimi izin vermez; 12 yaşından beri hayatını kışlada geçiren bir adamın demokrasi adına çok fazla görüş sahibi olması mümkün değil. Ancak Baykal ve Cumhuriyet gazetesinin bazı yazarları durumun farkındadırlar. “Önemli olan demokrasi değil” diyemeyecekleri için takiyye yapıyorlar.
Onur Öymen’in Dersim savunması da bunun
göstergesi mi?
Aynen öyle. Zaman zaman “Ölmek ve öldürmek zorundayız” diye ağızlarından kaçıyor. Hani demokrattık; öyleyse bizim gibi düşünmeyenleri niye öldürmemiz gerekiyor? Ancak CHP’ye oy veren yüzde 20’lik kesimi anlayabiliyorum. Büyük şehirlerde, varlıklı semtlerde yaşayan belli bir yaşam tarzı ve kalitesi olan, dünyayı gören, birkaç yabancı dil bilen laik kesim. Bu kesim, Genelkurmayın ketenperesine geldi. Kandırıldılar yani. AKP’nin yaşam tarzlarına müdahale edeceğine, başlarını örteceğine, içkiyi yasaklayacağına inandılar. Onları kandırılmış bir kesim olarak anlayabiliyorum.
Artık Anadolu sermayesi de varlık hale gelmedi mi? Bu iki kesimin birbirini anlamasını sağlamaz mı? Artık onların çocukları da yurtdışında okuyor…
Anadolu sermayesine çalışan işçilerin çocukları yurtdışında okuyamıyor ama… İşte o yüzden Anadolu sermayesi eninde sonunda TÜSİAD’la birleşir ve ülkeyi yönetmeye devam eder. Kemalistler bunlardan değil, AKP’ye oy veren kalabalıklardan korkuyor. Bir sosyalist olarak beni bu kalabalıklar ilgilendiriyor. AKP bunlara hitap etmesini biliyor. Türkiye’de sol diye anılan örgütler Kemalizm’e bulaştıkları için, asıl hitap etmeleri gereken kitleye hitap edemiyorlar. Sorun bu kitleyi düşman olarak görmeleri. Onun için CHP’nin yüzde 20’yi aşması mümkün değil.
CHP bu anlayış yüzünden mi halka gidemiyor?
CHP’nin zihniyet olarak halka “Sen AKP’ye yüzde 47 oy verdin, salaksın! Ben senin oy verdiğin partiyi hiç kimsenin seçmediği eli silâhlı adamların gelip devirmesini destekliyorum, senin oyunun benim gözümde hiçbir değeri yok” demesi lâzım, ki diyemez. Deniz Baykal’ın anlatacağı zırvalıkları halk dinlemeyecektir. Dolayısıyla CHP halka gidemez. CHP halka gitmediği için onu kimse anlamıyor değil, onu herkes anladığı için CHP halka gidemiyor.
Kemalizm’in Batılı gibi olmak konusunda bir
problemi olmadığını söylüyorsunuz, ancak Batının kurumlarını Türkiye’ye getirme konusunda neden tepkiseller?
Kemalistler için Batılı değerler tehdit değil, ancak burada da bir propaganda oyunu var. Kemalistler Kürtlerin taleplerine “Türkiye Türklerin” olduğu için, Kürtleri küçük gördüğü için, kısacası Kemalist olduğu için karşı çıkıyor. Ancak Kürtlerin hakları yok da diyemez, çünkü demokrasi söylemiyle ters düşer. Onun için başka bir kulp bulup “Kürtler Amerikan emperyalizminin maşasıdır” diyorlar. Kemalistler işlerine geldiklerinde Batılı değerleri savunuyor, işlerine gelmediğinde ise “düşman Amerikan emperyalizmi” diyorlar…
Yanılmıyorsam, Taha Kıvanç, İlhan Selçuk’un
bilindiğinin aksine Amerikan karşıtı olmadığını söylemişti.
Katakullilerden bir tanesi daha… Kemalistler “İrtica geliyor, buna karşı darbe yapılması mübahtır” diyor. İlhan Selçuk, ömrü boyunca darbelerden yana olmuş bir kişi. Kemalistler “Vatan satılıyor, ülke bölünüyor” edebiyatını “İkinci Kurtuluş Savaşı” edebiyatıyla destekliyorlar. Bizi Amerikan emperyalizminden koruyacak olan ise TSK! TSK nerede eğitim görür? Amerika’da! TSK’nın el kitapları neyin tercümesidir? Amerikan ordusunun el kitaplarının! TSK dünyaya hangi gözle bakar? Amerikan gözüyle bakar! Yani “Bizi Amerikan emperyalizminden koruyacak güç TSK’dır” demek, komik ötesi bir şey. 12 Mart’ı Amerikan başkanının söylemiyle “Bizim çocukların” yaptığı ortada. Bizim çocuklar bizi Amerikan emperyalizmine karşı koruyacak, öyle mi! Güleyim bari!
Sizce Amerika orduya “Artık darbe yapma,
değişimin önünde durma” mı diyordur?
Ben, Türkiye’de olan biteni Amerikan parmağıyla izah eden bütün senaryolara kuşkuyla yaklaşırım. Türkiye’de olan bitenleri Amerika tayin etmiyor. Eğer böyle dersek, Türkiye’nin iç dinamiği yokmuş gibi konuşmuş oluruz. Tabiî ki Amerika’da düzinelerce düşünce kuruluşu ve hükümet danışmanları dünyanın çeşitli yerleriyle ilgili planlar yapıyorlardır. Ancak evdeki hesap çarşıya uymayabilir. Dünya, artık çok karmaşık bir çarşı… Eğer, Amerikan politikaları tıkır tıkır işliyor olsaydı; Irak’ta, Afganistan’da bu durumda olurlar mıydı? Amerikan yetkilileri askere olduğu gibi, hükümete de çeşitli konularda isteklerde bulunuyor olabilir, ancak hem hükümet, hem de asker bu istekler içinde işine gelene uyar, işine gelmeyene uymaz.
Türkiye’nin iç dinamiklerine dönecek olursak, siz az önce TÜSİAD’la Anadolu sermayesi birleşir Türkiye’yi yönetir dediniz. Bu birleşmede kim kime benzeyecek ve halka ne kazandıracak?
Tabiî ki Anadolu sermayesi TÜSİAD’a benzeyecek ve bize bir katkısı olmayacak. Sen kapitalist değilsen, fabrikaların yoksa, konuyla alâkan yok. Ben bir sosyalist olarak, Anadolu sermayesine de, TÜSİAD’a da çok farklı bir gözle bakmıyorum. İkisi de benim sınıf düşmanım. Bunlar birleştiğinde de, bir sosyalist olarak, bunların iktidarını devirip yerine sosyalist ülke oluşturma mücadeleme bugün olduğu gibi devam edeceğim.
Yani sermaye sahibinin Müslüman olması bir şey değiştirmez diyorsunuz?
Müslüman okuyucularınızı üzmek istemem, ama Müslüman kapitalistin daha iyi olacağı düşüncesi hüsn-ü kuruntudan ibarettir, çünkü kapitalist sistemde sermayenin dini olmaz. Kapitalist sistemde üretmek ve kâr etmek vardır. Anadolu sermayesi içinde dindar olan insanlar olabilir, ancak iş üretime ve yatırıma geldiğinde Müslümanlık orada ikinci plana düşer, bu sistemde bunun başka türlüsü mümkün değil. http://www.yeniasya.com.tr/2010/04/12/roportaj/h1.htm
Başka türlüsü olması için kapitalist sistemin son bulması gerekir diyorsunuz?
Tam da bu nedenle sosyalistim zaten.
Kapitalist sistemin son bulması için illa sosyalist olmaya gerek yok, bence İslâm’ın emrettiği ekonomi ahlâkı da bunun için bir yol…
Doğru, biliyorum öyle düşündüğünüzü, ama bu konuda ayrı düşünmemiz normal…
Ekonomiden isterseniz siyasete geçelim.
Türkiye’deki değişim içinde Ergenekon yapılanmasını nasıl yorumluyorsunuz?
90’lı yılların ikinci yarısından itibaren Kemalist devletin kendini tehdit altında hissettiğini söylemiştim. Bir taraftan Erbakan’ın başbakan olması, öbür taraftan Kürt sorununun dallanıp budaklanması ve artık silâhlı yöntemlerle çözülemez olduğunun anlaşılması, bu tehdidin kaynağını oluşturdu. Ergenekon’un iki amacı vardı; bunlardan biri ülkeyi kargaşa ortamına sürükleyip asker darbe yaptığında “Ülkeye huzur ve sükûnet getirdik” diyebilmek; ikincisi ise düşman olarak tanımladıkları kişileri kuytuda halletmek. Ergenekon bunun mekanizmasıdır ve şaşılacak bir şey yoktur. Ergenekon’un ayrıntılı bir şekilde nasıl örgütlendiği beni çok ilgilendirmiyor, ancak bu zihniyetin Ergenekon gibi bir şey yaratmaması şaşırtıcı olurdu.
Ergenekon dâvâ sürecinin, laiklik-İslâm temelinde şekillendirilmeye çalışılan ayrımcı toplumsal kutuplaşmayı engellediğini düşünüyor musunuz?
Bütün bu pislikler ortaya çıktıktan sonra, artık halk askerin söylediğine inanmamaya başladı. Halk, Kemalistlerin sandığı gibi aptal değil. Zaten yapılan kamuoyu yoklamalarında askerin güvenilirliği yüzde 90’lardan 60’lara düşmüş vaziyette. Gidişatın yönü belli, millet artık yemiyor.
Bu süreçte yargının pozisyonunu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Yargı Genelkurmay’ın uzantısı; bu artık çok açık hale geldi. Kemalist devletin sac ayaklarından biri olan yargı, görevini bilinçli bir şekilde yerine getiriyor. Zaman zaman asker telefon edip kulaklarını büküyor, zaman zaman buna bile gerek kalmıyor.
Kemalist devletin son on yıldan beridir ciddî tehdit altında olduğunu ve direncin de bundan kaynaklandığını söylediniz. Ancak bazı aydınlar askerî vesayetten kurtulduktan sonra sırada sivil dikta olabileceğini söylüyor. Katılır mısınız?
Bu bir deli zırvalığı. Sivil dikta demokrasi demek. Halkın kendi kendini yönetmesine demokrasi denir, sivil dikta denmez ki. Bu bir kelime oyunu…
Çoğulcu bir yapı içinde farklı düşünenlere eşit bakılmayacak diye bir korku olduğu söyleniyor?
Kemalistlerin koruduğu devlet, bugüne kadar farklılıklara eşit mi baktı? Aksine! Seksen senedir nefes alamadık bu memlekette. Ne Müslüman, ne Alevî, ne Ermeni, ne sosyalist, hiçbirimiz nefes alamadık. Demokrasi bekçiliği yapmak bunlara düşmez. Bundan sonra mükemmel bir demokrasi olacağını düşünmüyorum, ancak bundan daha kötüsü olamaz, çünkü daha kötüsü yok!
Sizce Kemalist devlet bunca zaman ipleri nasıl elinde tutabildi?
80 senedir sopa zoruyla, darbelerle, muhtıralarla ayakta kalabiliyor. Bazı insanlar bu sistemden nemalandıkları için devleti destekliyor. Gönüllü olarak destekleyen yok. Türkiye’de asker kimi desteklemişse, öbür partiyi de halk desteklemiştir. 1960 darbesi olmasaydı, bugüne kadar Kemalist devlet değişmiş olacaktı. Zaten cumhuriyetin hemen ilk yıllarında halkın bir kısmı “Ben bu rejimden memnun değilim” diyerek ayaklanıyor. Şeyh Said ayaklanması da bunlardan biridir. Cumhuriyet halka seçme hakkını ilk verdiğinde, ilk fırsatta, halk CHP’yi dehliyor. Baştan beri Kemalizm sopayla tepeden dayatılan bir şey, bugüne kadar kurtulamamışız. Ancak artık galiba kurtuluyoruz gibi bir hava var bugün…
H. HÜSEYİN KEMAL hhkemal@yeniasya.com.tr http://www.yeniasya.com.tr/2010/04/12/roportaj/h1.htm
Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
http://www.sentezhaber.com
H. HÜSEYİN KEMAL
12.04.2010
Önceki Röportaj
(07.04.2010) – TOPLUMUN BENİMSEDİĞİ İSİM
(05.04.2010) – Said Nursî’nin eserleri çağdaş İslâm toplumunun kriterleridir
(02.04.2010) – Pahalı enerjinin alternatifi güneş
(29.03.2010) – M. Kemal de Dersim’in içinde
(28.03.2010) – TOPLUMA MAL OLAN İKİ TEMEL GÖRÜŞ
(26.03.2010) – Kız istemeye damacana su ile gideceğiz
(24.03.2010) – Entelektüeller Münazarat’ı mutlaka okumalı
(23.03.2010) – Said Nursî anlaşılırsa Türkiye değişir
(21.03.2010) – Okullara ‘süt saati’ getirilsin
(17.03.2010) – Toplumu cemaatler ayakta tutuyor
http://www.yeniasya.com.tr/2010/03/29/roportaj/default.htm
http://www.yeniasya.com.tr/2010/03/29/roportaj/default.htm
M. Kemal de Dersim’in içinde
Dersim’in Kayıp Kızları Belgeseli’nin yapımcıları Nezahat ve Kâzım Gündoğan, “M. Kemal’in olaylarla ilgisi olmadığı, hasta yattığını, olayı öğrenince kalanları kurtardığı söylenir. Oysa 1926’dan beri hazırlanan raporlar, 1934-35’te alınan kararlar harekâtın altyapısını oluşturmuştur” dedi.
M. Kemal ‘Dersim’ olayının içinde
Savaştan çıkmış bir halk ve yeni kurulan bir devlet. İnsanlar umutla geleceğe bakmak istiyorlar. Sonra yeni kurulan devletin aygıtları sahip olduğunuz kültüre, dile yasak getiriyorlar. Kültürünüzü yaşamamanız için insanları vahşice öldürüyorlar. Kurtuluş Savaşı’nın bitmediğini düşünmeye başlıyorsunuz.
Kurulan bu yeni devletin zihniyeti Türk ırkçılığı üzerine biçimlenmiş durumda. Türk olmayan, başka kültürden olan insanların kızlarını kendi ‘asil kanlı’ insanlarımızla evlendirirsek birkaç kuşak sonra soyları kurur diyorlar…
İnsanlar öldürülürken kız çocukları toplama kamplarına alınıyor. Rejimin subayları kampa gelip güzel buldukları çocukları alıp, evlerinde onlara Türkçe öğreterek ‘Medenileştiriyorlar’. Kampta beğenilmeyen kız çocukları ise kara trenlere bindirilip her istasyonda bir kaçını bırakarak medeniyet yoluna devam ediyor.
Daha sonra özel eğitilmiş Sıdıka Avar diye bir çağdaş Türk kadını çıkıyor ortaya ve yatılı okullara götürülüp eğitim gören ve kültürlerinden koparılan kız çocuklarını göstererek “Türk ulusuna kazandırdık” diyor. “Dağ çiçeklerim”in devamı ise bugün Kardelen ve Haydi Kızlar okula kampanyaları…
Allah aşkına biz nerde yaşıyoruz biri bana söylesin? Bütün tartışmaların ötesinde önemli olan Türkiye’yi esir alan ve insanlık dışı politikaların kaynağı menhus ideoloji Kemalizmle yüzleşmek değil mi? Resmî ideoloji esareti sistem üzerinden kalkmadan ne Türk Kürd’ü ne de Ermeni Türk’ü, ne Alevî Sünnî’yi anlayacaktır.
Biz de bu hafta yukarıda hikâyesini anlattığımız “İki tutam Saç, Dersim’in Kayıp Kızları” Belgeselinin yapımcıları Nezahat ve Kazım Gündoğan çiftiyle konuştuk…Yüreğiniz dayanırsa…
Dersim’in Kayıp Kızları belgeselini çekme
konusunda sizi harekete geçiren şey neydi?
Nezahat Gündoğan (NG): Biz köken olarak bölgeliyiz ve tarih olarak da oraya yabancı değiliz. Daha önce bölgeye yapılacak barajı ve bunun oradaki kültüre, yaşama etkilerini konu alan bir film çalışması yapmıştık. Bu bakımdan yörenin geçmişini, kültürünü daha yakından inceleme fırsatımız oldu. İnsanlar baraj yapımı dolayısıyla göçmek zorunda kalacakları için “Biz bunu 37-38’de yaşadık” dediler. Gördük ki Dersim Katliâmı’nın son tanıkları ölmek üzere ve resmî tarih kitaplarıyla halkın anlattığı şeyler farklı. İsyan denilen bu olayda kadın ve çocukların durumu kilit bir nokta olduğu için yoğunlaşmamız bu yönde oldu. Kadın çocuk ayırt etmeden insanlar samanlıklarda toplanıp yakılmışlar. Hatta o dönem kadınlar üzerinde kasıtlı politikalar geliştirilmiş, tecavüz ve tacize uğramışlar. Tecavüze uğramaktan korkan bazı kadınlar kendilerini intihar etmişler. Dersim harekâtının sonuçlanmasının ardından kurulan mahkemede idama mahkûm edilen sanıkların infazını düzenlemekle görevlendirilen İhsan Sabri Çağlayangil kendi sesiyle “Onları fareler gibi zehirledik” der.
Kadın ve çocukların özel durumunu araştırdıkça karşınıza ne çıktı?
NG: Aileler içinde kız çocuklarının kayıp olduğunu gördük. Araştırmalarımız ve tanıkların anlattıklarını birleştirince askerlerin kız çocuklarını bir politika dahilinde götürdükleri ortaya çıktı. Kız çocukları topraklarından, ailesinden koparılıp asker ailelerin yanına yerleştirilmişti.
Katliâmda yetim kalmış çocuklar mı asker
ailelerinin yanına veriliyor peki?
NG: Önce biz de evlâtlık veriliyor diye düşündük, ama askerler tarafından alınan dönemin çocuklarına ulaştıkça, ailelerinin anlattıklarını dinleyince bunun sistematik bir politika olduğunu gördük. Ailesi öldürülmüş çocukların yanında, annesinin kucağından zorla alınan kız çocukları da var.
Bu nasıl bir politika insanın aklı almıyor?
Kazım Gündoğan (KG): O dönem uluslaşma sürecinde olan devletler ırka dayalı bir ulus kurma politikası benimsiyorlar. Osmanlı döneminde iktidar olamayan İttihat Terakki, Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte kurumsallaşıp iktidar olmaya başlıyor. İktidar olmaya başladıktan sonra 1925’ten itibaren cumhuriyet kadroları ırk üzerine inşa edilecek devlet için sistematik çalışmalar içine giriyorlar. Birçok Türk olmayan topluluklar şiddete maruz bırakılıyorlar.
Aleviliğin Dersim’de daha kurumsallaşmış olması bunda bir etken mi?
KG: Osmanlı’da inanç bakımından sorun yaşayanlar Dersim’e sığınmışlar ve buranın bir parçası haline gelmişler. Dersim’e baktığınızda homojen bir yapı yok; Türkmenler, Kürtler, Zazalar, Ermeniler birlikte yaşıyorlar. Buranın Osmanlı Beylik sisteminden gelen özerk bir yapısı var. Esas olarak da cumhuriyet kurulduktan sonra Cumhuriyeti benimseyen bir tavır içinde oluyorlar. Birinci meclise milletvekili veriyorlar. Bunun yanında Dersim’de feodal yapı ılımlı bir şekilde hayatını devam ettiriyor. Ancak Cumhuriyet Dersim’in üzerine gitmek için birkaç aşiretin bölgede eski usûl vergilendirme sistemini devam ettirmesini bahane ediyorlar. Hatta İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya Dersim halkı için son derece ılımlı, muti der. Ancak harekât başladığında sorunun kökünden sökülüp atılması lâzım der.
Çocuklara dönecek olursak yaptığınız araştırmada bu kız çocuklarının nasıl bir anlayışla ailelerinden koparıldığını gördünüz?
KG: Şükrü Kaya yazdığı bir yazıda “Ulus inşa etme sürecindeyiz. Bu yapının temelinde ailenin, aile içinde de kadının belirleyici önemi var. O yüzden kadının ve kız çocuklarının Türkleştirilmesi durumunda sonraki nesillerin öz Türk kültürüne kazandırılmasının temeli oluşacak” der. Dolayısıyla kızların ailelerinden alınmasında böyle bir mantık var ve bu iki yolla yapılıyor; 1937’de açılan kız enstitüsüne kızların zorla alınıp götürülmesi bir de ailelerinden zorla alınarak askerlere verilmesi…
NG: Burada bir karakter öne çıkıyor ‘Sıdıka Avar’. Kendisinin ‘Dağ Çiçeklerim’ kitabını okursanız nasıl bir mantıkla hareket ettiğini görürsünüz. Kızların sisteme kazandırılması açısından büyük çabalar harcamış birisi.
Nasıl bir yöntemle veriliyor kız çocukları
askerlere?
KG: Dersimli aileler Türkiye’nin birçok yerine sürgüne gönderilirken kız çocukları ailelerinden alınarak toplama kamplarına götürülüyorlar. Subaylar ise buradan güzel ve sağlıklı çocukları seçerek ailesinin yanına alır. Ancak güzel olmayan ve sağlıksız kız çocukları kara vagonlara doldurulup her istasyonda birkaç tane bırakılmak suretiyle tren yoluna devam eder. Ama bundan daha vahşi bir yan var…
Kemalist cumhuriyetin bundan daha vahşi
yapacağı ne olabilir ki!
KG: Sistem Dersimlilere tarih boyunca unutamayacakları bir ders vermek ister ve savaş ganimeti olarak kızlarını götürürler ve namuslarını kirletirler.
NG: Bu sadece Türkiye’de uygulanan bir politika değil. Ulus devlet oluşturma sürecinde olsun, sömürge ülkelerinde ve işgale uğramış ülkelerde olsun benzer mantıklar hakim. 30’larda Avustralya’da Aborjinlere de benzer bir uygulama yapılıyor. Kız çocukları beyaz askerlerle evlendiriliyor. Ve altı kuşak sonra bu kandan bir şey kalmayacak diye planlar yapılıyor. Bosna’da olduğu gibi bütün vahşi rejimlerde kadınlar ve kızlar tacize ve tecavüze uğramıştır. Dersim’deki kızlar da subaylara verilirken bunun soyu değiştirmesi açısından önemli olduğu düşünülüyor.
Siz anlattıkça insan ürperti duyuyor…
NG: Türkçülük üstünden kafa tası ölçülen bir cumhuriyette bunların yaşanması çok normal!
Bir kadın olarak yapılan bu sistematik politika
karşısında Sıdıka Avar’dan biraz bahseder misiniz?
NG: Sıdıka Avar bölgede kız çocuklarının zorla askerler tarafından yatılı okula götürülmesi karşısında bir kadın olarak kendisinin bu işi daha iyi yapacağını söylüyor ve başarılı da oluyor. Köy köy dolaşıyor. Bu aynı zamanda bir inanç meselesidir de…Sıdıka Avar’ın askerî proje için Gazi Üniversitesi’nde özel eğitildiği ve M. Kemal tarafından yatılı okulun başına görevlendirildiği araştırmalardan çıkan sonuçlar.
Siz haydi kızlar okula kampanyasını da bunun
uzantısı olarak görüyorsunuz…
NG: Bugüne daha uyarlanmış biçimi. Aslında bu kampanya Kürt kızlarına yönelik bir kampanya. Bu kızlar anadilleriyle değil de yabancısı olduğu bir dille eğitime başlatılıyor. Bu tür kampanyalar resmî ideolojiyi benimsetmek üzere yapılan kampanyalar. Her gün sonuçta andımız okutuluyor…
Siz haydi kızlar okula, kardelen kampanyalarının sistematik bir amacı olduğunu söylüyorsunuz…
KG: Kardelen bir toplumun kendi kültürü, tarihi ve dilinden koparılarak başka bir şeye ait hale getirilmesinin adıdır. Bu bir asimilasyon politikasının uzantısıdır.
NG: Cumhuriyet döneminde bu politika daha kaba uygulanıyordu. Bugün ince bir şekilde devam ettiriliyor. Sıdıka Avar kendini bir misyoner olarak tanımlıyor ve “Vahşi ve ilkel bir topluma medeniyet götürmek”le vazifelendiriliyor. Yatılı okulda okuyan kız çocukları yazın köylerine dönerken “Sizler birer misyonersiniz köylerinize medeniyet götüreceksiniz” deniyor. Kürtçe konuşmak, Alevî olmak medeni olmayan bir durum…
Buna destek olanlar bunun farkında mı?
KG: Çoğu bunu ideolojik farkındalıkla yapıyor, ancak Sezen Aksu gibi isimler insanî kaygılarla destekliyor bu kampanyayı. Yoksul çocuklar Türkçe öğrenirse okuyabilirler, meslek sahibi olabilirler, dayak yemezler diye bakıyor. Sezen Aksu kendini o çocukların yerine koyabilse başka düşünebilir diye bakıyorum. Diyelim ki bir Türk çocuğu sistematik bir plan dahilinde alınarak kendi kültüründen uzaklaştırılsa ve eğitim kampanyası düzenlense Sezen Aksu gene aynı şarkıları söyleyebilir mi acaba? Maalesef birçok insan ırkçı ve ideolojik düşünmese bile oluşturulmuş ideolojik kurumların dişlileri haline geliyorlar.
Dersim’den götürülen kız çocuklarının statüsü ne oluyor peki?
KG: Öncelikle şunu bilmek lâzım bu çocuklar ailelerinin ve yakınlarının ölümlerine tanık oluyorlar. Ve bu şok içindeyken toplanıp götürülüyorlar. O dönemin medeniyet aracı olan tren, medeniyet götüreceğim diye katliâmı getiriyorlar ve geri dönüşte kız çocuklarını yükleyip götürüyor.
NG: Toplama kamplarından kendilerini alan subaylar bu kızlara hukuksal bir hak tanımıyorlar, nüfuslarına geçirmiyorlar. Okula göndermiyorlar…
Hem medeniyet götürüyorlar, hem de okula
göndermiyorlar…
NG: Bu kızlar için eğitim denilen şey Türkçe öğrenmek, onu da evde öğretiyorlar. Kızlar bu aileler yanında gördükleri gayri insanî tavır yüzünden 14-15 yaşlarında kaçıyorlar ya da biriyle evlenmek zorunda kalıyorlar. Bu kızların öykülerini dinledikçe aslında neyin amaçlandığı ortaya çıkıyor. Tek kelime Kürtçe konuşurlarsa öldürülebilecekleri yönünde tehdit alıyorlar. Bu çocuklar kaldıkları evlerde tacize uğruyorlar. Bu da başka bir dram. Savunmasız tek başına ve çocuk… Kıyafetlerini ve dilini değiştirerek onları medenileştirdiklerini düşünüyorlar.
Her halde kızlara bunları yapan zihniyet ulvî bir zevk alıyor olmalı kendi anlayışına göre…
NG: Avar yatılı okulda okuyan kızlar için “Türk ulusuna kazandırdık” övünmesi içine giriyor. Nasıl Amerika, Irak ve Afganistan’a savaş açarken demokrasi götüreceğiz diye kavramın içini boşaltıyor, Dersim’de de medenileştirmek adına insanlar katlediliyor.
Peki, bu cinayetler sırasında beraber yaşayan farklı kimlikten insanlar ne yapıyorlar?
KG: Önce Ermeniler katlediliyor. Bunun yanında diyelim ki bir köyde Aleviler ve Ermeniler var. Aleviler Müslüman olarak kabul edilip ‘Müslümanların kanına Ermeni kanı bulaşmasın’ diye ayrı yerlerde katlediliyorlar. O katliâma katılan askerlerin çocuklarının babalarından aktardıkları bölgede yaşayan Rafizilerden yedi kişi öldürmenin cennetin anahtarı olacağı yönünde propagandaya maruz kaldıkları yönünde.
NG: 38’de Dersim’de askerlik yapmış Trabzonlu bir kişiyle konuştuk. Bu kişi devletin kendilerine anlattıklarıyla karşılaştıkları manzaranın birbirinden çok farklı olduğunu söyledi. Bir taraftan samanlıklarda insanlar yakılırken öbür taraftan bu katliâmı kabul etmeyen askerler Divan-ı Harp’de yargılanıyorlar. Bu da başka bir gerçek.
Peki Dersim İsyanı denilen olay nasıl başlıyor?
KG: Bölgeye devletin yaptığı karakol ve okulların inşaatında aşiretler de çalışıyorlar. Hatta köyle karakola arasındaki dereyi geçmek için köylüler tahtadan köprü yapıyorlar. Ne zaman ki askerler yerleşik düzeni bozmaya, kadınlara tacize ve tecavüze başlıyor, o zaman köylüler kendi yaptıkları tahta köprüyü yakıyorlar. Bu da askerin saldırısının bahanesi oluyor.
NG: Niye köprünün yakıldığını sorduğumuzda insanlar ‘Askerler kadınlarımıza el uzatmaya başladığında’ diyorlar. Bence devlet kıvılcımı yakmak için böyle bir yolu tercih etmiş olabilir. Çünkü Dersim’e saldırmak için harekâtın planı ve cephane sevkiyatı yapılmış…
Yani askerî müdahale için olgunlaşması
beklenmiş…
NG: Tabiî saldırmak için önceden kararları alınmış. Dersim’in isminin Tunceli yapılması için meclisten karar çıkarılmış. 34’te zorunlu İskân Kanunu çıkarılmış. 35’te sevkiyat yapılması için Elazığ tren yolunun bitmesi beklenmiş. Devlet koca orduyu bir gecede harekete geçirecek hali yok. Kürdistan kurmak için isyan başlatıldı denilen olay askerlerin kadınları taciziyle başlamıştır. Bunun provokasyon olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Kayıp kızları bulduğunuzda nasıl öyküler
dinlediniz?
NG: Üç yıldır bu öyküler içinde yaşıyoruz ve her bir hikâyeyi dinlediğimizde sarsılıyoruz. O dönemin kızları bugünün 80 civarındaki kadınları. O günleri anlatırken çocuklarına dönerek anlatıyorlar. Bir teyze; çocuk aklıyla intiharı düşündüğünü, ancak atlayıp sakat kalırım korkusuyla bunu yapmadığını söylüyor. Bir diğeri ise Alevilikte önemli bir yere sahip olan oruç ve Hızır inancından yola çıkarak günlerce oruç tuttuğunu ve Hızır’ın kendisine yardımı gelmesi için dua ettiğini söylüyor. Çocuk aklıyla geride ailelerinden kimsenin kalmadığını düşünüyorlar.
Peki, bunca eziyet ve vahşete maruz kalmış
kadınlarla konuşurken nasıl kişiliklerle karşılaştınız?
NG: Bunlara rağmen güçlü kişilikler gördük. Bunlara rağmen nasıl ayakta durabiliyorsunuz diye sordum. Teyzenin biri ‘Ben topraktan yaratıldım, taştan olsam çatlardım’ dedi. Artık söylenecek bir söz yok…
Daha sonra Dersim’le irtibat kurabilmişler mi?
NG: Bizim konuştuğumuz teyze gerek ailenin araması gerek kendi çabası sonucu on yıl içinde yakınlarını buluyor ve dönüyor. Birçok kadın ise Dersim’li olduğunu kocasından ve çocuklarından saklayarak yaşıyor. Konuştuğumuz insanlar da çok büyük uğraşlar sonunda çekinerek konuştular.
Anladığım kadarıyla sizin araştırmalarınızdan bir çok Dersimli kıza ulaşmışsınız. Peki isimlerini açıklamak istemeyen bu kadınlar nasıl konumdalar?
NG: Konuşmak istemeyenler tamamen asimile olmuşlar. Asker çevresinde bir düzen kurdukları için içlerinde çocukları asker olanlar var. Bazılarının çocukları son derece milliyetçi, partilerde siyaset yapanlar var. Medyada çalışanlar var. Bir çoğu şu an askerin bakışına sahipler. Sonradan ailelerini bulanların bile yakınlarıyla aralarında ciddî mesafe var. Kültürel olarak ciddî çelişkileri var.
Bu isimleri paylaşmıyorsunuz değil mi?
NG: Yok, bizim amacımız sansasyonel bir şey yapmak değil. Önemli olan insanların kendileriyle yüzleşmek istiyorlarsa yüzleşmeleri. Yavuz Semerci durumunu açıklamadan önce biz kendisinin bu gerçeğini biliyorduk, ancak bunu kendisinin açıklaması daha anlamlı…
Kenan Evren’in eşinin de Dersim’in kızlarından biri olduğu söyleniyor. Siz bu yönde nasıl bir bulguya ulaştınız?
NG: Bu ancak durumu kendilerinin kabul etmesiyle olabilir veya DNA testi yapılır. Bu iddiayı ortaya atan bir aile vardı. Bizim araştırmalarımızda iddiayı güçlendirecek deliller ortaya çıkardı. Aslına bakarsanız bu kızlardan birinin Evren’in eşi olması gerçeği değiştirmiyor…
Tartıştığımız konu bağlamında Sabiha Gökçen’i nasıl değerlendirmek gerekiyor?
KG: Biliyorsunuz Hürriyet’ten Ersin Kalkan, Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olduğunu belgeleriyle birlikte açıkladı. Farklı unsurdan birini alıp devşirerek sistemin temel unsuru yapmak ve bu insana başka halkları bombalatmak ironik bir durum. Bunu kişiler üzerinden değil, sistemin çocukları eğiterek nasıl şekillendirdiği üzerinde tartışmak gerekir. Yoksa garibim Sabiha Gökçen kim ki, ama sistemin ona yüklediği misyon başka bir şey…
Onur Öymen’in Dersimle ilgili açıklaması halktaki bazı düşüncelerde değişim meydana getirdi mi? Meselâ M. Kemal’e ilgili…
KG: Aleviler Batı illerine gönderilip asimile edilmeye çalışılıyor. Daha sonra topraklarına geri dönebileceklerine dair kanun çıkarıldığında bir daha böyle acılar yaşamamak için Kemalist görünmek için Hz. Ali’nin fotoğrafının yanına M. Kemal’in fotoğrafını asıyor. Dersim katliâmı açıklanırken CHP ve M. Kemal aklanır ve olay Celâl Bayar, Fevzi Çakmak üzerinden tartışılır. Dersim’e gidin insanlar M. Kemal’in olaylarla ilgisi olmadığı, hasta yattığını, olayı öğrendiğinde kalanları kurtardığını söyler. Bu esas mekanizmayı aklamaya yol açar. Halbuki 26’dan bu yana hazırlanan raporlar, 34-35’te alınan kararlar harekâtın alt yapısını oluşturmuştur. Tabiî ki bunları halkın yorumlaması zor, ancak kanı yavaş yavaş değişmeye başladı. Sizin söylediğiniz gibi Öymen’in ısrarla bunu savunması da çok iyi oldu.
H. HÜSEYİN KEMAL
hhkemal@yeniasya.com.tr http://www.yeniasya.com.tr/2010/03/29/roportaj/default.htm
Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
http://www.sentezhaber.com
29.03.2010
Önceki Röportaj
(28.03.2010) – TOPLUMA MAL OLAN İKİ TEMEL GÖRÜŞ
(26.03.2010) – Kız istemeye damacana su ile gideceğiz
(24.03.2010) – Entelektüeller Münazarat’ı mutlaka okumalı
(23.03.2010) – Said Nursî anlaşılırsa Türkiye değişir
(21.03.2010) – Okullara ‘süt saati’ getirilsin
(17.03.2010) – Toplumu cemaatler ayakta tutuyor
(16.03.2010) – SİYASî PARTİLER DİN TEMSİLCİSİ OLAMAZLAR
(15.03.2010) – İSLÂM “ADİL DEVLET” ÖNGÖRÜR
(14.03.2010) – DİN ADINA SİYASET TRAJEDİYE YOL AÇTI
(12.03.2010) – 28 Şubat, 12 Eylül gibi Uzun ve karanlık bir gölge
Atatürk İngiliz valisi olmak istedi mi?
By Yusuf Mehmet Bahadır on Tem 20, 2010 in Basın günlüğü, Beyin Yıkama, CHP, Psikolojik harp, Resmî Tarih, atatürkçülük
“Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim…” (Moustapha Kemal)
Resmî tarihin Sultan Vahdettin saplantısı (M.Armağan)
1918 şartlarında İngilizleri tutmayan var mıydı ki, Hürriyet gazetesinde yer alan bir köşe yazısında(1), Mondros Mütarekesi’ni ve İngiliz himayesini kabullendiği için Sultan Vahdettin’e hain yaftası yapıştırılabiliyor?
Açın bakın, Mondros’ta İngiltere ile aramızda rica minnet çöpçatanlık yapan General Twnshend’in hatıralarını, İngiliz gemileri kasım ayında Çanakkale’den nasıl birer ‘kurtarıcı prens’ olarak girmişlerdir, hayretle görürsünüz. Hadi onu bulamadınız diyelim, bari tarihçi Orhan Koloğlu’nun 1918 yılı üzerine yazdığı kitabındaki(2) basın taramasını okuyun ve zamanın PTT’sinin Mondros Mütarekesi’ni kutlamak için tam 22 bin serilik bir posta pulu çıkardığını hayret ve ibretle görün.
O zaman Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da kendi parasıyla çıkardığı Minber gazetesinde işgalci İngilizlerin tebrik edilip alkışlandığını da, 17 Kasım 1918′de aynı gazetede çıkan söyleşisinde “İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever) bir dost olmayacağı” mesajını verdiğini de, ertesi gün çıkan Vakit gazetesinde ise “Britanya hükümetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmediğini” söylediğini ve dahi “muhataplarımızla [yani İngilizler, Fransızlar vd.] anlaşmak lazımdır” dediğini de hatırlamamız gerekmez mi? Ya Mustafa Kemal Paşa’nın 11-13 Ekim 1918′de Halep’ten Vahdettin’e çektiği telgraftaki ilginç teklifleri… Şöyle diyordu padişahın yaveri Naci (Eldeniz) Bey adına gönderdiği telgrafta: Müttefiklerle olmadığı takdirde ayrı olarak ve mutlaka barışı sağlamak lazımdır ve bunun için kaybedilecek bir an bile kalmamıştır. (Orijinali: “Müttefiken olmadığı takdirde münferiden behemahal sulhü takarrur ettirmek lazımdır ve bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır.”)(3) Peki, bütün bu belgeler bilinip dururken birilerinin kalkıp da “Mütareke hükümlerine sonuna kadar riayetkâr davranmalıyız” şeklindeki tavrı nedeniyle Vahdettin’in hain ilan edilmesini anlamak gerçekten de mümkün değil.
Karabekir’in hatıratında Vahdettin
Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Kâzım Karabekir’in bile yakılan kitabı İstiklal Harbimizin Esasları’nın ilk baskısında (1933) Sultan Vahdettin’le son görüşmesine dair hatıraları, kitabın sonraki baskılarında açıkça sansüre tabi tutulmuş değil midir? Halbuki Vahdettin, 11 Nisan 1919 günkü görüşmesinde, birkaç gün sonra Trabzon’a giderek yeni görevine başlayacak olan General Kâzım Karabekir’e dönüp, “Paşa, ben ve millet sizlerden ümitliyiz… Hayır dualarım ve niyâzlarım sizinle beraberdir” demiş, Karabekir Paşa da kendisine şöyle cevap vermişti: “Kumandan ve asker evlatlarınızla bütün millet zât-ı şahaneleri etrafında bir kalp ve bir kafa gibi toplanabilir şevket-meâb.” Üstelik Karabekir Paşa dışarı çıkınca onu heyecanla bekleyenler arasında bir tanıdık da vardır kapının önünde: Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari Mustafa Kemal Paşa. Hemen Karabekir’e sorar: Neler konuştunuz? Karabekir, Padişah’ın kendisini hayır dualarla yolculadığını anlatınca Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı tespiti yapar oracıkta: Sen Erzurum’a yerleşince vatanın üç uç noktasında üç temel dayanak noktası teşekkül ediyor. Ne yazık ki, İstiklal Harbimizin Esasları’nın 1951 ve sonraki yıllarda yapılan baskılarında bu ve benzeri türden Vahdettin’i ‘beraat ettirici’ nitelikteki ibarelerin itinayla temizlendiğini hayretle görürüz. Eh, Karabekir’in kitaplarında durum buysa gerisini varın, siz düşünün.
Mustafa Kemal’in yukarıdaki sözüne dönelim tekrar. Ne demek istiyor? Gayet açık bence: Vahdettin ve İstanbul hükümeti daha önce Cafer Tayyar Paşa’yı Edirne’ye, Ali Fuat Paşa’yı Ankara’ya gönderdikten sonra üçüncü büyük kozunu oynamış ve Karabekir Paşa’yı Erzurum’a tayin ettirmeyi başarmıştır. Böylece direnişin Edirne, Ankara ve Erzurum ayakları tamamlanmış, sıra bunları toparlayacak ve organize edecek bir genel müfettişliğe gelmiştir ki, bir ay sonra bu göreve olağanüstü yetkilerle padişahın yaveri olan Mustafa Kemal Paşa atanacak ve 15 Mayıs 1919 günü yine Vahdettin’le görüştükten sonra dördüncü ve merkezi ayağı oluşturmak üzere Samsun’a doğru yola çıkacaktır. Nitekim bu görüşmeyi sonraları Falih Rıfkı Atay’a anlatan Atatürk, Vahdettin’in kendisine, “Şimdiye kadarki başarılarınızı unutun, asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin” dediğini nakletmemiş miydi? Öyleyse soralım: Bizzat Karabekir ve Atatürk’ün ağzından yaptıkları anlatılan Vahdettin nasıl hain olabiliyor?
İngiliz gizli belgeleri ne diyor?
Son olarak İngiliz gizli belgelerine bir göz atalım. Aslı Britanya arşivlerindeki gizli yazışmalara göre, işgalci İngilizler, şimdi de ‘esir padişah’ı Samsun’a çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa aleyhine konuşmaya zorlamaktadırlar. Ne var ki, Vahdettin kendilerine, Mustafa Kemal Paşa’nın ancak İtalya’nın birliğini sağlayan millî kahramanları Garibaldi kadar “haydut” kabul edilebileceğini, onun yurtseverliğinden kuşku duymadığını, dahası ona saygı ve hayranlık hissetmemenin güç olduğunu söylemiştir.(4) İngilizler de bu sözleri resmen kayıtlara geçirmişler. Vahdettin’in ifadelerinin İngilizce çevirisi şöyle: “It is absurd to label the Nationalist Movement as the tyranny of a set of non-Turkish brigand and patriot in much the same sense that Garibaldi was, and is difficult not to respect and admire him.”
Bir başka belge ise gerçekten şaşırtıcı. 14 Kasım 1918 günü, bir gün önce İstanbul’a gelip Pera Palas’ta ikamete başlamış olan Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Daily Mail Gazetesi’nin muhabiri G. Ward Price’ı aracı yaparak General Harrington’la görüşmek ister. Price, Pera Palas’ta yaptığı görüşmeyi hatıralarında şöyle aktarıyor: “Mustafa Kemal, yapmak istediği bir teklif için Britanya resmi makamlarıyla nasıl temas edeceğini” bildirmemi rica etti. “Bu harpte yanlış cephede savaştık, dedi, eski dostumuz Britanyalılarla asla kavga etmek istemezdik… Biliyoruz, partiyi kaybettik… Anadolu’nun Müttefik Devletler tarafından işgal edileceğini tamamen biliyordum… Bu topraklar üzerindeki bir Britanya idaresinden o kadar hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerektir.”
Kim kahraman, kim hain?
Anadolu’da İngiliz idaresinden o kadar da rahatsızlık duyulmaması gerektiğini söyledikten sonra Mustafa Kemal, bu topraklar üzerindeki İngiliz idaresinde bir vali olarak çalışmaya hazır olduğunu gazeteci aracılığıyla işgalci yetkililere şöyle iletecektir: “Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim…”(5) Türk Tarih Kurumu’nun çevirtip bastığı bir kitaptan alındı bu çarpıcı sözler. Şimdi söyleyin bakalım, İngilizlerle ilişki kurmak vatan hainliği sayılabilir miymiş?
Kaldı ki, kimin hain, kimin kahraman olacağına gazete köşelerinden yahut meclis kürsüsünden karar verilemez; hatta mahkemeler bile buna karar veremez. Bunun kararını kamuoyunun vicdanı ve “tarih” denilen o acımasız yargıç verirse verir. Hem Fransızlar şu General Petain’in hain mi kahraman mı olduğuna 60 küsur yıldır karar verebildiler mi? Adam üstelik vatanını Almanya’ya gerçekten peşkeş çektiği ve işgalcilerle düpedüz işbirliği yaptığı için İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra herkesin gözü önünde yargılanıp idama mahkûm edildiği halde bugün dahi onun bu şekilde davranmakta haklı olduğunu düşünen Fransız vatandaşları azımsanmayacak sayıdadır. Dahası, bu bir rejim sorunu değildir Fransa’da; bir tarih sorunudur. Ne diyelim, darısı bizim Vahdettin’in başına.
En iyisi son sözü, bir ara bakanlık da yapmış olan Hüseyin Cahit Yalçın’a bırakmak. Bakın yakın tarihimizdeki hain-kahraman düellosu hakkında bu tecrübeli kalem ne ibret-âmiz laflar söylemiş: “İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi [Mondros’u] imza eden Rauf [Orbay] Bey, bugün âdeta vatan haini oluyor. Çünkü Halk Fırkası’ndan çıkmıştır. İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi kabul eden ve imza etmesi için emir verenler arasında bulunan Fethi [Okyar] Bey ise bugün Millet Meclisi Reisi bulunuyor. Çünkü, henüz Halk Fırkası’na mensuptur. Bu ne mantıktır, bu ne ölçüdür, bu ne mutaassıp fırkacılık [particilik] hissidir?”(6) Tarih yalan söylemez; ama ona yalan söyletilebilir. Tabii yatsıya kadar…
KAYNAKLAR :
1) Bkz. Tufan Türenç, “Tarih yalan söylemez: Vahdettin haindir”, Hürriyet, 14 Kasım 2007. 2) Orhan Koloğlu, 1918: Aydınlarımızın Bunalım Yılı, İstanbul 2000, Boyut Kitapları, s. 190. 3) Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 2, İstanbul 2003, Kaynak Yayınları, s. 232. 4) Bkz. S. Ramsdan Sonyel, Turkish Diplomacy 1918-1923, Londra 1975, s. 154, dipnot 1′den aktaran: Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 5, İstanbul 1992, Tekin Yayınevi, s. 249-250. 5) Price’ın Extra-Special Correspondent (Çok Özel Yazışmalar) adlı kitabından (1957, sayfa 104) aktaran Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çeviren: Cemal Köprülü, Ankara 1991, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 98. 6) Aktaran: Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, cilt IV, İstanbul 1962, s. 180.
Müflis Proje Kemalizm
Kazım Güleçyüz
YENİ ASYA NEŞRİYAT
Atatürk ilke ve inkılapları..
Atatürk milliyetçiliği…
Atatürk medeniyetçiliği…
61 yıllık demokrasi sürecimiz hep bu kalıplara dayanılarak defalarca kesintiye uğratıldı. Atatürkçülük dayatması mutlaka bitmeli. Atatürkçülüğü tek doğru fikir olarak dayatma alışkanlıklarına set çekilmeli. Atatürkçü bir rejimin demokrasiyle uzaktan yakından ilgisi bulunmadığı, cumhuriyet tarihinde yaşanmış çarpıcı örnekleriyle sabit. Ama demokrasinin sağladığı özgürlükler, diğer fikirler gibi Atatürkçülüğü de güvence altına alıyor. Yeter ki, dayatma ya da kayırma olmasın ve her türlü fikir eşit şartlarda özgürce yarışabilsin. SİTE:www.kitapyurdu.com
%35 indirimli
Liste Fiyatı: 5,00 TL. Kitapyurdu Fiyatı: 3,26 TL.
Tedarik süresi yaklaşık 3 gün Kazanacağınız puan: 6
Yayın Yılı: 2011
Kitap Kağıdı
133 sayfa
10,5×17,5 cm
Karton Kapak
ISBN:9755256092
Dili: TÜRKÇE