RSS Feed for This Post

Her 27 Nisanın bir de 28 Nisanı vardır…

… Unut-MA-mak için bir e-kitap…

Kendi ülkesini işgal eden ordu

Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler.  İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek  KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.

… ve eskimeyen bir konu…

Türk ordusu neden (artık) darbe yapamıyor?  / Darbe Tekniği – Curzio Malaparte

 Hiç bir yeri işgâl edemeyecek kadar beceriksiz ordular kendi ülkelerini işgâl edip ganimet toplarlar. Budur darbe. Geniş çaplı bir silahlı soygundur. Bu kanlı soygunu başarabilmek için de ülke içinde ve dışında her güçle suç ortaklığı yapar darbeciler. Fakat darbe bile yapamayacak kadar beceriksiz ordular ne yaparlar? Sarıkız? Ayışığı?

Uzun zamandır bahsetmek istediğim kitaplardan biri Darbe tekniği (1) :

“Bu kitaptan nefret ediyorum. Bütün kalbimle nefret ediyorum. Bana şöhret getirdi. Adına şöhret dediğimiz o değersiz şeyin kaynağı olan bu kitap aynı zamanda bütün dertlerimin de kaynağı oldu. Aylarca hapiste kaldım. Polisten eziyet ve taciz gördüm. Arkadaşlarımın ihanetine uğradım….”

Böyle diyor Malaparte kendi kitabı hakkında. İyi ama neden bu kadar çok belayı üzerine çekti? Ne yazıyor bu kitapta? Kanaatimce yazarın suçu(!) fazla açık sözlü, fazla tarafsız ve fazla öğretici olması: “Modern bir devlet nasıl ele geçirilir ve muhtemel bir darbe girişimine karşı hükümet nasıl korunur?” Kitabın konusu bu. Ne bir ideoloji, ne sınıf kavgası, ne üstün ırk, ne kapitalizm, ne emperyalizm.

İşte tam da bu yüzden bu minnacık kitap bizi ilgilendiriyor. Türkiye’de olup bitenlere, başbakan asmalara, başarısız darbelere, andıçlara, Gülen Cemaatinin devlete, özellikle de polise “sızmasına” ışık tutuyor.

Kitabın yazarı Curzio Malaparte (ki gerçek adı Kurt Erich Suckert) İtalya’nın Toskana bölgesinde Alman bir babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Malaparte’nin hayatı (1898-1957) adeta düşmüş bir uçağın kara kutusu gibi. 1900′lerin Avrupa’sının ulus-devlet kavgasının tam göbeğinde yaşıyor yazar. Etnik farkların, ulusal sınırların, faşizmin kan gölüne çevirdiği bu yıllar Malaparte’yi ve düşüncelerini savuruyor ordan oraya: Toskanalılar arasında büyüyor, 16 yaşında Fransız ordusuna katılıyor, bir de madalya kazanıyor. 1918 baharında kimyasal silahlarla akciğeri sakatlanıyor. Diplomaside kısa bir durak, Versailles Barış konferansına katılıyor. 1921′de İtalya’ya dönerek Faşist Parti’ye (Partito Nazionale Fascista) katılıyor. Sosyalist fikirlerine ve askerî cesaretine aldandığı Mussolini ile “kapışması” gecikmiyor… Hikâye uzun. Ama Malaparte hep doğru yerde ve doğru zamanda bulunuyor. “Modern” devletlerdeki başarılı ve başarısız hükümet darbelerini gölge gibi izliyor yazarımız: Polonya, Fransa, İtalya, Almanya…

Tabi “modern devlet” derken 1930′lerdeki modernliği anlamak gerek. Demiryolları, telgraf ve fabrikalarla, işçisi, mühendisiyle endüstrileşmiş “modern” devletler söz konusu. Endüstrileşme çok büyük önem taşıyor zira dev bir makineye dönüşmüş olan bu ülkelerde halkın “karnının doyması”  tarım toplumlarına kıyasla çok daha merkezî bir yapı sayesinde gerçekleşiyor. Bürokrasi, devletin demir yolları, devletin postası, devletin ordusu… 1930′lardaki “olgunlaşma” ile doruk noktasına varan Avrupa tarzı ulus-devlet modeli özünde dönemin teknolojisiyle de doğrudan ilişkili.

  • Milyonlarca işçiyi bir günde askere çeviren makineli tüfek ve top,
  • Büyük birlikleri eşgüdüm içinde hareket ettirmeyi sağlayan tren ve telgraf,
  • “Ulus bilinci” denen propagandanın önünü açan matbaa ve ulusal gazeteler,
  • Azınlık dilleri yasaklanırken ulusal dillerin zorunlu olması,
  • Zorunlu askerlik,
  • Grev yapan işçilerin öldürülmesi…

Bütün bunlar bir kaç asıra yayılan ve iki dünya savaşıyla neticelenen bir fikrî ve vicdanî dekorun parçaları. Ne yazık ki Türkiye’ye de bulaştı bu “Frenk” hastalığı ve 1915 Ermeni katliamı, 1938 Dersim katliamı gibi faciaları mümkün kıldı. (İlgilenen okurlarımız “ Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu” isimli kitabımızda hem Avrupa açısından hem de Türkiye açısından detaylı bilgi bulabilirler)

Darbe nasıl yapılır?

1917 Devrimi’nin önde gelen isimlerinden biri Lev Troçki (Лев Давидович Троцкий). Bu kitabın da belki en önemli kişisi, anahtarı. Troçki’nin darbe teorisi çok net bir biçimde anlatılıyor kitapta:

“Darbe politik değil teknik bir iştir. Sınırlı bir alanda, devletin  hayatî organlarına dosdoğru ve sert bir şekilde vuracak teknisyenler gerekir. Dolayısıyla darbeyi mümkün kılmak sosyal ve politik çabalarla olmaz. Organizasyon, taktik ve teknik bilgi ister.”

Potemkin Zırhlısı gibi propaganda filmlerinin etkisindeki zihnimiz 1917 devrimini bir halk ayaklanması,  geniş halk yığınlarının başarısı gibi görür ama Malaparte’nin gözünde hadise çok daha “teknik”. Troçki Moskova’yı küçük bölgelere ayırmış ve stratejik noktalar belirlemiştir. Tren garları, elektrik, gaz dağıtım merkezleri, telgraf büroları… Kısaca devletin işlemesini sağlayan her şey. Plan nispeten basittir. Bu stratejik noktaları ele geçirmek, devleti durdurmak, darbeyi yapan ekibin (kendini ispat etmek) istediği anda yeniden işletmek. Böylece “yeni hükümeti” halkın gözünde meşru, devrilen hükümeti ise beceriksiz ve hain göstermek. (Bilmiyorum Atatürk’ün İngilizler hesabına çalışmak istemesi ve Vahdettin’in “hainliği” ile ne derecede örtüşür?)

Moskova’da darbe hazırlıklarının kokusunu alan güvenlik güçleri elbette alarma geçmişler ama bürokrasi kendisinin vazgeçilmez olduğundan o kadar emin ki savunma hatları Troçki’nin stratejik noktalarında kurulmuyor. Bunun yerine meclisi, bakanlar kurulunu, önemli yöneticileri vs korumaya çalışıyorlar. Yani devlet makinesi değil de devlet memurları koruma altında.

Sonuç malum. Ancak dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Stalin bu dönemde Troçki’nin metodunu çok iyi gözlemliyor ve kendi başa geçtiği zaman böylesi “teknik” darbeleri durduracak önlemler koyuyor uygulamaya.

Aslında önemli ayrıntılar saymakla bitecek gibi değil. Kitabı okurken önemli gördüğüm yerlerin altını çizmeye başlamıştım ama bir zaman sonra hemen her satırı çizdiğimi fark ettim! Hitler, Mussolini, Napolyon gibi liderlerin hataları, zayıflıkları, devletleri kırılgan yapan özellikler, Avrupa’da amacına ulaşmış ve yarım kalmış darbelerin otopsileri… 200 sayfa okuyorsunuz ama kitabın neredeyse her sayfasından bir makale, bir tartışma konusu çıkar.

TSK neden artık darbe yapamıyor?

2010 yılındayız. 10 yılda bir düşman askeri görmeden kendi ülkesini işgal etmenin rehavetiyle uyuşmuş bir ordumuz var. Ama bu ordu artık darbe yapamıyor. “Yapacaam” diyor, muhtıra veriyor, gizli planlar yapıyor ama… yok. Neden?

Birincisi Türk Ordusu içinde darbeye karşı olan subaylar “kritik” bir sayıya ulaştı. Bu subaylar ellerinde tuttukları silahları kimin parasıyla aldıklarını biliyorlar ve maceracı, ahlâkî frenleri tutmayan meslektaşlarını frenliyorlar.

İkincisi polis teşkilatı içinde yine TSK’da olduğu gibi darbe karşıtı bir ekip var. Yanlış anlaşılmasın, bütün polislerin birer demokrasi abidesi olduğunu savunmuyorum. Ama yeterince önemli sayıda olmak üzere bir çok polis “darbe kokusunu” alıyor ve gerekeni yapıyor.

Üçüncüsü Türk basını eskisi gibi %100 postal yalayıcılardan oluşmuyor. Darbeci subayların kulaklarını tırmalayan “çatlak sesler” en olmadık yerlerden yükselebiliyor. Ayrıca günlük okuyucusu bir kaç yüz ila bir kaç bin arasında değişen ama sayıları on binleri bulan internet siteleri, tartışma forumları, arkadaşlık ağları kontrol edilemeyen ve okuyanların aynı zamanda yazar olduğu “anarşik” bir medya oluşturdu. Eskisi gibi bir manşetle savaş çıkarmak kolay değil. “Büyük” gazete ve köşe kapmış yazarlarının vurucu gücü çok azaldı.

Dördüncüsü Türkiye Troçki’nin “modern” devletine benzemiyor. Tarım toplumu, endüstri toplumu ve hizmet toplumu aşamasını aynı anda yaşıyor ülkemiz. Ekmeğini kazanmanın bu derecede renkli olabildiği bir ülkede halkın devletiyle olan ilişkisi de son derecede karmaşık. Dolayısıyla darbe yapmak ciddi bir stratejik zekâ istiyor ki internet sitesi fişlemekle, cami bombalamakla uğraşanların bu zekâ seviyesinin çok gerisinde olduklarını müşahede ediyoruz. Ergenekoncular kalifiye eleman sıkıntısı içindeler.

Beşincisi  ve EN ÖNEMLİSİ dünya değişti. Troçki’nin teknik darbesini yapmak artık mümkün değil. Aslında teori yine doğru. Ama stratejik yerler eskisi gibi garlar, limanlar değil. “Küreselleşme” demeye alıştığımız ama özünde entegrasyon bulunan bir olgu var. Yani trenler, gemiler yine önemli ama bilgi ve para internet üzerinden ışık hızında hareket ediyor. Bu sebeple Türkiye büyüklüğündeki bir ülkede darbe yapmak için bankaları, yabancı borsaları, internet hizmet sağlayıcıları, uzaydaki haberleşme uydularını da kontrol altına almak gerek. Teorik olarak mümkün olan bu tür bir “küresel darbe” ancak ABD’li bir ekip tarafından yapılabilir. Peki küresel hedefler için küresel imkânlar kullanılarak bir darbe yapmak gerçekten mümkün mü?

  • Irak’ın işgali için bu ülkeye komşu bile olmayan Afganistan’da saklandığı iddia edilen bir teröristin(?) bahane edilmesi,
  • Irak’a 160 bin askerin yollanması,
  • ABD bütçesinden yüz milyarlarca dolar askerî harcama yapılması,
  • Başlatılan korku kampanyasında Fox TV ve CNN‘nin aldığı rol,
  • Irak işgalinden kazançlı çıkan firmaların siyasî bağlantıları…

Gibi faktörler dikkate alındığında Küresel darbeler dönemine girdiğimizi söylemek sanırım yanlış olmaz. Küresel darbelerin tıpkı ulusal darbeler gibi fikrî ve vicdanî bir zemine ihtiyacı vardır.Vicdanları uyutmak için “Biz iyiyiz ama ötekiler bizim kötülüğümüzü istiyor” demek ve dedirtmek gerek. Bugün için bu zeminin adresi Amerikan milliyetçiliğidir. Bu ülkenin saldırganlığının sebeplerini konu alan “Amerika Tedavi edilebilir mi?” adlı kitabımız ilgili okurlara Amerikan milliyetçiliği üzerine detaylı bilgi verecektir.

1° Bedir yayınevi 1969′da basmış. Varlık’tan yeni bir baskısının çıktığını duydum ama görmedim. Benim okuduğum Grasset’den çıkan fransızca baskısı. Kitabın orijinali italyancadır.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin