Chet Baker / Sahte cennetlerin sahici adamı
By Mehmet Yılmaz on Nis 28, 2012 in İnsan Müzikleri, Jazz, Sanat
Konuşurken… cümlelerini bitirmeyen… nasıl anlatsam… hani var ya… bitmemiş cümleler… yarım kalmışlığın sayesinde… dinleyenlere daha fazla özgürlük… insanların hayal güçleriyle tamamlayabilecekleri boşluklar… soyut resim gibi her bakanın farklı bir şey gördüğü… her mânâya çekilebilecek… bir türlü bitmek bilmeyen… sonu gelmez… hayatın kendisi gibi… ucu açık… hani beyaz kâğıda damlamış bir kaç damla mürekkebin bıraktığı izler en mahrem kâbuslarımızın kapısını açar ya… işte öyle bir şey…
Jazz dinlerken içimi kaplayan özgürlük hissini başka müzik türlerinde bulamadım hiç bir zaman. Meselâ klasik müzikte bu özgürlüğü değil mükemmele bir yakınsama duyar kulaklarım. Bir senfoni nasıl daha mükemmel çalınabilir? Keman, flüt, obua… kaç defa prova etmişlerdir kim bilir. Matematiksel mükemmellik arayışı bazen rahatsız edicidir. Başlarındaki orkestra şefi biraz okul müdürü gibidir, biraz fabrikadaki ustabaşı, biraz askerleri yöneten generalleri anımsatır bana. Oda orkestralarında ise bu “endüstriyel hiyerarşi” görünmez. Müzisyenlerin damlayan terlerini, mimiklerini, göz göze konuşmalarını “işitebileceğim” küçük konser salonlarını bunun için seviyorum. (Bkz. Giuliano Carmignola ile ibadet ) Klasik müziğin büyüklüğü küçük orkestralarda daha iyi görünür gözüme (=aklıma).
Peki ya Jazz? Chet Baker dinliyorum şimdi, saat gecenin kaçı… hani var ya… parçanın adı “In a sentimental mood“… böyle bir parçaya isim verilmesi … nasıl desem… gerekli miydi?… … zaten doğaçlama … Chet Baker bu parçayı iki kez üst üste aynı biçimde … sanki? Mümkün değil… o da biliyordu bunu, eminim…
Haydi, bu jazzy mood stili bırakıp sert bir kahve içelim. Ardından da düzgün cümle kurmaya çalışalım… Louis Armstrong’un bir sözü var: “Never play anything the same way twice”. Haksız mı adam? André Marfaing‘in resim yaptığı gibi müzik yapacaksın, bir de üşenmeden parçalarına isim vereceksin. Sanki iki melankolik gece, iki depresyon, iki uyuşturucu krizi aynı olabilirmiş gibi. İki tutuklanma, iki gözaltı misap boncukları gibi birbirine benzeyebilirmiş gibi.
Kelime kutucuklarına sığmayan, anlatılmayan bir şey jazz. Yaşanır… ya da yaşanmaz. Armstrong’un dediği gibi: “Hot can be cool, and cool can be hot, and each can be both. But hot or cool, man, jazz is jazz.” Eh, biz de Berlin flarmoni orkestrası’ndan değil Chet Baker’dan bahsediyoruz. Uyuşturucu satıcıları tarafından dişleri kırılan, takma dişle trompet çalmaya çalışan birinin hayatının hangi anı bir diğeri ile “bir” olabilir ki isim verilsin?
Yatağında ölmez Chet Baker gibi insanlar, ayakta ölürler. Ama etraftakiler onları uzun süre canlı sanır. “Müzisyenler emekli olmaz, içlerindeki müzik bitince istop ederler” diyordu Louis Armstrong. Chet Baker da böyle istop etti. 13 mayıs 1988’de aşırı dozda uyuşturucu almış bir ceset Amsterdam’daki Prins Hendrik otelinin önünde ölü bulundu. İkinci kattaki odasından düşen(?) Chet Baker’in cesediydi bu. Peki gerçekten 13 mayısta mı öldü? Bana kalırsa … yaşamamak için ölmüş olmak gerekmez her zaman:
“Kimse onun bir hayalet olduğunu tahmin edemezdi. Yaşayan bir ölü için fazlasıyla güzeldi o, fazlasıyla tatlı, çekici. Hayaletlerin sıcaklığı olmaz. Soğuk çarşaflar gibidirler ya da korkunç bir karaltıya benzerler. Keşke aldanmasaydık. Bizi büyüleyen, böylesine avucuna alan ve bize zevk veren bu güç neydi? Tuzağa düşmüştük. Onun çoktan ölmüş olduğunu anlayamadık.
Aslında Marilyn Monroe tam olarak ölmüş sayılmazdı. Biraz ölmüştü. Neşeli görüntüsünün içimizde uyandırdığı zevkten körleşiyorduk: YaşaMAmak için ölmüş olmak gerekMiyordu. O doğuşundan itibaren yaşaMAmaya başlamıştı. Annesi bir “piç” doğurduğu için insanlıktan kovulmuştu ve son derecede mutsuzdu… Bebekler insanların kanunla çizdiği yerler dışında yaşayamazlar. Norma Jean Baker daha doğmadan kanun dışı olmuştu. Bunalım içindeki annesi bebeği ile ilgilenebilecek durumda değildi. Küçük Norma soğuk yetimhanelerde ve geçici ailelerde kaldı. Sevgiyi öğrenmek zordu.” (Kırık parçalar)
Chet Baker’ın imajı da tıpkı Marilyn Monroe gibi pazarlanmıştı. Yakışıklı bir playboydu o. Kızların başını döndüren bir « aşk yapıcı ». Oysa ızdırap ve ihanet ile lekelenmiş ilişkiler tattı “aşk” niyetine. Yeryüzü cennetini eroinde aradı. Hakiki bir dost yoksa kalabalık bir yerde de yalnızdır insan.. Gurbettedir. (Bkz. Derin İnsan kitabı) Sürgündedir. Fırlatılmışlık, atılmışlık hissi doldurur yüreğini. Herkes yerini bulmuş gibi görünür ama sen kaybolmuş turist gibisindir, yerini bulamazsın:
Alone together
Can’t stand your present job, afraid of getting fired
Depressed? Staring at the0late night tube
You could call that number
But you’d just get someone just like you
Well, I feel that way too
Just the same as you
Like it’s getting worse before it’s getting better
I’ve got troubles of my own
But as long as you’re alone
Stick with me and we’ll be alone”together
Beer is warm, dinner’s cold and greasy
Even when life isn’t hard it always seems uneasy
All alone, nobody”seems to care
Everybody’s got some place
And you don’t fit in anywhere
Chet Baker 1929’da Oklahoma’da düşmüşstü dünyaya. 1929, 1930, 1931… Hitler, Stalin, Churhill, Mussolini,… Sadece Chet’in değil İnsanlığın aşağıya düşüş yıllarıydı. Hammadde fiyatları düşüyordu. Büyük buhran, borsa krizi ve 2ci dünya savaşı yılları.. Borsa’da hisse senetleri düştü, insanın kıymeti de düştü. İşsizlik, açlık, toplama kampları, soykırımlar ve Hiroşimalar, Nagazakiler…
Bir şehri haritadan silmenin ismi “zafer” olmuştu. Cinsel münasebetin adı ise “aşk”. Kelimelerini kaybetmiş batı uygarlığının(!) kayıp çocuğuydu Chet. Gençlik yıllarında gözlerinde saklı bir kaybolmuşluk vardı. Ya Ölürken? Trompetine sımsıkı sarılmış bir ihtiyar… Başaramadığı hayatları, kendisi olamadığı BEN’leri unutmak için, kaybolmak için çalan bir müzisyen. Ah şu trompet! “Bir açılsa da içine girip kaybolsam!” dercesine kırışıklarla dolu yüzüne bastırdığı trompet…
Let’s get lost. Haydi kaybolalım Chet.
Let’s get lost, lost in each other’s arms
Let’s get lost, let them send out alarms
And though they’ll think us rather rude
Let’s tell the world we’re in that crazy mood.
Let’s defrost in a romantic mist
Let’s get crossed off everybody’s list
To celebrate this night we found each other, mmm, let’s get lost
Let’s defrost in a romantic mist
Let’s get crossed off everybody’s list
To celebrate this night we found each other, mm, let’s get lost
oh oh, let’s get lost
… E-Kitap okumak için…
Şiirlerim, Öykülerim / Cemile Bayraktar
İnsan ya zevkten yazar ya dertten yazar. Ama insan bazen dertli olduğunu kendi bile bilmez, derdini ve zevkini kendi yazar ama farkında değildir, derdini de, şevkini de bazen kendi yazmamışçasına, yazdığından okur, insanın kendinde bilmediği yansımıştır yazıya, insan dertten yahut zevkten yazarken herkes kadar kendini okur. İnsan önce kendi için yazar. O vakit yazdığı aynası olur. Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
İncitmeden söylemek istersin ama söz incitir bazen. Ağlatmak istersin bazen ama söz ağlatmaz. Bazen sesini sözle duyurmak istersin ama duyulmaz. Bazen birsindir, bin olmak istersin söz yetmez. Sözün söz; kelimenin kelime olarak kaldığı anlar bazen yetmez, bazen tam aksine düşer, öyle zamanların sihri sadece şiirdir… Tahran’dan, Washington’a; Beyrut’tan, Tokyo’ya; İstanbul’dan Şam’a; Paris’ten Kazablanka’ya; Filistin’den Keşmir’e kadar uzatabilir kollarımızı şiir, tel örgülere, mayınlı topraklara, kırmızı çizgilere mahkûm etmeden beşeri, uzanır uzanabildiğince…Buradan indirebilirsiniz.
Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.
Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.
“…Benim öyküm bir rivayetten ibaret, bu yüzden benden miş’lerle bahsediyor diğerleri. Beni, yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılıyorlar. Sorsalardı bana, derdim ki, beni yaşamadığım sandıkları kocaman bir hayatı geri çevirmekle yargılayanlara, evinden ayrılmayan/ayrılamayan, öyküsünü değil, hayallerini anlatır elbet, ya da masalları. Oysa bilmek yaşamak değildir her zaman, yaşamanın bilmek anlamına gelmeyeceği gibi her daim. Gözlerimde; bir şeyler yaşamış olanların, yaşamadıklarını sandıklarına olan o kendini beğenmiş, o her şeyi bilen bakışına rastlayamazsınız bu yüzden…”
Son romanı Bela’dan da tanıdığınız DD yazarı Suzan Nur Başarslan’ın öykülerini derlediği bu kitabını ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“Ötekilere” bakarken (Çeviriler)
“Ötekilerin” gözüyle dünyaya bakabilenler ilerliyor uygarlık yolunda. Geçmişte Bağdat’ı, Kurtuba’yı inşa eden, bugün ise Paris’i, New York’u, yaşatan “öteki” değil mi? Bugün içine kapanan ülkeler yine geriliyor. Dışa açılan, “ötekilerin” bilgisini, birikimini kendine katabilenler ilerliyor. Bu kitabın amacı da “ötekilere” küçük bir pencere açmak. “Almanlar, Amerikalılar, İranlılar, Filistinliler ve İsrailliler dünyada olup bitenlere nasıl bakıyor?” diye sormak. Çeviri metinlere adadığımız 125 sayfalık bu kitapta Ermenistan’dan tasavvufa, İran sinemasından Ateizme, Şeriat’tan Türkiye’deki Hristiyanlara uzanan çok değişik konularda çeviri metinler bulacaksınız. Buradan indirin.
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
”…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.
2 Yorum
Yazan:Ölümünden 7 ay önce, Paris'te bir konser... "I'm a Fool to Want You" Tarih: Nis 28, 2012 | Reply
Yazan:bambam Tarih: May 30, 2017 | Reply
Teşekkürler, sanatçıyı öteden beri dinliyordum. Ama hakkında pek bilgim yoktu. Jazz dünyasıyla ilgili Türkçe kaynak bulmak zor. O yüzden tekrar teşekkür ediyorum ,güzel yazınız için.