İslam’ın vizyonu (3) / Hamza Yusuf
By Ekrem Senai on May 24, 2012 in Akıl, Çeviri, Hamza Yusuf, islamcilik
Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu kitabı üzerinden yaptığı konuşmanın deşifresidir. Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.
(Resim: Dr.Murata ve Prof.William Chittick)
İslam’da ibadetten önce bir arınma işleminden geçersiniz. Bu, Hac’dan önce ihrama girmek gibidir, bir “hâl’e” bürünmektir. Bunun yolu abdest almaktan geçer. Arapça abdest anlamındaki “vudû” kelimesi aydınlıktan gelir. Abdest âzâları olan yüz, kollar ve dirseklerin kıyamet günü parıldayacağı rivayet edilmiştir. “Vudua” parlak ve parıldayan anlamındadır. Hz.Peygamber (SAV)’e, ümmetinizi kıyamet günü nasıl tanıyacaksınız diye sorduklarında, “…onlar alacalı at gibi olacaktır” şeklinde bir teşbihte bulunmuşlardır. Nasıl ki atların rengi kahverengi de olsa bazı bölgeleri, yüzleri, önleri, arkalarında beyazlıklar bulunur… ümmetinin de azalarının böylece parıldayacağını ve bunun “abdestin tezahürü” olduğunu bildirmiştir. Bu ibadetin nûrudur. Dikkat edin, bir işin ustası olmuş insanların karakterinin, hatta fiziksel yapısının yaptıkları işle değiştiğini farkedersiniz. Bu, usta bir piyanist de olabilir, maharetli bir balerin de olabilir, veya herhangi başka bir meşguliyet de olabilir, normal bir insanda bulunmayan özelliklere sahip olduklarını görürsünüz. Ustalığı ne olursa olsun böyledir, sizi temin ediyorum böyledir. Bir konu, sanat, zanaat üzerinde sürekli çalışan, her gün gayret eden, kendini bu işte ifna etmiş bir insanın yaptığı iş karakterine yansır. Bu yüzden yapılabilecek en asil şey ruhumuzu, kalbimizi, ilahi cilvelerin tiyatrosu olan bu dünyada mükemmelleştirmeye çalışmaktır. İbadet bundan ibarettir ve su arınma vasıtasıdır. Dış dünyaya, zahiri âleme ait bir nesnedir ama bu dünyada bildiğimiz en saf şeydir aynı zamanda.
Ezan da büyüleyici bir şeydir. Diğer dinlerin ibadet çağrılarından çok farklıdır. Yahudiler koç boynuzu kullanır, hristiyanların çanı vardır. Ortaya çıkışı bir rüya ile olmuştur, birçok insanın aynı zamanda gördüğü bir rüyayla, Bilal (RA) onlardan biriydi, insanları kendi sesiyle namaza davet ediyordu. Yapay bir şeyle, bir enstrümanla değil, insanları yine insan sesiyle namaza çağırıyordu. Şöyle diyordu: “Allah daha büyüktür, şâhidim ki ilah yoktur, Allah vardır, şahidim ki Muhammed Allah’ın Resulüdür, namaza koşun, namaza acele edin, kurtuluşa acele edin… “Felah”ın anlamı hasaddır. Ezanın sizi çağırdığı şey hasaddır. İbadet budur. Namaz kılmakla günün mahsulünü hasad etmiş oluyorsunuz, çünkü gün ibadet için yaratılmıştır. Hasadı kaçırırsanız, günün anlamını kaçırdınız demektir. Namazı kaçıranın hâli, bahar boyunca tohum eken, yaz geldiğinde, yani hasad zamanı geldiğinde ise, toplamaya gitmeyen adamın durumu gibidir. O zaman anlamı neydi? Yaşamanın anlamı ibadettir. İbadeti küçümsemeyin, hayatınıza dair en önemli şey olduğunu unutmayın. İbadetinizi sürekli mükemmelleştirmeye çalışmalısınız, bu bir mücadeledir. Uyanık kalma mücadelesidir, abdesti doğru alma mücadelesidir… Bazı insanlar bunu can sıkıcı bulabilir ancak tatmayan bilmez. Daha iyiye ulaştıkça, tadını aldıkça ibadet daha çok vazgeçilmez olur.
Bu yüzden Hz.Peygamber (SAV) Bilal’e (RA) “ruhlarımızı ezanla dinlendir ya Bilal” diyordu. Dinginliğin namazda olduğunu söylemiş, “gözümün serinliği namazdır” buyurmuştu. Araplar gözün serinliği deyimini, gözün soğuk gözyaşları, mutluluk gözyaşları akıtması anlamında kullanırlar. Sıcak damlalar acı veren damlalardır. Soğuk damlalar mutluluk damlalarıdır. Yani bunun anlamı “hayatımın saadeti ibadetimdir” demektir. İbadet ona rahatsızlık veren bir şey değildi. Edib el Hatim “Müslüman oldum ama camiden ezan sesi duymak nasip olmadı, ama namaz vaktinin özlemini çekiyordum. Vakit girdiğinde namaz kılmak benim için en büyük saadetti” diyor. Ciddi bir şekilde ibadet eden kimse bunun için Allah’a şükreder. İbadet bir hediyedir, ciddi bir şekilde ibadet eden kimse bunun nasıl bir nimet olduğunu bilir. 18 yıl boyunca hiç ibadet etmesem de, müslüman olduğumdan beri hiçbir vakit namazını kaçırmadım. İbadet etmediğimi düşünemem. Bunu hayal bile edemem. Edemem.. İbadetten mahrum olduğumu düşünmek, nefessiz kalmak gibi bir şey benim için. Hz.Peygamber (SAV) şöyle sual ediyor: “söyleyin bana, birinizin kapısında nehir olsa ve günde beş defa onun içinde yıkansa, hiç kirliliği kalır mıydı?”. “Hiçbir kirliliği kalmazdı” diyorlar. O buyuruyor ki: “Bu missal günde beş defa namaz kılanın hâli gibidir, Allah hatalarınızı onunla temizler”.
Zekat
Dinin üçüncü direği zekattır. Zekat zenginliğin arındırılmasıdır. Vücûdunuzu abdest ile arındırdığınız gibi, ruhunuzu ibadetle arındırdığınız gibi, kazandıklarınızın da arındırılması gerekir. Zekat kelimesinin kökü arındırmaktır. Peygamber (SAV) der ki, “zekat malın posasıdır”, zekatı bu şekilde tarif ediyor. Bunu söylemesinin sebebi şu: Benî Hâşim zekat almazdı çünkü zekatı kirlilik, gübrelik olarak düşünüyorlardı. Posa, gübredir ve hayvanlar sağlıklı kalmak için posalarından kurtulmak zorundadır. Zekat da mülkiyetin sağlığıdır. Arapça’da “cimri” ve “kabızlığı” ifade eden kelimeler aynıdır, “mumsık”. Yani cimri bir insan verme kabızıdır, ruhsal bir hastalık kapmıştır. Kazancı ruhunun hastalık kapmasına yol açmıştır. Zekat vermek, bu posanın gitmesine izin vermektir. Bu Freudien bir tespit değil. Onun kabız bir insanın cimri olduğu şeklinde bir tespiti vardır biliyorsunuz. Ben Freud’den bahsetmiyorum, bu Arapça dili. İlginçtir, saf altın ve mukonyan dışkı için kullanılan kelime de aynıdır. Tespite gerek yok, Araplar bunu zaten biliyordu, çünkü bu dillerinde mevcut olan bir şey. Hz.Peygamber der ki-, İmam Ahmed’in Müsned’inde geçer- “Allah Adem oğullarından çıkanı dünyaya misal yapmıştır” ve bunun anlamı şudur, yemeğinizi sadece buna ihtiyaç duyduğunuz için yemezsiniz, yemek iştihasında bir lezzet vardır. Fakat yediğiniz her şey tuvalette biter ve dünyanın doğası budur. Dünyanın güzel yanları vardır ama bu dünya yok olma dünyasıdır. Eninde sonunda çürüyecektir ve bizler de öncekiler gibi burayı terkedeceğiz, nihayette herkes terketmek zorunda. Bu yüzden yakalamaya, zaptetmeye uğraşmak yerine, ne için yaratılmış olduğunu görmeye çalışmak gerekiyor.
16.sayfada önemli bir noktaya değinilmiş. Finansal bakımdan sağlıklı değilseniz zekat ödemezsiniz ve bu İslam’ın öncelikleri belirlemesiyle ilgili tipik bir örnektir. Ekonomik durumunuz müsait değilse zekat ödemezsiniz, çünkü öncelik kendinizdir. Şimdi ortalıkta sözümona dünyayı kurtarmak isteyen birçok sosyal aktivist var ama kendi kişisel hayatları tam bir karmaşa içinde. Dünyayı kurtarmadan önce insan kendi ruhunu kurtarmanın çaresini aramalıdır. Öncelikleri iyi belirlemelidir. Zekat, kendinize baktıktan sonra başkalarına bakmaktır. Yani hayatınız karmaşa içindeyse bırakın diğer insanları, öncelikle kendinizi bu sarmaldan kurtarmaya bakın. Zekat bir sosyal sorumluluktur ve dini açıdan bir gerekliliktir ama öncelikle bunu verebilecek duruma gelmek hedeflenmelidir. Hz.Peygamber (SAV)’in “evlenen dininin yarısını tamamlar” demesinin bir sebebi de budur. Diğer yarısına baktığımızda, aile tamamlandığında toplum sağlıklı bir şekilde oluşur. Toplum sağlıklıysa, bu ailenin sağlıklı olmasının sonucudur. Aynı şey zenginlik için de geçerlidir. Ancak kendi evin sağlamsa diğer evlere yardımcı olabilirsin.
Oruç
Dinin dördüncü direği oruçtur. Ramazan ayında farz olan orucu tutmaktır. Ay takvimi yaklaşık 355 gündür, aylar 29 ve 30 çeker, bunu hilali izleyerek takip edebilirsiniz. Hilali gözlemek konusundan biraz bahsetmek istiyorum ve sizlere biraz fenomenolojik astronomluk denilen şeyden bahsedeceğim. Astronomiye teorik yönlerinden değil fenomenik, olgusal yönden ilgi duyan birinin yazdığı bir parçayı okumak istiyorum. Bunu yazan kişi Müslüman değil, bir İskoç. Çok ilginç bir şeyden bahsediyor, beni çok etkiledi, birçok müslüman bunun farkında değil. Bunu okuduğumda, hilali gözlemek konusunun neden önemli olduğu konusundaki hislerime tercüman oldu.
Şöyle diyor:”Oruç ve adanmışlık ayı olan Ramazan ayının başlangıcını tespit etmek son derece önemlidir. Fakat müslüman toplumlar bölge ve hava durumu farklılıklarından kutlamalarına farklı günlerde başlayagelmişlerdir. Batı tarafındaki bölgeler hilali ilk gözleyebildiklerinden görme şansları yüksektir, güneş ve ayın hareketleri batıya doğrudur ve bu bölgelerde kamer, ufuk çizgisine erişinceye kadar daha fazla zaman geçmektedir. Ay, seyahatinin başlangıcında güneş ışığından uzaklaşmaktadır, ayrıca bazı enlemlerde zodyak daha dipte, ufukta diğer yerlere göre daha görünür bir açıdadır. Bu ayın seyahat ettiği yörüngedir. Hava durumundan kaynaklanan gecikmeler olmadığı taktirde, iyi şartlarda hilali yeni ayın oluşmasından 24 saat içinde izlemek mümkündür. En erken 15 saattir. 13 saat rekoru vardır ama bu çok nadirdir. Fakat 30 saat içinde görmek yaygındır. Müslüman gözlemcilerin emin olması için, iki bağımsız şahid gerekir. Osmanlılar ilk rasatın çıplak göz yerine teleskopla yapılmasına cevaz vermiştir.” Şimdi şunu dinleyin: “İslami takvimi standartlaştırıp Ramazan’ı farklı topluluklarda aynı günde başlatmak çabaları olmuşsa da gök cisimlerinin dünya ile ilişkisi canlı bir ilişkidir ve herbir bölgenin gökyüzü farklıdır. Bu yüzden neden herbir bölgede dini bayramlar o bölgeye özgü günlerde başlamasın? Modern zihin genelleştirmek ve durumu kuramsallaştırmak ister, fakat bu arada asıl fenomen es geçilir. Gün uzunluğunda ortalama hesaplanır ve bu dairesel tekerlere ve saatlere yerleştirilir, halbuki hiçbir gök cismi dairesel hareket etmez”…
Yani diyor ki hepsinin ortalamasını alırsın ve bu ortalamayla herşey çalışır, kendi küçük takvimini yaparsın ve mükemmel bir şekilde çalışır, fakat doğa bu değildir. İnsanlar 24 saatlik bir günün gerçek zaman olmadığını unutuyorlar, bu bizim standart zamanımızdır. Doğru zaman ise 23 saat 56 dakikalık bir gündür. Dışarı çıkıp ayı gözlemlemek dünya ve doğa ilişkisini kurmaktır. İbadetten önce su kullanırsınız, su yoksa toprak kullanırsınız. Bu dünyaya dokunmaktır. Tabiata dokunun, hissedin. Biliyorsunuz çocukların en sevdiği şey çamurla oynamaktır ve içine girmektir. Bunu yapmaya bayılırlar, neden bayılırlar? Çünkü hala onunla bağları vardır. Dünya onlara çok gerçektir. Bizler soyutlandık, böyle bağlantılar bizi biz yapan bu temel nesnelere, suya, toprağa, ibadete, harekete yaklaştırıyor. Masa başında gün boyu hareketsiz durmak doğal bir şey değildir. Bir kediyi izleyin. Bir kediyi gün boyunca bir masada oturtamazsınız. Deli değiller. Hareket etmek, deneyimlemek zorundalar, hissetmek zorundalar, bunları yapmak durumundalar. Kediler bu yüzden böyle. Ve sonra kendi abdestlerini alıyorlar. Tüm bu şeyleri yapmak zorundalar. Başlarının üstünü mesh bile ediyorlar. Bunu yaparken izlediniz mi hiç? Hayvanları izleyin. İnsanlar Hz.peygamber (SAV)’in avlusunda keçileri olduğunu, dışarı çıkıp onları sağdığını unutuyorlar. Keçi memesinden gelen sütü içiyordu. Hiç memeden doğrudan gelen süt içtiniz mi? Ciddiyim, Hakim hep insanlara sorar bunu. Hiç doğayı tecrübe ettiniz mi? Dışarı çıkıp ayı gözlemleyin. Yeni ayın doğuşunu gördünüz mü hiç? “Vilade” denir. Birden ortaya çıkar. Buna şahid olmak inanılmazdır ve içinizde bir şeyler olur, Sübhanallah dedirtir size, Allah dışarı çıkın ve kameri gözleyin diyor çünkü onu Ben yaptım ve o Benim ayetimdir, diyor. Dışarı çıkın, aya bakın ve “Sübhanallah” deyin. Bunu hissedin, çünkü gerçek olan bu. Bilinçli bir varlık olarak Rabbin, sana bu bilinci, anlayış kudretini dünyayı deneyimlemen için bahşetmiş. Bütün bunları sen tefekkür et diye yaratmış çünkü senden başka bunu yapabilecek bir varlık yok. Bizler tekiz. Bu nimet O’nun bizlere bahşettiği bir şeydir. Oruç budur, Ramazan budur. Neden ay takvimi kullanıyoruz? Onların sezeryan bölümleri var, doğal doğum istemiyorlar. Bu işleri kolaylaştırıyor çünkü. Benim 11’de golf randevum var, gidip o saatte orada olmam lazım ama çocuklar istediğin saatte çıkmazlar. Ne zaman canları isterse o zaman çıkarlar, çıkmaya hazır olduklarında, Allah onlara ne zaman çıkmalarını emir buyurursa o zaman çıkarlar. Fakat modern mentalite bunları sabitlemek ister. İslam dünyasının şehirlerine havadan baktığınızda hücreler gibi olduğunu görürsünüz. Canlı hücreler gibidirler. Fas’a bakın, Fas resimlerine dikkatle bakın, sonra mükemmel düzgünlükteki caddeleriyle modern şehirlere bakın. Müslüman şehirlerine gittiğinizde köşeler ve dönüşler görürsünüz çünkü dünya böyle, dünya bu. Hep düzgün hatlar yok, düzgün hatlar zihindeki soyutlamalardır fakat modern zihin bunu ister, gerçekliğin üzerine kendi gerçekliğini empoze etmeyi ister. Bu yüzden sanal bir dünyada yaşanır, gerçek olan bu değildir. İslam gerçekliği olduğu gibi yaşamakla ilgilidir. “Allah’ım bana eşyayı olduğu gibi göster”, benim filtrelerimin beni yönlendirdiği gibi değil. Bu Hz.Peygamber (SAV)’in duasıydı “bana eşyayı olduğu gibi göster”. Bu İslam’dır. Oruç bunun bir parçasıdır. Orucun ne yaptığına bakın. Allah diyor ki “Orucu sizlere ruhlarınızı terbiye etmeniz ve günahlardan arındırmanız için farz kıldık”.
Oruçla normalde izin verilen şeyler birden yasak hale gelir. Daha önce yasak olan şeyler “ekstra yasak” haline gelir. Birden yılın diğer zamanlarında olmadığı kadar dedikodunun farkında olmaya başlarsınız. Daha önce olmadığı kadar şehvetle bakmaya ilişkin şuur sahibi olursunuz, “Aman Allahım ben oruçluyum” dersiniz. Bir diğer deyişle normalde izin verilen şimdi yasaklanmıştır ve bu durum, normalde yasaklanmış olanı çok çok gerçek hale getirir ve böylece ruhu terbiye eder. Size nasıl takva sahibi olacağınızı öğretir. Bu bedenin ve ruhun arınmasıyla ilgilidir. Bedenler gerçektir. Allah’ın büyük bir nimetidir ve bedenimize iyi bakmakla yükümlüyüz. Bedeninize iyi davranın çünkü o bize karşı hep iyi davranıyor.
Bu yüzden Hz.Peygamber (SAV) diyor ki “bedeninizin üzerinizde hakkı vardır”. Gayr-i müslimler oruca son derece zor bir şey olarak bakıyorlar, Müslümanlar için yılın en iyi zamanıdır çünkü Allah’a en yakın olunan zamandır. Ramazan’da kendimize rağmen ibadet durumundayızdır. Oturmak da uyumak da ibadet etmektir çünkü oruçlusunuzdur. Bunu en iyi Ramazan’da hissederiz. Fiziksel olarak iyi hissetmeyebilirsiniz ama ruhsal olarak iyi hissederiz. Her yıl bunu tekrar tekrar yaşayarak kendimize kanıtlarız. Ve Allah’ın adaleti ne güzeldir. İngiltere’de yaşıyorsanız, yılın yarısı kısa zamanlar oruç tutarsınız, yarısında ise uzun zamanlarda tutarsınız ama 33 yıllık zaman diliminde döngü tamamlanır, herkes aynı sürede oruç tutmuş olur.
Hac
Her dinde hac vardır, bir seyahat edilir ve bu metafizik hedefe doğru yapılan fiziksel bir yolculuktur. Bu fiziksel bir seyahattir ama varılacak yer Allah’ın evidir. Allah’ın içinde barındığı bir evi yoktur. Bu yüzden Allah ziyaretin sembolü olacak bir ev koymuştur oraya ve sizler onun misafirlerisinizdir. Rahman’ın misafiri diye adlandırılırsınız. Oraya bir kaya parçası koymuştur ve ona “Allah’ın sağ eli” demiştir ve gidip bir kralın elini öper gibi o taşı öpersiniz, yani kaya müşfik hükümdara bağlılığın sembolüdür, raiyetinde bulunduğunuz müşfik sultana. Mekke’ye gittiğinizde daha önceden duyduğunuz şeyler birden gerçek haline gelir. Kabe gerçektir. Hz.Peygamber (SAV)’in yürüdüğü yerler gerçektir. Sevr dağı gerçektir. Hz.İbrahim’in ve en büyük oğlu Hz.Muhammed’in (SAV) ayak izlerini takip edersiniz ve Hac’cın anlamının bir parçası budur. Sizi büyük insanların ayak izleri ile irtibatlandırır. Bu, teslimiyettir.
Ve sonra Hz.Peygamber (SAV)’i ziyaret etme nimeti… O oradadır, aramızdadır, gidip onu ziyaret edebilirsiniz. Gezegende ondan başka bu kesinlikte ziyaret edebileceğiniz hiçbir peygamber yoktur. Yahudiler Hz.Musa’yı ziyaret edemez. Kimse gidip Hz.İsa’yı ziyaret edemez. Bu müslümanlara verilmiş büyük bir nimettir, Peygamber (SAV) fiziksel olarak Medine’dedir. Hadîse göre selâma karşılık da verir. Bu karşılığı olan gerçek bir ziyarettir ve orada bulunan ve doğru hale bürünen insanlar orada tattıklarının ne olduğunu bilir, bilirler. Birçok hal içinde gidebilirsiniz. Oraya gidip hiçbir şey görmeyen insanlar vardır. Oraya gidip o nuru tâkip edenler vardır. Bazıları nuru takip etmez, ona dalarlar. Medine’ye birçok farklı ziyaret vardır.
Ve sonra altıncı direkten bahsediyor. Bu Şia konusudur. William Chittick İran’da öğrenim görmüştür ve Şia geleneğini iyi bilir. Şia için cihad altıncı direktir. Sünni itikadında bu yoktur fakat İmam Malik ibadet bahsine koymuştur, muamelat bahsine koymamıştır, diğer imamlar muamelat kısmına koymuştur.
Ruh hakikattir ve İmam Malik tanımlamıştır, elimizdeki en iyi tariftir: “ruhun bedenle ilişkisi suyun ağaç ile olan ilişkisi gibidir” der, bir diğer deyişle vücuda canlılık veren şeydir ruh, bu yönüyle bizler vitalistiz. Çinliler de bunu savunur, Chi düşüncesi, vücudda tanımsız, niceliksel olmayan bir güç bulunması fikridir. Batı geleneğinde Descartes’ten gelen zihin-vücud/ ruh ikiliği vardır, bu yüzden Descartes hayvanların öyle görünse de acı çekmediklerini çünkü bilinçlerinin olmadığını ve böylece yaşayan canlıları parçalara da ayırsanız acı çığlıkları duymayacağınızı söyler. Bedenlerimizde olmak zorundayız. Birçok insan bedenlerinde değil. Bedenlerinden ayrılmışlar. Ve bedenden tamamen ayrılmayla ilgili bir psikotik durum vardır , bu konu önemlidir. Bu yüzden bedenlerimizle ibadet ederiz çünkü bu bizi bedenimizde tutar.
Bedenlerimizde kalmanın en önemli yollarından biri namazın dış kurallarını öğrenmek ve aynı ilk defa araba kullanmayı öğreniyor gibi bu kurallara sıkıca yapışmaktır. İlk defa araba kullanmayı öğreniyorsanız bu zordur çünkü kurallar konusunda o kadar bilinçlisinizdir ki, özellikle yanınızda bir öğretmen varsa, ama bir noktadan sonra bu “hep yaptığınız şey” halini alıverir. Bu yüzden kurallar konusunda obsesif olmanız problemlidir, çünkü kurallara o kadar odaklanmışsınızdır ki, ibadetin ruhuna odaklanamazsınız. Ama bu ibadetin gerekli bir safhasıdır. İbadet tabiatınız haline gelinceye kadar kuralları öğrenmek gerekir, bundan sonra ibadetin ruhsal boyutu ortaya çıkmaya başlar. Bunun bir kısmı gün içinde yaptığınız zikir miktarı ile de ilgilidir, ne kadar çok zikrederseniz, ibadetiniz o kadar güzelleşir. Abdest de son derece önemlidir. Sidi Ahmad Zarruk der ki “Abdestteki durumunuz, ibadetteki durumunuzu belirler”. İnsanlar bazen abdesti hızlı ve rituel haline gelmiş bir şekilde alıyorlar ve abdest ibadet özelliğini kaybediyor.
Gördüğüm en güzel şeylerden biri Murat el-Hacc’ın abdest alışıdır, abdestin nasıl bir ibadet olduğunu onu izlerken anladım. Abdest derin bir ibadet eylemidir ve biz bunu unutuyoruz. Abdest ibadetin bir parçasıdır. Abdestin tuvalette alınmamasına önem göstermek gerekir. Sidi Ahmad Zarruk’un söylediği şeylerden biri de, namaza başlamadan Nas suresini vesveseye karşı okumaktır, vesveseden korur.
Vesvese İblis’in varlığının bir delilidir çünkü ne zaman tekbir getirseniz, çok acayip bir şeydir, otomatik olarak harekete geçer. Çok ilginç. Tekbir getirdiğiniz anda vesvese gelir. Tasavvuf ihsan ilmini tarif eden kelimeler üzerinedir. İçsel fıkıhtır. Bundan ibarettir, içsel fıkıhtır. Dış kuralları yanlış yapan fukaha olduğu gibi içsel yanlışları olan tasavvuf insanları bulunabilir. Bu problemin bir parçasıdır. İnsanlar pire için yorgan yakabiliyor çünkü bu bilinçten uzaklaşan tasavvuf insanları var, zahiri ulema olduğu gibi.
Batı’da cinsi sapıklıkların bu kadar çok olmasının bir sebebi insanların bedenlerinden ayrılmış olması. Seks mental bir şey halini alıyor. Onların cinsi münasebetleri tamamen mental. Bu bir hastalık, sapıklık istiyorlar çünkü bedenlerinde doğal olanı yaşayamıyorlar. Çok garip. Bunu insanların bedenleri içinde bulunduğu geleneksel kültürlerde görmüyorsunuz. Ters ilişki yok. Moritanya’da, bunun ne anlama geldiğini dahi bilmezler. Homoseksüelliği dahi anlamıyorlar. Bir fakîh bana Moritanya’da okurken Emirliklere gittiğinde, bu konularla ilgili kafasının karıştığını söylemişti, fıkıh kitaplarında pedofili ve homoseksüellik bulunması ona çok garip geliyordu, fukahanın olabilecek en uç noktalarda teorik olasılıkları değerlendiğirdiğini düşünüyordu. Dünyada böyle şeylerin olabileceğine ihtimal vermiyordu. Lut kavminin küçük bir grup insan olduğunu düşünüyordu. Ve sonra Doğuya gitti ve tam bir şok geçirdi.
Hadiste, dinin direkleri neden imandan önce tanımlanıyor?
İslam’ın ilk rüknü şehadettir ve bu inançtan çıkan bir şeydir. Yani inanç İslam’ı önceler ama İslam’a girdiğinizde inancınız hamdır, tam olgunlaşmamıştır. İnanç eylemle birlikte gelir. Eylemler düzgün yapıldığında inancı olgunlaştırır. Bazı Müslüman ülkeler var, isimlerini söylemek istemiyorum ama buralarda riyakarlık norm halindedir. Zâhiri ibadetleri layıkıyla yapan ama ruhu bu ibadetlerden gıdalanmayan insanlar vardır. Namaz kılan, oruç tutan, zahire ait herşeyi yapan ama riyakarlığın en üst örneklerini gördüğünüz insanlar var, yani bu da garanti değil.
Riya manevi sahadaki gösteriştir. İnsanların görmesi için ibadet etmektir. Riyâ kesinlikle dindar toplumlarda daha ön plandadır. Bizde gösteriş var, birisi iyi jokeyse ve insanlar görüyorsa, büyük bir atlayış yapar, bu riya değildir. Bu sadece gösteriştir. Riyâ Allah için yapman gereken bir şeyi insanlar, mesela “ne kadar cömert bir insan” desin diye yapmandır. Bunun adı riyâdır. Riyânın iki tipi vardır. Sadece insanlar için yapmak en kötüsüdür. Diğer bir deyişle Allah’ı umursamazsın bile. İnsanlar cömert desin diye bağışta bulunursun mesela. Diğer riya ise bir şeyi samimi bir şekilde Allah için yapmak istemen ama bu arzunun ayağına takılması şeklindedir. Bu insanların mücadele etmesi gereken bir şeydir. İmam Malik’e Allah için camiye giden ama yolun üzerinde başkalarının onu görmesini umut eden adamın hali sorulduğunda bunun insanın doğası olduğunu söylemiştir.
Meşhur hikayedir. Bir adam kırk yıl boyunca camiye gider ve her gün ilk safta namaza dururmuş. Bir gün yine gitmiş ve başlangıçta tekbir getirmeyi unutmuş ve insanların bunu görmesini istememiş. Kırk yıldır riya içinde olduğunu farketmiş. Bu hikayenin doğru olup olmadığını bilmiyorum ama anlamı güzel. Bu bize farkında bile olmadığımız birçok ince mertebe olduğunu gösteriyor. Bu, ruhsal gelişimin bir parçası. Bu yüzden “ebrarın hasenatı, mukarrebinin seyyiatıdır” denilmiştir. Bu yüzden her makama estağfirullah denilerek başlanır çünkü daha önce ne kadar çok şeyi yanlış yaptığınızı anlarsınız, ne kadar şeyi doğru bilerek yanlış yaptığınızın farkına varırsınız. Daha yüksek bir farkındalık makamına çıkarsınız, “bunu yanlış bir sebeple yapıyormuşum meğer” dersiniz. Bu bir yolculuktur, bu yüzden adına yol denir. Allah hepimize doğru yolda bulunmayı nasip etsin.
Cihad konusuna biraz girmek istiyorum çünkü İslam denilince en büyük iki önyargıdan biri budur: birincisi cihaddır, ikincisi ise kadınlarla ilgili konulardır. İslam’a yapılan saldırılar genelde bu ikisine odaklanır, bunun ilkiyle ilgili kitap üzerinden biraz konuşmak istiyorum. Kutsal savaş fikrinin yanlış yönlendirici olduğunu ve yanlış tercüme olduğunu söylüyor kitap. Arapça’da kutsal savaşla ilgili bir kelime olsaydı, ki Araplarda yoktur, bunun adu Harb-i Mukaddes olurdu. Araplarda bu anlamda bir kutsal savaş fikri yoktur, Aslında bu bir hristiyan kavramıdır ve haçlılardan tevarüs etmiştir. Arapça’daki kullanılan kelime İngilizceye geçmiş ve bazen pozitif, bazen de negatif anlamda gazetecilerce kullanılıyor.
Cihad’ın kök kelimesi cuhud’dur, enerji harcamak anlamına gelir. “Elinden gelenin tamamını sergilemek”tir, cahada ve câhidû’dan isim fiildir. Kur’an der ki “Onlarla mücadele et, Kur’an ile cihad et” yani müşriklere karşı Kur’an’ı silah olarak kullan, çünkü Kur’an her ne kadar Allah’ın varlığını ispatlamasa da Allah’ın birliği üzerinde sürekli durur. Yani buradaki amaç Kur’an’daki Allah’ın birliğine dair argümanları sunarak birden fazla ilâha inanan insanlara açıklamaktır, Kur’an’da cihadın bir çeşidi budur. Bu büyük cihad olarak belirtilmiştir. Ayet “onlarla dillerinizle savaşın… ” der, dille yani argümanlarınızla. Bu bir münazara, tartışma değildir, daha çok medeni bir müzakeredir. çünkü Hz.Peygamber (SAV), bir görüşme kızıştığında ayağa kalkar, oradan ayrılırdı. Hz.Peygamber (SAV), münakaşaya girmez, fakat medeni müzakere içine girer, oturur, problemi ortaya koyar, delillerini sunar, karşı tarafın delillerini sunmasını bekler ve iknâ etmeye çalışırdı. Bu medeni müzakeredir ve bunun adı “cihad bil lisan”dır. Kur’an der ki, “onlarla en güzel şekilde mücadele et”. Bu mücadele zeka ve mantık kullanarak medeni müzakere yoludur. Savaş bu ortadan kalktığında, insanlar medeni bir şekilde konuşamaz hale gelince ortaya çıkar. Yani savaş medenice konuşmanın çökme noktasıdır. Bu yüzden özünde aptalca bir şeydir. Savaş aptalca bir şeydir ve bu yüzden Kur’an bize öfkeli olmamamızı öğütler, çünkü öfkeli birinin tabiatı istediği şeyi elde edemeyeceği için başka yollara, güce başvurmaktır. İstedikleri şeyler yanlış şeylerdir, onların olmayan şeylerdir. Çatışmanın kaynağı genelde bir insan veya grup üzerinde baskı kuran diğer bir insan veya grupla ilgilidir. Bir tarafta baskı gören ve diğer tarafta baskı yapan vardır. Zulüm gören insanlara Kur’an’da savaşma izni verilmiştir ve bu yüzden fiziksel veya askeri kavganın özüne ve cihada baktığımızda üç Kur’an kavramı görürüz.
Birisi nefisle mücadeledir. İç mücadele vardır, tutkularla mücadele vardır ve tutkular hayvani tabiattır. Bununla mücadele mantığıdır. Bu mücadele akla dayanır. Aklın Arapça’da karşılığı ‘sınırlayan veya kötü duruma düşürecek bir şey yapmana engel olan şey’dir. Akl, yekûlü ‘durmak, engellemek’ demektir, Akıl için kullanılan bir diğer Arapça sözcük nuha’dır, reddeden, önleyen demektir, yenha’dan gelir. Aklın özü insanoğlunu kötülüğe düşmekten engellemektir. Aklını dinlemeyen insanlar için Allah “”onlar hayvan gibidirler” diyor, “hatta daha düşüktürler” diye devam ediyor. Bunun sebebi şudur ki hayvanlar kendilerine zarar verecek şeyler yapmazlar. Bir hayvan bir şeyde kendisine zarar olduğunu görürse, ondan uzak durur. Bir hayvan yangın görse, o yangından kaçar. Bir hayvan onu tehdit eden bir şey görürse, kaçacak bir yer bulamazsa kendini savunur, veya onu savuşturabilecek gücü varsa kendini savunabilir. Mesela kaplana daha zayıf bir hayvan saldırsa, Kaplan onunla dövüşür çünkü onu yeneceğini bilir.
İnsanoğlunun kendi içindeki hayvani duyguları dinlemesi ona teslim olmaktır, bu daha düşük bir şeye teslim olmak demektir. Bu yüzden insan vücuduna baktığımızda yüksek organlar, kalp ve akıl üst bedendedir ve düşük organlar, mide ve cinsi uzuvlar alt bedendedir. İnsanoğlunun böyle olması istenir çünkü. O hükmeden güç olmalıdır, insanoğlunda bu kalp ve akıl olmalıdır; boyun eğen güç ise hayvani tabiat olmalıdır. İnsanoğlu hayvani tabiatına teslim olur, şehveti ve arzusu aklına galip gelirse ona zararlı işler yaptırır. Böylece hayvandan aşağı bir konuma iner çünkü hayvanlar sadece ihtiyaçları kadarını alırlar. Kaplanlar canilik yapmaz, ihtiyacını alır, gerisini bırakır. Bir günlük ihtiyacı kadarını alır, yoksa bir defada on zebrayı öldürmez. Ne kadar ihtiyacı varsa o kadarını öldürür ve insanın farkı budur, insanın önceliği ihtiyaç değildir. Yırtıcı bir hayvan diğer bir hayvana saldırdığında, istek veya arzu ile değil, ihtiyaç doğrultusunda saldırır. Bu çok farklıdır. Sebepsiz saldıran çok az canlı vardır. Köpek balıkları şartsız saldırır, yılanlar da öyle. Bazı yılanlar öyledir, babunlar da sebepsiz saldırır ama bu durum hayvanlar aleminde nadir görülen bir durumdur.
Tüm canlıların duyguları ve aklı vardır, insanoğlunun da kendini koruma mekanizması vardır. Kendini korumak insan doğasının bir parçasıdır. Düştüğünüzde reaksiyonunuz kolunuzu uzatmaktır, yüzünüz üzerine düşmezsiniz. Askerlikte size ilk öğretilen şeylerden biri düzgün düşmektir çünkü siz elinizi uzatmak istersiniz fakat bu bileğinizi kırmanız anlamına gelir. Bu yüzden size zarar vermeyecek ve kendinizi koruyacak şekilde düşmeyi öğretirler. Birisi size saldırdığında önce yüzünüzü kapatırsınız. Birisi size yumruk savurduğunda orada öylece duruyor, hiçbir şey yapmıyorsanız sinir sisteminizde bir bozukluk var demektir. Kendini savunmak insanîdir, içimize yerleştirilmiş bir şeydir ve bu yüzden dünya üzerindeki tüm medeni hukuk sistemleri kendini savunmayı bir hak olarak tanır. İlk cihad nefisle yapılan cihaddır ve insanoğlunu insan yapan budur. Bahani der ki insanoğlu- Kur’an’da insanoğlu için iki kelime var, biri beşerdir ve diğeri insandır. Beşer, bizi diğer hayvanlardan ayıran kalitedir, mesela kuşlar tüylerinden tanınabilir. Kuşların tüyleri olur. Memelilerin kürkleri olur. İnsanoğlunun cildi olur. Bu yüzden bize beşer denilmiştir. Beşer beşere’den gelir anlamı cilttir. Beşer dediğinizde insan olduğunu anlarsınız. Bu yüzden Peygamberlerden bahsettiklerinde “onlar da bizim gibi beşer” diyorlardı, insan demiyorlardı.
Hepimiz beşeriyeti paylaşıyoruz ama hepimiz insaniyeti paylaşmıyoruz. Allah’ın bize insan diye seslenmesi onun ihsanıdır. Râgıb diyor ki bir köpek iki ayak üzerine dikilse ve konuşmaya başlasa bu insanoğlunun birçoğunun bulunduğu durumdur. Yani onlar insanlığı şekilde, surette paylaşırlar ama gerçekte insan değillerdir. Kur’an’ın bir ayeti der ki “biz Ademoğullarını mükerrem kıldık” ve bu mükerremliktir ki hayvanlar gibi değiliz, dört ayak üzerinde değiliz, tabağa eğilmek zorunda değiliz, ağzımıza kadar kaldırabiliyoruz. Köpek gibi tabaktan dilimizle su içmek zorunda değiliz, kendimizi besleyebiliyoruz. İnsanoğluna verilen bu nimetler karşılığında erdemli ve soylu bir hayatı gerektiriyor, bu zor bir şey. Zaman alıyor. Insanoğlu bununla doğmuyor. Merhamet beslenmesi gereken bir şeydir, bazı insanlarda bu tabiatındandır. İmam Gazali bundan bahsediyor, bazı insanlarda bu erdemler doğuştandır. Bazılarında ise böyle değildir. Çocuklarda görürsünüz, bazıları eşyalarını paylaşır, bazıları ise kesinlikle paylaşmaz, paylaşmaya zorlarsanız kavga çıkartır. Öğrenmek zorundalar. Bazı çocuklar diğerlerine vurur. Bazıları bunu yapamaz ve bundan çekinir. Erkekler daha agresiftir, ve bunun da bir sebebi vardır. Kadınların biyolojik bazı özellikleri vardır ve bu çocuk doğurmaları ile ilgilidir. Yani doğalarında gizli erdemler vardır, hormonlar onları böyle olmaya zorlar. Kadınların rahimleri vardır ve rahim merhametin özüdür. Rahim Arapça’da, Rahmet ile aynı köktendir. Çünkü merhametin özü rahimde tecelli eder. Bu yüzden Allah rahimi kendi Rahîm ismiyle yaratmıştır. Yani rahim Allah’ın fiiline izafedir. Bu yüzden kadınlar erkeklerin sahip olmadığı bu özelliklere sahipler. Bu yüzden topluluklarda insanlaşma faktörü kadınlardır. Anne insanlaştırma faktörüdür ve annelik ortadan kalktığında bu toplum için bir felaket olur.
Bu yüzden, yüksek erdemlere sahip olup beşerlikten insanlığa yükselmek bir mücadele sürecidir ve bu zorlu bir süreçtir.
Her şeyin temelinde dört erdem bulunur: Cesaret, ölçülülük, hikmet ve adalet. Bunlar insanoğlunun hayatına yön vermesi gereken temel erdemlerdir. Herbir erdemin kökeninde bu dördünden biri bulunur. Cesaret en büyük ve en önemli erdemdir, çünkü diğerleri buna dayanır. Cömertlik bu ana erdemin çocuğudur çünkü cömertlik birinin verme cesaretidir. Sabır da bir çeşit cömertliktir çünkü bir belaya uğranıldığında endişenin az olmasıdır ve bu da bir nevi cesarettir. Yani sabırlı olmanın kökü cesarettedir, bu yüzden İngilizce’de cesaretin (courage) kök kelimesi core’dur ki bu kalp demektir. Cesaretin menbaı kalptir, çok cesaretli biri kalp sahibidir, bu yüzden Araplar Batı Afrika’da “onun yüreği yok” derler, bunun anlamı o kişinin cesaretinin olmamasıdır. Kalp cesaretin kaynağıdır. Bir diğer erdem ölçülülüktür ki bu dengedir. Ölçülülük dengeyle ilgilidir. Ilık dengedir. Isıyı ayarlarsın, ölçülülük kendini farklı durumlara karşı ayarlama yeteneğidir. Yani daima denge kurar. Homeostatik moral homeostatis gibidir. Vücudunuzun 37 dereceye kendini ayarlaması gibi, ruhunuz her şeyde ölçü oluşturur. Ölçülülüğün özü budur ve bundan iffet gelir.
Bundan hoşnutluk doğar ve hoşnutluktan güvenilirlik husûle gelir. İffet sadece cinsi ahlak demek değildir, herşeyle ilgilidir, her şeyde orta yolu bulmakla ilgilidir. Ilımlılık iffete ve iffetli tabiata, saf, erdemli tabiata yol açar. Hikmetten anlayış ortaya çıkar. Aklın ve zihnin erdemleri. Ve son olarak adalet. Adaletin özünde dürüstlük arzusu yatar. Adaletin özü insaftır, dürüstlüktür ve bu çok zordur. Bu dünyada çok az insan dürüsttür. Bu dünyada gerçek adaletin ortaya çıkması çok güçtür, çünkü insanoğlunun adil, gerçek anlamda adil olması çok zordur.
Adaletin güzelliği merhameti doğurur. Bunun sebebi acı çeken, haketmediği bir durumda olan bir kişi gördüğümüzde ortaya bu duygunun çıkmasıdır. Başka bir deyişle ben o durumda değilim, o kişinin de o durumda olmasını istemiyorum demek adalettir. Bu yüzden merhamet adaletten doğar. Genellikle merhamet ve adaletin birbirini dışlayan şeyler olduğu algısı hakimdir. Ya adilsindir veya merhametli, ama gerçek merhamet aslında gerçek adalet hissiyle mümkün olmaktadır. Bu yüzden Allah yarattıklarına merhamet ettiğinde, bu onun adaletinden gelir. Bu yüzden Kur’an der ki: “merhametim adaletimi geçmiştir”. Bir diğer deyişle, eğer yarıştırılırsa merhamet her zaman adaletten once gelir, çünkü merhamet hoşgörüden doğmaktadır.
Hoşgörü, size baskı uygulayan biri olmasına rağmen, intikam istememektir. Bu erdemden, affetme veya özür dileme erdemleri doğar, bu yüzden en büyük erdemdir. Affetmek inanılmaz bir duygudur. Stanford’da yapılan çok ilginç bir çalışma vardı, sanırım İrlanda’daki insanlarla çalıştılar. Protestanların eliyle çocukları öldürülmüş İrlanda Katolikleriydi, veya tam tersiydi. Bu çalışmadaki kadınların çoğu depresyondaydı ve çoğu inanılmaz öfkeliydi, intikam hisleriyle doluydular. Onlarla çalışarak bunun üstünden gelmesini sağlamaya çalıştılar ve ulaştıkları nokta mazlum yakınlarının zalimleri affetmesiydi. Bunu yaptıklarında çok iyi hissettiler. Bu depresif hallerden çıkabildiler. Bir bir çeşit kabullenmedir ve affetmenin güzel yönü budur. Bu döngüye devam etmek istiyor muyum veya bu döngüyü kıran olmak mı istiyorum? mücadelesidir. Bu yüzden Hz.Peygamber (SAV) gerçek mücahid ruhunu ona zarar veren şeylerden koruyan kişidir demiştir. Sebebi budur. Bu antik Çin bilgeliğinde de böyledir. Çin’li bir bilge “gerçek voya kendini fethedendir” demiştir.
Bu antik gelenektir. İkinci çeşit mücahede ise şeytanla mücahededir. Şeytan bu alemde mevcut olan bir güçtür. Ruha fısıldayan ve insanın dışında da bulunan bir güçtür. İki formdadır: insi şeytan ve cinni şeytan. Cinni şeytanlar başka bir alemde çalışan güçlerdir. Bizler buradayız ve birbirimizi görüyoruz. Bizimle yaşayan ve hayatımıza etki eden ve hayatlarına etki ettiğimiz, onları göremediğimiz ama onların bizi gördüğü başka yaratıklar da vardır. Her kültürde, her medeniyette onlara atıf vardır. Hiçbir kültür yok ki, Japon olsun, Hindu olsun, Rus, İrlandalı hiçbir kültür yoktur ki bu aleme atıfta bulunmuş olmasın. Almanlarda, poltergeist, yaramaz ruhlar diye tanımlanan şeyler vardır. Japon kültürü bununla doludur. Onlar gerçektir ve etkileri vardır. Onlarla mücadele temizlikle, ihtiyatla, sidik ve dışkıdan uzak durmakla, abdest, yıkanma, bu gibi şeylerledir. Bu yüzden birçok gelenek bunlara önem vermiştir. Bazı yerli Amerikalı kabileler ülkenin güneybatısında adaçayı yakarak bunları uzaklaştırmaya çalışırlardı. Tütsü bu amaçla kullanılan şeylerden biridir çünkü güzel kokulardan hoşlanmazlar. Bu yüzden tütsü neredeyse evrensel bir gelenektir. Tütsüyü hristiyan geleneklerinde, Şinto, Budist, İslami gelenekte bulabilirsiniz. Hz.Peygamber (SAV) “mescidleri tütsüleyin” buyurmuştur. Güzel kokular sürmek de iyi bir şeydir. İçten gelen dürtüler herkeste vardır, buna obsesif kompülsif düşünceler diyebilirsiniz, insanlar adına ne diyorsa. Psikiyatristler, işin içinden çıkamayınca, insanlar işitsel halüsinasyonlar görmeye başladı diye isim veriyorlar. İşitsel halüsinasyon diyorlar. Müslümanlar bunların gerçek olduğuna inanır. Onların gerçekliğini inkar edemezsiniz çünkü onları yaşayan ve duyan insanlar var. Hepsi kafanda diyorlar, hepsi kafamda olabilir ama oradalar işte. Bu insanlar çevremizde, onları görebilirsiniz. Kendi kendilerine konuşup bağıran insanlar görürsünüz. Sürekli bir savaş hali içindedirler , onlara mecnun denir.
Üçüncü çeşid cihad, doğru olanı savunmaktır. Bu kılıçla cihaddır. Kur’an’da bununla ilgili birçok ayet vardır. Savaşma izni bir kerede gelmedi, 13 yılın sonunda geldi. Müslümanların Mekke’de savaşma izni yoktu. Onlara izin verilmemişti. Bu yüzden sessizce acı çektiler. Savaşmadılar, onlara yapılan zulümlere karşı çıkmadılar. Bu Araplar için çok zor bir şeydi, Ebu Bekr gibi insanlar mürüvvet, şecaat, şehamet gibi Arap gücü, cesareti içinde yetişmiş insanlar için bu bekleyiş çok güçtü. Onların gözü önünde insanların zulüm görmesi ve hiçbir şey yapamamaları çok zorlarına gidiyordu. Bu kendi içinde bir sınamaydı, savaşamamak büyük bir testti onlar için. 13 yıl sonra ayet geldi ve sahabe Medine’ye hicret etti. Ve bir farklı durum ortaya çıktı, artık bir otorite devleti vardı, burada devlet kelimesini farklı kullanıyorum. Modern bir kavram olan devlet anlamında kullanmak istemiyorum çünkü Medine böyle bir yer değildi. Ama merkezi bir güç vardı ve bu yönüyle bir şehir devletiydi. Bu noktada savaşmaya izin çıktı. Bu savaşa izin veren ilk ayetti. Mazlumlara, savaşmak için can atanlara verilen bir imtiyazdı. Bu ayet on üç yıl boyunca gelmedi, bu izin tam on üç yıl sonra, şartlar değiştiğinde geldi. Meşru devlet otoritesi olmadan savaşmak izni yoktur. Bu hiç olmamıştır. Müslümanlar hiç böyle bir şey görmemiştir. Savaşmak için izin devlet otoritesi oluştuğu zaman ortaya çıkar. Bu, kişi kendini öldürülmeye karşı savunamaz demek değildir ama sahabeye ve içinde bulundukları duruma baktığınızda şunu görüyorsunuz: bazıları işkence görüyordu, bazıları öldürülmüştü. Sümeyye (R.Anha) mızrakla öldürülmüştü, islam’da ilk şehidedir. Gelen ilk ayet buydu ve Allah diyordu ki “evlerinden haksız yere çıkarılanlar ve tek suçları “Rabbim Allah” demiş olanlar”. Bu gerçekten önemli çünkü savaşmaya izin verilmesinin iki şartı bunlardır:
- Dininize düşmanlık besleyen insanlar
- Topraklarınızı çalan insanlar
Bu yüzden Kur’an’da “Allah sizleri dinlerinizde düşmanlık etmeyen veya evlerinizden çıkarmayanlara iyilik, doğruluk göstermekten, zenginliğinizi paylaşmaktan men etmez, Allah doğru, adil olanları sever” buyurmuştur. Allah müslümanları gayr-i müslimlere iyi davranmaktan men etmez, ama onlar Rabbinize ibadetinizi engellemek, toprağınızı çalmak ve sizleri evlerinizden çıkarmak için sizinle savaşıyorlarsa onlarla savaşma hakkınız vardır. Bu Kur’an’da Allah’ın verdiği bir imtiyazdır. İkinci dönem müşriklerle savaştır “sizinle savaşanlarla Allah için savaşın, ama zalim olmayın, Allah zalimleri sevmez”. Ulema diyor ki, Allah zalimleri sevmez gerçeği değiştirilemez. Bir diğer deyişle Allah muhabbeti, Allah sevgisi gelip geçici bir sevgi değildir. Allah saldırganları sevmiyorsa O hiçbir yerde, hiçbir zamanda sevmiyordur, saldırganlık daima yanlıştır. Bu yüzden Allah “Sizinle savaşanlarla savaşın ve saldırgan olmayın” diyor.
Bir sonraki aşamada Allah diyor ki “sizinle topyekün savaşan müşriklerle siz de topyekün savaşın”. Bunun sebebi Hz.Peygamber ile yaptıkları anlaşmayı bozmalarıdır, bu savaşın doğasıyla ilgili hatırlanması gereken önemli bir şeydir, savaş genellikle iki devlet arasında gerçekleşir. Bu savaşın doğasıdır. Sivil savaş denilen şey’e İslam fitne ismini verir. Müslümanlar ve müşrikler arasındaki bir yönüyle fitneydi, bunun sebebi savaşanların tek bir kabile olmalarıydı. Aynı soya mensuptular. Kureyş Mekke’deki insanların atasıydı. Ve kutsal aylarda savaşmama adetleri vardı. Ayette “sana haram aylardan sorarlar” diyor çünkü Araplarda savaşılmayan dört ay vardı. Allah buyurdu ki “Kutsal aylarda savaşmak büyük günahtır ancak insanları Allah yolundan çevirmek, O’nu inkar etmek ve Mescid-i Harâm’a girmekten onları menetmek ve halkını oradan sürmek, bütün bunlar Allah katında daha da kötüdür, çünkü zulüm ve baskı öldürmekten daha korkunçtur”
Bazen çatışma içine girmek bazı durumların ortaya çıkmasına izin vermekten daha iyidir. Bu yüzden Allah Kur’an-ı Kerim’de “Onlar, haksız yere, sırf, “Rabbimiz Allah’tır” demelerinden dolayı yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah’ın, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah’ın adı çokça anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi.”buyuruyor ve bir başka ayette şöyle diyor: “yeryüzünde çürüme olurdu” . Kur’an insan doğasının saldırgan olduğunu söyler. ABD’nin kurucu başkanları, federasyon maddelerini onayladıkları ilk büyük tartışmada, Hamilton şöyle diyordu: “Biz konfederasyon istemedik çünkü bir grup konfedere eyelet olursa, her biri bağımsız devlet olur, kendinize savaş için uygun ortam hazırlamış olursunuz, bu yüzden merkezi bir hükümet olmalıdır ve monarşinin anlamı budur, otoritenin tek kaynak olması. Yunanca anlamı budur. Savaşlar, insanlar aynı otorite kaynağını tanımadıkları zaman olur. Savaşın kaynağı budur ve bu yüzden uluslararası yasa sadece uluslararası topluluk kanunları tanıdığı zaman geçerlidir. Fakat uluslararası toplum denilen şey de bir sahteliktir. Filistin bir sorun elbette ama insanlar farkında değil, Çeçenistan’da neler oluyor. Şimdi Çeçenleri kıyıma uğratıyorlar. Gazetelerde yok. Neden? Çünkü Ruslar Amerikalılarla terörizm üzerine anlaşma yaptılar. Çeçenlere ne isterseniz yapmanıza müsaade ediyoruz. Gidin kökünü kazıyın diyorlar, olan bu. David Elliot, Newsweek’te makalesinin sonunda “Çeçenya’ya yazık” diyor. Makalesini böyle bitiriyor. Makalenin tamamı yaşadığımız dünyadaki gerçek politika ile ilgili. Tüm ahlaki altyapı kitlelere sözde bağlılık üzerine kurulu. Fakat dünya kamuoyu sadece canının istediğiyle yönleniyor. Daha yüksek konulara zihinlerinde yer yok çünkü bu sorumluluk, hesap verebilirlik demek. Kime karşı sorumlusun? Devletlerinin doğru ve yanlışlarıyla artık ilgilenmeyen vatandaşlara karşı mı? Bu ülkede 200 yıl önce insanlar vardı, King George’a karşı çıktılar, dünyadaki zulüm o kadar yakın değil mi?. ABD’de, Britanyalılar iş başındayken o kadar kötü değildi, bu yüzden birçok Amerikalı Britanyalılarla savaşmak istemedi. Problemleri yoktu, durumlarından memnundular.
… Bu konuda okumak için…
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.
1 Trackback(s)