Anayasa Tarihimiz : Siyaset ayak takımının işi değildir!
By Mehmet Alaca on May 30, 2012 in Adalet, Demokrasi, Yeni Anayasa
Türkiye, 1877’de payitahtında meclis toplayan, 1946’dan sonra bir derece çok partili yaşamı benimseyen, 1950’de iktidarı seçimle başka bir partiye bırakan siyasi geleneğin mirasçısı olmasına rağmen; 1877’den beri bir türlü toplumun üstünde mutabık olduğu bir anayasa yapamadı. Peki böyle bir mirasçı neden hala anayasa tartışması yapıyor?
1876 yılında başlayan anayasa geleneğimize bakıldığında adeta bir anayasa enflasyonu ile karşılaşıyoruz. 1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 anayasalarının hiçbiri kalıcı olmazken toplumu memnun da etmedi, nitekim hiçbiri sivil toplumun ortak iradesine matuf olamadı.
Son dönemlerdeki anayasa talepleri de bugüne özgü değil. Sivil olmayı bile resmi davranmakla öğrenen toplumumuzun anayasa talepleri 1876’dan beri hep başka bahara ertelendi. 1876’daki “konstitüsyon isteriz” sözleri bugün sivil bir anayasa şekline evirilmiş olsa da değişen bir şey olmadı. Nitekim Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan periyotta sorun çözeceğine inandığımız anayasa hep sorun kaynağı haline geldi.
Siyaset ayak takımının işi değildir!
Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine tepeden inmeci şekilde tesis edilen modernleşme toplumda birçok sorunu beraberinde getirdi. Bu üstünlük duygusu Tanzimat’ın kurduğu bürokratik diktatörlükten İttihatçı zihniyet aracılığıyla günümüze kadar taşındı. Devlet toplumun yaşam sahasının bütününe müdahaleci bir anlayışla sirayet etti, zira yaşadığımız anayasa krizleri bu anlayışın devam etmesinden kaynaklanmaktadır.
“Kitap yazılacaksa devlet yazar” anlayışının temelini teşkil eden düşünsel yapının tarihimizde örneği çok ve bunlar birbirinin “neo” hali. Kanun-i Esasi fikrine karşı çıkan Tanzimatçılar: “Yukarıdan aşağıya reform yapılmalı. Bize konstitüsyon (anayasa) değil enstitüsyon (kurum) lazım.” diyordu. Zira temsil, çok dinli ve çok uluslu bir imparatorluğun parçalanmasına yol açabilir sakıncasıyla toplumu yukarıdan aşağıya dönüştürme kaygısına kapılarak kurumlar yoluyla toplumun modernleşeceğini düşündüler. Gariptir, Babıali bürokrasisi iktidarını kaybetmeye başlayınca özellikle 1871 sonrasında, Sultan Abdülaziz’e karşı meşruiyet kazanmak için Kanun-i Esasi fikrini ortaya atarak destek aradı ve milleti arkasına almak istedi. Fakat eski anlayış hiç değişmeyecekti. “Siyaset ayak takımının işi değildir bizim yapmamız gereken iştir.” diyen Kamil Paşaların veciz söylevleri ve hükümetin mebuslara neredeyse ayak işlerine bakan insan muamelesi yapması yukarıdan inmeci tarzına delalet. Başbakan Erdoğan’ın “seçilmişleri atanmışlara kul etmeyiz” sözlerinin arka planını bu mecradan da okumak mümkün.
Parlamento ve anayasa, iktidarın denetlenmesi demekti ve 1877-78 parlamentosu böyle bir parlamentoydu. “Ülke hazır değil” diyerek iktidarın denetlenmesine karşı çıkan Ali ve Fuat Paşalar ve Sultan Abdülhamit aslında kendi siyasi güçlerine atıfta bulunuyorlardı. Fakat buna karşılık Mithat Paşa şu soruyu soruyordu: “Daha düne kadar beğenmediğimiz, bahçıvan diye küçümsediğimiz Bulgarlar, Rumlar, isyan eden diğer Balkan halkları parlamenter rejimi beceriyor da Müslüman Osmanlı halkı niye beceremesin?” 1860’ların ikinci yarısında başlayan bu tartışma 1960’lara kadar devam etti. 1960’larda “benim oyumla çobanın/köylünün oyu bir olmamalıdır” ifadelerinin ilk olarak Mülkiyeliler(!) tarafından kullanılması Kamil Paşa zihniyetinin değişmediğinin acı bir göstergesi.
Anayasa ve meclise karşılık olarak II. Abdülhamit’e iktidar vaat eden Mithat Paşa ve arkadaşlarının siyasi pazarlığı yapısal olarak hep tekrarladı ve tarihimiz iki klik arasındaki çatışmayla tekerrür etti. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşını fırsat bilen Abdülhamit, anayasa ve meclisin sonunu hazırlarken, 1908’e kadar anayasal rejim askıya alındı. Fakat mutlaki anlayış sadece yüz değiştirip tekrar geldi ve 23 Ocak 1913 tarihinde gerçekleştirdiği kanlı Bab-ı Âli baskını sonucu İttihat ve Terakki’nin otoriter yönetimi başladı. Bu darbe ilk değildi ve son da olmayacaktı ve makus talihimizin işaret fişeği olacaktı.
Cumhuriyet dönemi de demokrasi ve anayasa adına pek parlak geçmedi ve 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimlere katılan Demokrat Parti, Türkiye’de 27 yıllık tek parti devrini sona erdirdi. Gerçi değişimci ve demokrat olduğunu iddia eden Demokrat Parti iktidarı süresince 1924 Anayasası’ndaki kuvvetler birliğinin değiştirilmemesi de çok ilginçtir. Fakat çok sürmeden 1960’da İttihatçı anlayış darbeci/cuntacı bir yüzle gün yüzüne çıktı ve neo-darbe tarihimize startı verdi. 1960’dan sonra ardı ardına gelen darbeler, üzerimizden atamadığımız tarihsel kodlarımız ve vesayetçi siyasi anlayış toplumun anayasal haklarına ve taleplerine göz yumdu.
Vesayetçi hegemonyanın sonu
Bugüne kadar anayasalarımız hep olağanüstü dönemlerde silahların gölgesinde yapıldı. Anayasalar yapılırken Makyavelistçe salt iktidar mücadelesine odaklı düşünüldü ve onlar için iktidara giden her yol mubahtı. Anayasa, bireylerin çıkarlarına odaklı yapıldı, bireyler/kurumlar mevzilerini kaybetmemek için sürekli pozisyon değiştirdiler ve her hareket anayasayı daha kullanılamaz hale getirdi. Bu durum da anayasalardaki politik motivasyonu arttırdı. İktidarlar taleplerini anayasal direktife dönüştürerek, ihtiyacı dahilinde hukuku idareye bağımlı hale getirerek polis devlet yüzünü gösterdi. Kısacası süreçler politik açıdan taşınamayacak hale geldiğinde anayasa talepleri dile getirildi.
Geçmişin politik referanslarının kaybolduğu ve yüzyıllık İttihatçı hegemonyanın sona ermeye başladığı son dönemlerde bir tarih sorgulanırken, yeni bir tarih yazımı için tüm fırsatlar kollanmakta. Nitekim 2011 sivil toplum için tam bir anayasa yılı oldu, toplum taleplerini cesurca dile getirdi, hatta her platform kendi anayasa taslağını hazırladı. Siyasi aktörlerden ziyade toplumun yeni anayasa konusuna odaklanmış olması mevcut anayasal düzenin topluma yaşattığı mağduriyet bir “kurtuluş” haykırışına dönüşecek. Fakat dikkat edilmesi gereken husus, toplumun bu süreçte aktif rol oynaması hatta kurucu olmasını sağlamak. Bunun başarılamaması halinde toplum yine anayasa yapamayacak ve bu durum travmaya neden olacak ve toplumsal barışı sağlama imkanı azalacak. Tarihinde hiç olmadığı kadar kendi iradesiyle kaderini tayin etme imkanının doğduğu bu fırsatın heba edilmemesi ve yapılacak anayasanın toplumun ortak aklı ve vicdanının temsil edilmesi gerekiyor. Toplum “biz” ile başlayan bir sözleşme yaptığı an darbeci akıl tarihin çöplüğüne gömülecek.
… Bu konuda e-Kitap okumak için…
Alaturka Laiklik: “Beni bir bir sen anladın, sen de yanlış anladın!”
Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevîlere zorla Sünnî İslâm öğretilirken Sünnîlerin başörtüsü devlet dairelerinde yasak. Türk Ordusu’nun istihbaratı camileri ve namaz kılanları fişliyor. Hristiyan Ermenilerin ne kiliseleri, ne yetimhaneleri ne de cemaat lideri seçimleri özgürce yapılamıyor. Rumların ruhban okulları özgür değil. Yahudiler diğer gayrı Müslimler gibi askerde ayrımcılığa uğruyor. Ateistlerin kitapları, internet siteleri yasaklanabiliyor, kapatılabiliyor. Gayrı Müslimlerin alın teriyle biriktirdikleri vakıf malları 1970′lerde gasp edildi, hâlâ geri verilmiyor. Sahi Laiklik neye yarıyor? Bu kitap son yıllarda Türkiye’nin gündemine gelen, birbirinden ayrı gibi duran ama çekirdeğinde Yobaz Laiklik Meselesini barındıran konuları ele alıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Evet… Tarih şaşırmaktır. Atatürk’e şaşırmak, Kürtlere şaşırmak, Lozan’a şaşırmaktır. Geçmişe hayret edip bugüne eleştirel bakabilmek, yarını hazırlamaktır Tarih. Geçmişe değil geleceğe dönüktür amacı. Özetle siyasî bir propaganda aygıtı değildir. Gaz vermek, “Asker millet” üretmek, atalarımızla gurur duymak için tarih araştırılmaz. Eğer resmî tarihin beyin yıkamasından bıktıysanız bu kitap ilginizi çekecektir… Buradan indirebilirsiniz.
Kendi ülkesini işgal eden ordu
Hiç bir yeri işgal edemeyen ordular kendi ülkelerini işgal ederler. Çünkü bir ordunun ayakta durması için insan emeği ve maddî destek gereklidir. Beceriksiz ordular disiplinsiz olduklarından YABANCI DÜŞMAN ile savaşamazlar. Kolayca yenebilecekleri İÇ DÜŞMANLAR uydururlar ve bu bahane ile kendi ülkelerini işgal ederler. Başbakan asarlar. Milletvekillerini hapse atarlar. Korumakla yükümlü oldukları halkı işkenceler altında inletirler. İşgalciler kimseye hesap vermezler. Halkın isyan etmesine engel olmak için “etrafımız düşmanla çevrili” diyerek KORKU PROPAGANDASI yaparlar. Eleştirilerden uzak kalmak için farklı inançlardan ve kültürlerden olan insanların birbirine düşman olması da bu eşkiyaların işine gelir. Bu sebeple terörü destekleyebilir hatta teröristlere silah ve para yardımında bulunabilirler. Okuyacağınız kitap kendi ülkesini işgal etmiş bir ordunun kısa tarihidir. Buradan indirebilirsiniz.
“Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi. Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ? “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak” Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış: “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış
Zorunlu Askerlik Gerekli mi? (Tartışma)
Zorunlu Askerlik bir çok insanımız için bir görev ama aynı zamanda bir çile. Ülkemizi savunmanın daha akıllıca bir yolu yok mu? Bu konuyu yaklaşık bir yıl boyunca tartıştık. Üç makale işaret fişeği görevi yaptı. Yüzlerce okurumuz değişik önerilerde bulundu. Kimileri “aman dokunmayın, böyle çok iyi” derken askerliğini yapmış olan arkadaşlar tecrübelerini paylaştı. Evet, belki de ilk defa bu konu gerçekten muhatabı olanlara yani Türkiye’nin vatandaşlarına soruluyor. Zorunlu askerlik gerekli mi? Bir yıllık kolektif çalışmanın ürünü olan bu 276 sayfalık kitap konuyla ilgili herkes için birinci elden bir bilgi kaynağı. Buradan indirebilirsiniz.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.
1 Yorum
Yazan:Ali Karan Tarih: Haz 8, 2012 | Reply
Güzel bir analiz olmuş ve gerçekten ülkedeki siyasa yapış usülünü anlatmak bakımından da anlamlı olmuş. özellikle şu iki cümle ülkemizdeki anlayışı ve hala süregelen ve hala süregeleceğe benzyen anlayışı özetlemiş: 1860′ların ikinci yarısında başlayan bu tartışma 1960′lara kadar devam etti. 1960′larda “benim oyumla çobanın/köylünün oyu bir olmamalıdır” ifadelerinin ilk olarak Mülkiyeliler(!) tarafından kullanılması Kamil Paşa zihniyetinin değişmediğinin acı bir göstergesi.
devamını bekleriz, böyle analizlerde derin düşüncemize yakışır…
Ama tayyip erdoğana yaptığınız göndermede size katımıyorum, bence o cümle tamamen rövanşist bir güdü ile söylenmiş, zira tayyip erdoğanın da bence kamil paşadan farkı yok, ülke yüz yıldır bu ittihatçı bu oppurtunist anlayıştan sıyrılamadı…
yüreğinize sağlık,
selamlar