Lütfi Bergen ile söyleşi
By Alper Gürkan on Haz 26, 2012 in islamcilik, Modernleşme, Röportaj, Toplum
2011’de İsyandan Dirliğe: Anadolu’da Yerli Olmak kitabını düşünce dünyasına sunan Lütfi Bergen’in ikisi yeni basım olmak üzere üç kitabı birden yayımlandı: İlk baskısı 1996’da Pınar Yayınları’nca yapılan Azgelişmişlik Üstünlüktür, yine aynı yayınevinden 1999’da Haluk Burhan müstear adıyla yayımlanmış olan Ahlak Ayaklanması ile okuyucu karşısına ilk kez çıkan Edebi Metinde Din-İktisat, Ayışığı Yayınları’ndan çıktı.
Bergen’in yeni kitabı Edebi Metinde Din-İktisat, yazarın Hece Öykü, Hece dergileri ve edebistan.com‘da çıkan edebiyat yazılarından oluşuyor. Öykü değerlendirilmelerinde çok sık başvurulmayan bir metodla, yazarının içinde bulunduğu dini ve ekonomik ortam üzerinden ele alınan metinler; Mustafa Kutlu, Adalet Ağaoğlu gibi isimlerin öyküleri olmakla birlikte daha ziyade erken cumhuriyet döneminde kaleme alınmış eserler. Bu kapsamda Bergen, ağırlıklı olarak aile, meslek, dindarlık, geçim, ev, dirlik arayışı üzerinde durmuş.
Kitapta ele alınan bazı öyküler şunlar:
Abdülhak Şinasi Hisar: Ali Nizamî Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği
Adalet Ağaoğlu: Rabia’nın Dönüşü
Kemal Tahir: Arabacı
Memduh Şevket Esendal: Bir Kadının Mektubu, Arabacı Ali, Dövüş, İhtiyar Çilingir
Mustafa Kutlu: Sır, Mürid
Nazlı Eray: Gülen Gözler Pastanesi, Dün Gece ve Bu Sabah, Erkek İade Reyonu, Sen Kimsin
Ömer Seyfettin: Beyaz Lale, Primo Türk Çocuğu, Başını Vermeyen Şehit, Diyet, İlk Namaz, Pembe İncili Kaftan, Mehdi
Refik Halit Karay: Şeftali Bahçeleri, Yılda Bir, Cer Hocası, Yatık Emine, Ayşe’nin Yazgısı, Yatır, Boz Eşek, Koca Öküz
Reşat Nuri Güntekin: Miskinler Tekkesi
Sabahattin Ali: Kanal, Kağnı, Kamyon, Köpek, Kuyucaklı Yusuf
Sait Faik: Hişt Hişt, Lüzumsuz Adam, Dülger Balığının Ölümü, Karidesçinin Evi, Ay Işığı, Büyük Hülyalar Kuralım, Yorgiya’nın Mahallesi, Çarşıya İnemem
Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Bir Aşk ve İhtiras Faciası, Dokunma Belki Bir Kahramandır
Ziya Osman Saba: Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi
Bergen’in önceki yazılarında üzerinde çalıştığı modernleşme eleştirisinin devamı niteliğindeki Ahlak Ayaklanması ise, adındaki ayaklanma lafzında ahlakla ayağa kalkmaktan söz eden bir eser. Ahlak Ayaklanması; “Ahlâki değerlerle inşa edilmiş bir toplumun, zamanında hiçbir teknik üstünlüğe sahip olmadan Kayser ve Kisra’yı yıktığı“na değiniyor.
Azgelişmişlik Üstünlüktür, Bergen’in Dergâh ve Ülke dergilerinde yayımlanmış yazılardan derlenen, İsmet Özel ve Nurettin Topçu’nun yeterince tartışılmamış görüşlerinden doğan ve İslami düşüncenin farklı izlerini süren bir kitap. Kapitalist dünya tarafından azgelişmişlikle nitelenen Müslüman dünyasından neşet eden düşüncelerin modernliğe yine modernlik üzerinden, kalkınma problemi çevresinde cevap üretmeye çalışırken laik zihniyetle barıştığı gerçeğiyle yola koyuluyor. Bu çerçevede kapitalist dünyanın dayatmalarının bir çözüm olarak ele alınması eleştiriliyor. İslâm’ın Müslümanların elinde İslâmcılık şekliyle adli tesis etmeye yetmeyeceğinin vurgulandığı Azgelişmişlik Üstünlüktür‘ün yeni baskısında, geniş bir kaynakçanın eklenmesinin yanı sıra yazarla yapılmış iki söyleşi de yer alıyor.
Bu söyleşilerden birisini birlikte gerçekleştirdiğimiz Lütfi Bergen, özellikle medeniyet mefhumuna dair tartışmalara yeni bir boyut kazandırıyor. Medeniyet tartışmalarında kavramın teknik gelişmelerle sınırlandırılarak ele alınmasını eleştirerek, İslam’dan gayrı bir medeniyet olgusunun olamayacağına değiniyor Bergen. Böylece Kur’an’dan çıkardığı şehir (medineti) ve kent (karye) ayrımıyla, medeniyeti uygarlıktan farklı bir olgu olarak ele almanın gerekliliğini vurguluyor ve tarihsel derinliği içinde Âdem (a.s.)’den itibaren İslam geleneğinin medeniyeti tek başına temsil ettiğinin üstünde duruyor.
Din ve medeniyet ilişkisine yaklaşırken “din, dünya ve medine” kavramlarından ötürü İslam’dan bir medeniyet sadır olduğunu söylüyorsunuz. Bu çerçevenin dışındakileriyse “uygarlık” kavramıyla tanımlıyorsunuz. Bu yaklaşımda Çin ve Hind’in durumu dikkate değer: Guénon ve diğer gelenekselciler Çin, Hind, hatta Orta Çağ Avrupa’sının toplumsallığındaki “dinî” temele vurgu yapıyorlar. Özellikle Çin ve Hind’in modern öncesi dönemde günlük yaşamı, san’atı, kültürü, norm ve değerleri kapsamına alan dinin tüm sosyal hayatı ittihat edici vasfı göz önüne alındığında bir medeniyet tasavvuruna ulaşamaz mıyız?
İslam’dan bir medeniyet sadır olmuştur. Yahut “medeniyet İslam’dır.” Bunu yalnızca Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti ile şehre verdiği isim nedeniyle ifade etmedim. Medeniyet kavramı Kur’an’da “medîneti” şeklinde geçiyor, yine şehir anlamındadır. Ancak Kur’an her şehre “medîne” demiyor. Örneğin Zuhruf sûresinde “Ve dediler ki: ‘Bu Kur’ân’ın, iki beldeden, bir büyük adama indirilmesi gerekmez miydi?” ayetinde iki beldeden kasıt Mekke ile Taif’tir. Buna rağmen sözü ifade edenler “karyeteyn” demişler de “medîneti” dememişlerdir. Yine Yasin sûresinde “Ve onlara, o şehrin halkını misal ver. Onlara resûller gelmişti.” “ashâbel karyeh (karyeti)” denilmektedir. Burada Allah konuşmaktadır ve resullerin karyelere gönderildiğinden bahsetmektedir. Yani resuller gönderilmeden önceki şehirlere karye demektedir. Zuhruf 31 ayetinde de risaleti inkar edenler konuşmakta idiler. Her iki ifade de, o kentlerin dini bağlılığa hiç sahip olmaması yani risalete inancı kabul etmemesi ile ilgilidir. Oysa yine Yasin suresinde “Ve şehrin (medineti) en uzak yerinden bir adam koşarak geldi. ‘Ey kavmim, (size) gönderilmiş olan resûllere tâbî olun!’ dedi.” ifadesi yer alır. Bu şunu ifade ediyor, medîne, “Risaletin çağrısına açık kılınan belde.” Dolayısı ile “medine/ medeniyet” risaleti kabul etmekle ilgili bir kavramdır. Ancak niçin risaletle bağlantılandırıyor. Bu durum adaletle hükmetmek ile ilgilidir. Mesela Mekke hakkında Kur’an “Ümmü’l kura” demektedir: “Bu (Kur’ân-ı Kerim), elleri arasındakini tasdik eden ve ahirete ve ona inanan, şehirlerin anası- ummel kurâ (olan Mekke’de) ve onun etrafında olan kimseleri uyarman için indirdiğimiz mübarek bir Kitap’tır. Onlar, namazlarını muhafaza ederler (devam ederler).” Dikkat edilirse şehirlerin anası tabirini kullandığı halde “medineti” demez. Oysa Kâbe de içindedir; yani, dinsiz bir kent değil. Ama niçin “medîne” değil? Çünkü, Resul kentten çıkarılmış ve ahkâmı tavsiye edememiştir. Yahut o şehri Allah kendine hasretmiştir. Yani Resul’ün şehri diye vasıflamak “Ümmü’l kura” vasfına zayıflık düşürecektir. Yine Firavun risalet ile gelen Musa (as)’ya inanan kişilerin yaşadığı belde ile ilgili olarak benzer manayı kullanır: “Firavun şöyle dedi: ‘Benim size izin vermemden önce ona îmân (mı) ettiniz? Muhakkak ki bu, şehirde (fîl medîneti) onun halkını oradan çıkarmanız için kurduğunuz bir hiledir (tuzaktır).” Bu ayette de risalet- inzar ve ahkâm meselesi ile ilgili bir durum vardır. Musa (as) Mısır’da bir emir sahibidir. Musa (as) Firavun’a da bir emir vermekte idi. Bir grup inanan Musa’ya tabi idi ve onun getirdikleri ile amel etmekte, adalet yapmakta idi. Şimdi çok daha ilginç bir ayet Hicr sûresinde zikrediliyor. Hicr sûresindeki bir ayet bloğunda Lût (as)’un misafirlerini görüyoruz. Semud halkını helâk için gelmişlerdir. Lût (as) ise misafirleri hakkında (ki 61. ayette misafirlerin elçiler olduğu ifade edilir: “Böylece gönderilmiş resuller Lût’un ailesine geldiği zaman“) endişelidir. İşte o ayet bloğu içinde Allah “Ve şehir halkı (medîneti) birbirini müjdeleyerek geldi” beyanı ile içinde risalet çalışması yapılan kenti, karye değil medinetî kelimesi ile anmaktadır. Lût (as) bu ayetlerde kavmine “yapmamaları gerekeni” emretmekteydi, şehirde bir mücadele içinde idi. Burada şehir halkından kasıt, içinde Lût (as)’un bulunduğu şehir halkıdır. Lût, kavmini bir felakete karşı bir ahkama çağırmaktadır. Bütün bunlar gösteriyor ki medîne/medeniyet salt dinle (inanç ile) dahi açıklanamayacak ölçüde risaletle ilgisi bulunan, içinde risalete yönelik çalışma yapılan veya resullere ait olan dinî değerlerin (ahkamın) korunduğu/ yaşandığı beldelerdir. Dolayısı ile şehir- kent ayrışması yaparken Kur’an’ın medîne- karye tefrikinden hareket etmemiz kaçınılmazdır. Buna göre “medeniyet” ile “uygarlık” ayrışmasına girmek gerekiyor. Şehrin din ile ilgisi Hz. Peygamber’in Mekke’den hicreti ile tesis ediliyor. Peygamber (asv) Mekke’de kurumsal hiç bir şeyle muhatap edilmiyor; mescid dahi inşa edemiyor. Oysa Musa (as) Mısır’da mescid inşa edebiliyor.
“fıkıh nazarından bakıldığında Batı toplumlarının “medîne” kurmadıkları ortadadır…”
Kur’an bir de toplum kavramları getiriyor. Bir takım kavim adları sıralıyor: A) kavmen luddâ (ludden): İnatçı kavim (19 Meryem 97), B) el kavmi ez zâlimîne: Zalim kavim (23 Mü’minûn 94), C) kavmen mucrimîn (mucrimîne): Mücrim kavim (10 Yûnus 75), D) kavmen âlîn (âlîne): Zorba kavim- Mağrur kavim (23 Mü’minûn 46), E) kavmen cebbârîn (cebbârîne): Cebbar kavim (5 Maide 22), F) kavmun techelûn(techelûne): Cahili kavim (7 A’raf 138), G) kavmen lâ yekâdûne yefkahûne kavlâ (kavlen): Söz dinlemeyen kavim (18 Kehf 93), H) kavmen gadıballâhu: Gazablanılan kavim (60 Mümtehine 13), İ) kavmen mâ unzire âbâuhum: Babaları uyarılmamış kavim: (36 Yasin 6), K) kavmil mufsidîn (mufsidîne): Fesad çıkaran kavim (29 Ankebut 30). Bunların dışında bir de olumlu bir kavim adlandırması var. Kavmen salihine: Salih kavim (12 Yusuf 9).
Anlaşılan o ki bir takım “suçlu” kavimler var ve baskın karakterlerinde “cürm” bulunuyor. Şimdi bu kavimlerin yaşadıkları karyelere (kentlere) “medine” denmemiştir. Bir de salih kavim var. Onlar da peygamberlerinden gelen fıkıha tabi kalarak yaşıyorlar; kurumsal yapılarla hayat buluyorlar. Medine, “din”den gelmektedir. Din ise hüküm anlamındadır, “deyyan” hükmeden anlamındadır. Mesela biz Osmanlı kentine “Kaza- Kad’a” diyoruz, yani kad’ıya bağlı beldenin, büyük bir mahkemenin yetkisi altında olan yerleşim alanının adını böyle kullanıyoruz. Dolayısıyla din kelimesi, bildiğimiz “inanç- teoloji” anlamında ele alınmamaktadır. Bir fıkıhtan bahsedilmektedir. Vakıf, mahalle, tımar, bedesten teşkilatlarını inşa eden bir hukuk yapısından. Bu fıkıh nazarından bakıldığında Batı toplumlarının “medîne” kurmadıkları apaçık ortadadır. Öyle olmasa idi, 200 yıllık modernleşme süreci içinde Batı’nın ilmi ile İslam’ın ahlâkı meselesi meczolunmaya çalışılmazdı.
Yani din ile bilim arasında bir uyuşma olduğu veya olması gerektiği kanaati Türkiye’nin kurucu fikridir. Ancak burada bir açmaz ortaya çıkmıştır. Mesela Namık Kemal “Tanzifat ve Tezyinat” makalesinde “Bize bu tahta çadırlar içinde oturmağı şeriat mı teklif ediyor? Billah değil. İslam kisrâ ve kayserin kasırlarını iğtinâm ile mübeşşer oldu. Koca payıtaht-ı saltanatta dükkân namıyla fare delikleri, hane ünvanıyla tahta kehlesi yuvaları yapmak Osmanlılık vezâifinden midir?” diyerek sorar. Sonra cevabı Batı toplumlarına yetişmeye matuf olarak verir: “Milel-i mütemeddineye meslek-i terakkide nasıl yetişebiliriz? (…) Geceleri sokaklarda, caddelerde meşhûd olan zulmet nedir?… Geceleri, gündüzleri yangın mehlikesinden çektiğimiz felaket nedir? (…) Sokaklarımızda nezâfet yok. Ufûnetten canlar telef oluyor (…) Memleketimizde tezyinat yok (…) Medeniyeti para hâsıl etmez, parayı medeniyet hâsıl eder.” Ardından ifade ettiği cümle şu olur: “Bir ecnebi şirketi pâyıtaht ve hatta Saray-ı hümayûn içinde demiryol yapması mahzurlu değildir de niçin cadde yapması mahzurdan sâlim değildir.” Namık Kemal, “Hukuk” makalesinde de “hüsn ve kubh”dan bahseder ve bunun kaynağının da “fıkıh- din” olduğunu ifadelendirir.
Namık Kemal’in hareket noktası yanlış gözükmemektedir. Hatalı olan, medeniyete verdiği anlamdır. Yani “medeniyet” kavramını salt başına teknik- bilim gibi algılamaktan kaynaklanan bir yanılsamaya uğradı. Kavramın daha sonra Mehmet Akif tarafından da aynı manada kullanıldığını görüyoruz. Oysa Farabi’de kavram böyle kullanılmaz. Farabi, tıpkı Kur’an’da yapılan tasnife benzer şekilde tekniğe göre değil toplumsal yapıya uygun bir anlamlandırma yapar. Fadıl Medeniyet ile Cahil Medine’yi ayırır. Cahil Medine de ona göre Medinet’ül Cebbarin (zorba), Medinet’ut Tağallub (taşkınlık), Medinet’ül Kerramiye (gösterişçi), Medinet’ül Şıkva (şehvet), Medinet’ül Beddale (yığmacı- cimri), vs. gibi farklılaşmalara uğrar. Bazı yerde “es-Sınaât’ul Medeniyye” ile “İlm’ul Medeni” gibi tabirler kullanır. Ancak “Fadıl” ya da “Mutlak” siyasetin tek, cahil siyasetin çok olduğunu söyleyerek önemli bir tefrik getirmiştir.
Farabi’ye göre fazıl şehirlerin eşya modernliğine uğrama zorunluluğu yoktu. Bu zorunsuzluk Farabi’yi, Namık Kemal gibi Batı toplumlarının teknik gelişimi karşısında benzer teknik gelişimi arzulama mecburiyetinden korumuştur: “Farabi için “Mesken” nasıl olursa olsun, neden yapılırsa yapılsın ve nerede olursa olsun, önemi yoktur. Yerin altında ya da üstünde, ahşaptan, çamurdan, yünden kıldan ve diğer maddelerden yapılmış olabilir. Mühim olan meskenin yapıldığı maddenin cinsi değil, onun içindeki insandır.” Farabi’nin tasnifi “medîne” kavramını karye kavramından ayırmaması nedeniyle eksiktir. Ayrıca Farabi, toplumların vasıflarını devlet sistemleri gibi düşünmektedir. Bu tasnif, “medeniyet” kavramını aldığı İslam ile devlet kavramını aldığı Eflatun’un fikirleri arasındaki uzlaştırma çabasının ürünüdür. Civilisation kavramı nasıl Namık Kemal için “medeniyet” kavramına dönüşmüş ise, Farabi de “Politeia- Devlet” kavramını “medîne” kavramına uyarlamıştır. Günümüz problemi Farabi ile Namık Kemal’in “medeniyet” meselesini din ile ilişkilendirirken uğradıkları çelişkileri düzeltmekle ilgili.
“kendi ihtiyaçlarını karşılayan ve kendini iyi yöneten şehirler kurmak…”
Yani gezginlerin Osmanlı’nın dilenci göremedikleri hakkındaki şahitliğini yeniden hayata geçirecek bir dünya kurmak gerekiyor. Kendi ihtiyaçlarını karşılayan ve kendini iyi yöneten şehirler kurmak. Yani hem adil, hukuku/hakları koruyan ve hem de insanda kokuşmuşluk, pejmürdelik hissi vermeyen, maddi manada riski yüksek olmayan şehirler.
Şimdi din konusunda Guénon, Schoun, Nasr, Chittick üzerinden yürüyen bir geleneksel ekol var. Benim “medeniyet dindir” ifadem ile bu ekolün yaklaşımları bir yerde buluşmakta gibi görüntü veriyor. Oysa durum böyle değil. İnsanın yeryüzüne indirilişi din amaçlıdır. Hatta dünya da hem “dane/ alçak zemin” ve hem de “d-y-n/ dinî olana boyun eğmiş” bir yerdir. İnsan Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilişi ile dünyayı dinî bir zemin olarak kavradı. Çünkü Hz. Âdem’in yere indirildiğinde ilk işleri Kâbe’nin inşası (mescid), nikâhın ve kardeşlik hukukunun tesisi, iktisadî hayatın şekillendirilmesi idi. Dolayısıyla yeryüzüne fırlatılmış değildi. Bir fıkıhla geldi. İlk toplumu da kanun-u esasî sahibi nizamî bir toplum halinde tesis etti. Âdem’i, Kâbe’nin inşası nedeniyle mimar, iktisadî hayatı tanzimi nedeniyle hakîm, içtimaî hayatı aileler üzerinde temellendirmesi nedeniyle de cemaatci bir nazarla ele almak gerekmektedir. Yani bireyler üzerinden oluşmuş bir toplum tasavvuru yoktur. Aileler üzerinden yapılanan bir toplum tasavvuru vardır. Dolayısıyla din daha yeryüzünde ilk varoluşunu fıkhı nizama tecessüm ettirerek gerçekleştirmiştir. Medeniyetin temel yörüngesi de budur. Hz. Peygamber’in (asv) Mekke’den Medine’ye gelişi ile gerçekleştirdiği ilk üç şey tıpkı Hz. Âdem (as) gibi Kâbe, kardeşlik, pazar yerinin yani iktisadî hayatın tanzimidir. Guénon, Schoun, Nasr, Chittick’in gelenekselcilik ile kasdı fıkıh değildir. Hatta Schoun, farklı dinlerin hukuk ilkelerinin çatışmalı yapısından rahatsızlık duymaz; onların aşkın birliğini vurgulayacak “inanç” yapılarına atıf yapar. Schoun bir ara Amerikan Kızılderilileri ile de yaşamış; buna “medeniyet” diyemeyiz. İslam düşüncesinde şehirden başladığınız sürece bedevilik- göçebelik ile biten bir “medeniyet” tavrı koyamazsınız. İslam’da şehir “mahkemesi” bulunan beldedir. Bu kapsamda Çin, Hind, Mısır, Aztek vs. gibi “uygarlıklar” kesinlikle “medeniyet” olmazlar.
“geleneği kültür değil tahrif edilmemiş kitap temsil edebilir…”
Medeniyetin “teknik” olmadığını söyleyen Çin ile ortak noktamız “Doğu’ya ait bilginin Batı tekniğinden farklı bir uygarlık getirdiği” fikrinde tükenir. Burada şuna bakmak gerekir: İslam, Âdem (as)’den beri ne getirmektedir? Fıkıh, adalet, ubudiyet, helal kesb, sahih-i neseb, mefsedetin def’i. Şimdi Doğu’da (Çin- Hind- Japon) kültürlerinde bakmak lazım. Doğu’da var olduğu söylenen bilgi bu ilkeleri gerçekleştirmiş midir? Ekolün temel tezi şudur: Rönesansla başlayan modern zihniyet bulunmaktadır; bu zihniyet dînî dünyâ görüşünden bir sapmadır ve insanlığı bir bunalıma sürüklemektedir. Peki ne yapmak gerekiyor? Çünkü burada modern zihniyete karşı bir eleştiri getirmektedir. Böylece önce “iki dünya görüşü vardır” demektedir. Gelenekselci düşünce ile Modern düşünce. Bu noktada bir müdahale yapar ve Gelenekselciliğin ilâhî vahye dayandığını iddia eder. Tersine modern dünyâ görüşünün de profan yâni din dışı olduğundan bahseder. Buraya kadar bir mesele yoktur. Mesele Gelenekselcilerin vahye dayandığını iddia ettiği görüşün (Tradisyonalizm’in) kast ettiği dinlerin hangisinin halen din olarak sahih kaldığı meselesidir. Tradisyonalistler bu meseleyi de vahyin her dinde ortak bir hakikat ve tek bir öz taşıdığını ama farklı formlarda tezahür ettiği cevabı ile çözmeye çalışırlar. Dinler kaynak ve bâtın/öz îtibâriyle birdirler, ama bu birlik onların şeklen aynı olmalarını gerektirmez. Her din ed-Dîn’dir. Bir dîni yaşayan kimse tüm dinleri yaşamış olur. Dinlerin farklı formu, onların özsel tekliğini (tevhid’i) etkilemez. Bu farklılıkların, hattâ zıtlıkların sebebi farklı insan topluluklarına ait kültürdür. Bu çelişkiler ve hatta zıtlıklar normaldir, bir anlamda da zorunludur. Dinde form ve öz ayırımı yapılmalıdır. Hakîkat form değil, öz ile ilgilidir. Hepsi aynı kaynaktan gelir. Her din ilâhî vahye dayanır. Fakat form anlamında her din birbirine benzemeyebilir. Dinler iç (ezoterik) boyutu ile aşkın birliğe varırlar. Dış formları koruyarak ve mutlak iddiası güderek çatışmalı görünen farklı dinler arasında aşkın birliği ortaya çıkaran boyut bu ezoterizm’dir.
Bu noktada Gelenekselcilerin söylediği ile benim “nebevî Gelenek” dediğim şey arasında bir fark doğmaktadır. Nübüvvetten kopuşlar uygarlıklar oluşturmuştur. Nitekim Kabil de Habil’i öldürüp Âdem’den ayrılmakla tarihin ilk uygarlığını kurmuştu. Kabil’in Hz. Âdem’in mahkemesine gittiği, zayıf bir kurban verdiği, kurbanı reddedilince Habil’i öldürdüğü, nübüvvetten ayrıldığı hatırlanmalı. Geleneği kültür değil tahrif edilmemiş kitap temsil edebilir.
İktisadî anlamda bugün kapitalizme ve toplumsal olarak da moderniteye karşı “tavır takınmak” haricinde ne yapılabilir? Komünist Manifesto’daki nitelemeyle “katı olan şeylerin buharlaşması” durdurulabilir, geriye çevrilebilir mi? Ya da çevirmek için gayret gerekir mi?
Kapitalizm ya da modernlik kayıd kabul etmeyen bir ruhun ürünüdür. Yani kendisini müstağni gören bir ruhun. Temel hareket nedeni de dine karşı olmaktadır bu yüzden. Yani modernite bilimsel gelişmenin ürünü tabii bir süreç değildir. Endüstri, dine karşı geliştirilmiş bir fikirdir. Tabiatı nasıl egemenlik altına alabiliriz, düşüncesi çalışılmıştır bu noktada. Bacon, tabiata işkence ederek onun dilini çözmekten bahsetmiştir. Descartes, tabiatı otomatlar halinde kuran ve mekanize eden bir Tanrı’dan bahsederek o otomatın kadranına girip işleyişin mantığına ermekten bahsetmiştir. Batı toplumları, ürettiği teknik (endüstri) ile Batı dışı toplumların din ile ilgili olarak varlık biçimlerini sarsabildikleri görmüştür. Batı, endüstri ile dünya egemenliğini pekiştirebileceği fikrindedir. Doğu’nun hep “ilkel toplumlar” noktasında kalabilmesi, Batı’daki endüstri- tekniğin gelişmesi denklemi üzerine oturtulmuştur. Bu nedenle Batı endüstrisi (ve kapitalizmi) dinlerle çatışmalıdır her durumda. Batı-dışı toplumların tarih dışı kalışı ya da tarihsiz toplum olmaları endüstri toplumları denilen bir tarihsel ana ait kurguya dayanmaktadır. Modernite denilen bir “toplumsal an” kabul edilir edilmez Batı-dışı toplumlar “Batı’nın azgelişmişleri”ne ya da “Batı’nın ilkelleri”ne dönüşmektedirler. Oysa modernite sadece Batı toplumlarına ait bir tarihi ifade etmektedir. Modernite düşünürleri o noktadadır ki, ne Marks ve ne de Weber Batı’ya ait bu merkezi konumu reddederek işe başlayamaz. Bilindiği gibi Marks insanlık tarihinin Batı’daki dönemsel tarihe uyumluluğunu konu edinerek toplumları proleterleştirmeye uğratan bir ideoloji inşa etmişti. Weber ise Batı kapitalizminin kalesi olan kent’i yalnız Batı’ya ait bir oluşum halinde gördü: Kralı olacak, pazarı olacak, garnizonu olacak, hukuku olacak, vergisi olacak, tüccarı olacak, birikim olacak, vs. dedi. Dolayısı ile bugün Marks ya da Weber’e dayanarak Batı ile mücadele eden tüm “doğu” düşüncesi artık Batı düşüncesi haline gelmiş gibidir. Bir gayret gerekiyor mu, değişim için? Zihni olarak gerekiyor. Paradigmanın değişmesi gerekiyor. Çünkü İslam şehri civic- kent değildir.
“Yerlilik” küreselleşmeye alternatif üretebilir mi?
Bir takım görüşler var, deniyor ki: “Yerlilik, bütün düşünceler için baz alınacak tek kıstas olamaz, öyle olması insan tabiatına aykırıdır.” Bu yaklaşımda bir coğrafya korkusu bulunmakta. Yani “yerliliğin coğrafyaya sıkışmışlığına” dair eleştirisi yapılıyor. İnsan zaten kozmosda dünyaya sıkışmış durumdadır. Yani dünya düz bir yol değildir, kürevîdir. Gidecek başka bir yer yoktur ontik anlamda. Coğrafyaya sıkışmış haldeyiz. İkinci olarak biz bir dil konuşuyoruz. Bir tarihe sahibiz. Bir akrabalık- topluluk intisabı içindeyiz. Yani sıkışmışlık sadece coğrafi düzeyde değildir. “Yerli değilim evrenselim” demekle evrensel olmak mümkün olmamaktadır. Kültürler mensuplarını dilediği gibi seçemezler, siz bir kültüre doğarsınız.
Yerliliğe iki süreçte vurgu yapılmaktadır. Önce daha önce de söyledim, biz ontik anlamda “yerliyiz.” Yani yer-li, yeryüzüne ait, ahirete çıkmayı yerde başarması gereken, halifet’ül arz olanız. Buraya gelirken burada hedefi olanız. Ne yapacaksa yapsın, insan burada, yeryüzünde yapmak zorunda.
İkinci süreç ontik manada yeryüzünde varoluş meselemizle- ki buraya indirildik- dinin tarihsel sürecinin birbirine benzemesi ile ilgili. Biz buraya nasıl gurbetten geldi isek, İslam da gerek Mekke’den Medine’ye ve gerek Anadolu’ya “gurbetten” geldi. Hz. Adem (as) nasıl burada nüfusla çoğaldı ve harmanlandı ise Medine’de de İslam o şekilde farklı nüfuslarla harmanlandı. Aynı şey Anadolu’da oldu. Hz. Âdem’in yeryüzünde tesis ettiği üç şey (mescid, pazar, kardeşlik) nasıl hukukî bir zeminde bina edildi ise, Hz. Peygamber (asv)’in Medine’de tesis ettiği üç şey de aynı karaktere haiz oldu. Müslümanların Anadolu’da tesis ettiği şey de bu üç kurumun tecessümü ile ilgili idi.
Dolayısı ile Anadolu’daki kurguyu Hz. Adem’den gelen nebevî zincire, Hz. Peygamber (asv)’e ve Anadolu’daki Müslüman deneyimine bağlamak mümkün görünüyor. Bu zincirin küreselleşme denilen dünya kapitalizmine ve dünya modernliğine cevap ürettiği açıktır. Anadolu’da kurumsal manada dünya kapitalizmi ile baş edecek müesseselerimiz bize “medeniyet” vasfı verecektir diye düşünüyorum.
Yerliliği Anadolu için Türklük olarak görüyorsunuz? Her ne kadar umumîleştirilse de Türklük kavmî bir mefhum değil midir? Ayrıca bu anlamda Türkiye kelimesi Batı kaynaklı olması bakımından sıkıntılı değil midir?
Türklük kavmî bir mefhum değil, siyasi bir mefhumdur. Öncelikle Anadolu’da bir ırk olarak Türk kavminin var olması tarihsel manada mümkün değil. Horasan’dan bu topraklara göçenler bomboş arazilere gelmediler. Burada yerleşik kavimler vardı. Ayrıca Paul Wittek’in çalışmasında Osmanlı Birliği’nin doğal kabile bağları üzerinde değil, başka bir temelde kurulmuş olabileceği yargısı hakimdi. Wittek’e göre Osmanlı’nın Kayı aşiretine mensubiyeti dahi bir menkıbedir: “Kayı aşireti, Oğuzların tarihinden bildiğimiz kadarıyla, pek sivrilmiş bir aşiret değildir; tersine, daha ünlü Oğuz sülaleleri, başka aşiretlere mensuptur. Menkıbe, iktidarın en sonunda meşru sahibine, Oğuz’un en büyük torunu Kayı’nın aşiretine geçeceği kehaneti yaparak durumu kurtarmıştır. Dolayısıyla, Osmanlı yöneticilerini bu aşiretin soyundan geliyor göstermek pek çekici bir şeydi. Bu kökenin Osmanlılar arasına ilk ne zaman girmiş olduğunu bilmek ilginç olurdu, çünkü bu, onların İmparatorluk ülkülerinin gelişmesinin kesin bir göstergesidir.” Hatta giderek Wittek Osmanlıların Anadolu’da yeni bir ırk olduğu kanaatini de verir.
Türkiye kelimesinin Batı kaynaklı olduğunun sıkıntılı olmasından bahsediyorsunuz. Anadolu’da bir çok yerin adı Osmanlılara ait adlandırma değil. Osmanlı bu konuda örf’e bakmış ve meseleyi örf’e göre düzenlemiş. Önemli olan Anadolu’da siyasi- iktisadî bir model üretilip üretilmediği. Selçuk- Osmanlı geleneği bir modelin varlığını gösteriyor. Türk bu modelin adı haline gelmiştir, kavmî bir mensubiyet değildir.
… E-Kitap indirmek için…
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.