Ben büyüyünce insan-ı kâmil olucam!
By Mehmet Yılmaz on Tem 10, 2012 in Hz İbn-i Arabî, Kitap Sohbeti, Tasavvuf
En son ne zaman öfkelendiniz? Otomobilin camını indirip tanımadığınız bir insanın annesine sövdüğünüz oluyor mu? Ya öfkenizi gösterme imkânı yokken? Ertelenen öfkeleri “kin defterine” mi yazıyorsunuz? Dışarı doğru patlaması engellenen öfke bazen de içeri doğru da akabiliyor: Mide ağrısı, migren, el titremesi, aşırı terleme… Oysa sıradan insanlar sıradışı baskılar altında çok ilginç tavırlar sergileyebiliyorlar:
“…Roma İmparatoru Caligula(1) bir gün fazla iyi giyinme suçundan(!)şövalye Pastor’un genç oğlunu zindana attırdı. Baba koşarak imparatorun huzuruna af dilemek için gelince Caligula derhal oğlanın idamını emretti. Acılı babayı ise yemeğe davet etti. Yemek sırasında imparator onun sağlığına kadeh kaldırdı ve adamcağızın içip içmediğini kontrol etmek için başına birini dikti. Zavallı baba sanki şarap değil oğlunun kanını içiyordu. Caligula takılar ve güzel kokular getirtti. Adamın bunları takıp sürmesini dikkatle izliyordu. Yaslı baba Pastor oğlunun idam gününde 100 davetli arasına uzanmış, yaşına ve gut hastalığına rağmen kadehleri deviriyordu birbiri ardına. Ne bir yaş geldi gözünden ne de bir başka ızdırap emaresi izhar etti. Neden biliyor musun? Pastor’un bir oğlu daha vardı! …” (Seneca, Öfke)
İnsanın öfkesini ve intikam arzusunu bastırması kolay değil. Bunun için fikrî bir çaba gerekiyor. Yani hislerimizin derhal yapmamızı “emrettiği” şey ile aklımıza göre “yapılması gereken” sey arasına bir mesafe koymak … ve doğru olanı seçmek. Bir şeyi yapmadan önce sonunu düşünmek, nefse hakim olmak. Bir an için farz edin ki öfke, kıskançlık, cimrilik vs bütün cephelerde kalıcı zaferler elde ettiniz. “Büyük Cihad” denilen savaştan muzaffer çıktınız. Mükemmel bir insan oldunuz. Ne olurdu? Hayatınız neye benzerdi? Pür erdem bir insan!
İkinci oğlunun hayatını kurtarmak isteyen Pastor’un olağan üstü sabrı elbette erdem değil taktik bir sabırdı. Kim bilir kaç kez içinden geçirmiş olmalı: “şu pis herifin gırtlağını sıksam… acaba nöbetçiler gelene kadar işini bitiremez miyim?” Öfke hissi ile eyleme dönüşen öfke gösterisi arasına mesafe koymak derken kasdettiğim tam da bu: Arzulamak ve yap(ma)mak.
Acayip bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Bir kaç hafta önce okuduğum bu kitap öfke konusundaki iyimserliğimi arttırdi: Aslında iki eser birlikte basılmış; İnsan-ı Kâmil ve Ahlâk Nasıl Güzelleşir? müellifi Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri. Tabi Füsus-ül Hikem veya Fütuhat-ı Mekiyye’nin kapağını kaldırmış bazı okurlarımız Şeyh-ül Ekber’in adını görünce “ooo bu ağır bir kitaptır, bize uymaz” diyebilirler. Garip gelecek ama gerçek bunun tam tersi. Özellikle ikinci kısım son derecede sade bir dille yazılmış, azimli bir okuyucunun bir veya iki gecede bitirebileceği tarzda. Kitabın önemli bir özelliği ise (İslâmî mânâda) mükemmeleşmenin yolunu göstermesi, nefs ile savaşmanın aklî araç gereçlerini sunması:
” … Köpek havlarsa ona karşılık vermenin güzel bir davranış olmadığı bilinmez mi? Aynı durum öfkelenmiş insanlar için geçerlidir. Öfkeli bir insana verilen karşılığın sonu beğenilir mi? Öfkeli insan ne yaptığını bilmez ki! Böyle bir insana karşılık veren cahilin tekidir. Çünkü akılsız insanlar kendilerine saldırdığında vahşi hayvanlara bile kızar […] Böyle bir akılsız bazen tökezler ve bu kez tökezlediği yere söver hatta o yeri tekmelemeye başlar”
Tabi nefs ile mücadele öfkeden ibaret değil. Mal veya mevki düşkünlüğü, dedikodu, miskinlik, aşırı yemek… Şeyh-ül Ekber bu konulara da giriyor. Ancak aklı uyaran bazı hikmetli sözler dikkatimi çekti, özellikle istenmeyen haller arasındaki ortaklıkları görmeye yarayan kısımlar:
” … insan nefsini terbiye amacında dürüst olursa arzu ve hazların sadece onları kullandığı esnada haz verici olduğunu görür. Bu vakitten sonra ise hazlar geride kalır ve insana bir yarar sağlamaz. Hazlar geçip gittikten sonra ise geriye sadece pişmanlık ve eksiklik kaldığını, insanlar arasında konuşulduğunu, bu yüzden ayıplandığını, çirkinliklerin kendisine döndüğünü görür.
Aynı durum öfkenin şiddetlenmesi anında geçerlidir. İnsan kızdığı kimseden intikam almaya ve sayıp sövmeye koşar. Hırsı sakinleşip yaptığı işi düşündüğünde ise davranışını çirkin görür. Anlar ki yaptığı ne övgüye layıktır ne de yararlıdır. Öfke anında yapılan artık insanın o işle tanındığı, ayıplanmasına sebep olan bir eksiklik olur …”
Burada insan fıtratına aykırı, idealist, ütopik bir çaba yok. Öfke de korku gibi hayatın bir parçası. Gerçek bir tehdit karşısında bizi ayakta tutan, kendimizi savunmamızı sağlayan bir güç “öfke”. Yani her zaman bir sorun olarak görülmemeli. Ancak kontrolden çıktığında, öfke ve intikam duygusu yüreğimizi kapladığında işler karışıyor. Tabi öfke ve diğer konularda insanlar şöyle diyebilirler: “Evet, kusurlarım var ama ne yapayım? Ben böyleyim, değişemem…”
Bu tarz düşüncelere cevaben şunları yazmış Şeyh-ül Ekber:
“İblis’ten secde emrine karşı itiraz gerçekleşmiş ve kıyamet gününe kadar diğerlerine katılmıştır. Öyleyse İblis doğası gereği düşman, dolaylı olarak da dosttur. Halife olan insandan meydana gelen emre itaatsizlik ise zatı veya mertebesi bakımından değil, uyumlu ve uyumsuz unsurları içermesi yönünden meydana gelmişti. İnsanın yapısı itaatkârlığı ve isyankârlığı kendinde barındırır. Böylelikle kendisinde aykırı nispetler emre itaatsizlikle hareket etmiştir. Çünkü Cennet onun mekânı değildi. Dolayısıyla insan orada sıkıntı çekti. Nitekim gül kokusu pislik böceğini rahatsız eder. Bu durum insanın halife olmasının sebebiydi.
İnsanın doğasındaki iki ayrı özellik karışım diyarında birbirinden ayrışır. Ayrışma sonucunda mutlu gurup Cennet’e, bedbaht gurup ise Cehennem’e gider. Öyle ki cehennemlikler Cennet’e gitmek isteselerdi buna güç yetiremezlerdi. Demirin mıknatısa çekilmesi gibi süratle ateşe çekilirlerdi. […] Hz. Peygamber (S.A.V.) hassas bir şekilde buna dikkat çekmiştir : “Siz ateşe atılacaksınız, sizi engellemeye çalışacağım ama siz direneceksiniz”
Sonsöz
Batı kökenli öğretilerin aksine İslâm’ın ideal insanı ütopik, erişilmez bir varlık değil. Nasıl bu kadar rahat konuşuyorum? Çünkü bu konuda verilmiş ilâhî bir “garanti” var tabiri caizse:
“Kim benim velî kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harp îlân ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri edâ etmesidir. (Bununla birlikte) kulum, bana nâfile ibâdetlerle yaklaşmaya devam eder, neticede muhabbetime nâil olur. Onu bir sevdim mi, artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himâyeme alır, korurum. Ben, yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun rûhunu kabzetmekteki tereddüdüm kadar hiç tereddüde düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem…” (Buhârî, Rikâk, 38)
Burada anlatılanları idrak etmek, daha bir “içeriden” anlamak için Mesnevî’ye başlarken okunması adet olmuş olan şu beyitlere bakalım:
“Tû megû mârâ bedan şeh bâr nîst,
Bâ kerîman kârhâ düşvâr nîst.”
Açıklaması ise şöyle:
“Ben bu halleri yaşayamam deme. Hiçbir zaman böyle olamam, bunlar neymiş efendim fezadan uzak haller deme. Bunlar yaşanır. Neden? Yeter ki onlara meyl et. Onların. Sohbetinde bulun onların dertleriyle dertlenmeye çalış. Çünkü onlar kazandırmak için ticaret yapan insanlardır. Onlar ticaretlerini karşıdaki kazansın diye yapan pazara kurdukları tezgah gelsin de şuradan alacağını alsın diye kurulmuş tezgahtır. Kazanayım alayım davasında değildir. Cömertlerle iş yapmak kolaydır
Huzura erişen cenabı hakka yakin olan Allah Teâlâ’nın kurbiyyetini ihsan eylediği zatlar gibi olamam deme. Zira bu senin kendine iftiran değildir. Daha doğrusu senin tevazu zannettiğin bir ahlak değildir. Bu seni atalete sevk eder çünkü. Sen elinden gelen gayreti teksif et, kerimlerle iş yapmaya gayret et, zira kerimler kazanmak için değil, kendileri kazansınlar diye değil, başkası onlarla alışveriş yapan kişi kazansın diye gayret ederler.
Dolayısıyla iş sana kalsa tamam ama iş sende değil ki. Kerimlere hürmet edip onların sözünü dinler, onların sana nasihatlerine kulak verir ve onların yoluna temessük eylersen (gayret edersen) muhakkak ki onlar gibi kerimlerden olur, Allah’ı telanın razı olduğu ahlaka efendimiz sav. Ahlak-ı Muhammediyesine yani en büyük keramete nail olursun. Bundan şüphe ettiğin zaman bu tevazu kisvesinde kibirdir. Zira sen, sendeki büyüklüğe küçüklüğe değil vasıl olmak istediğin zatın, huzuruna erişmek istediğin zatın kerimliğine bak. Dolayısıyla kibir yapma. Günahım çoktur diyerek günahlarını affedecek olan zata böbürlenip günahınla kibirde bulunma.” (Fatih Çıtlak)
Dipnotlar
1° Müsrifliği, ahlaksızlığı ve acımasızlığıyla tanınan Caligula Roma İmparatorluğunun dördüncü İmparatoru idi. Kendi muhafızları tarafından 41 yılında öldürüldü.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitap Aktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
4 Trackback(s)