RSS Feed for This Post

“Öteki” ve “Beriki” Arasında Kalmak

Kimlikleşme genel olarak kültürel kodlar üzerinden şekilleniyor olsa da daha çok siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkması ile beraber “görünür” ve “etkili” olmaya başlamıştır. Kimlikleşmenin kendisini en iyi ifade ettiği toplumsal örgütlenme biçimi “ulus”, milliyetçilik ideolojisi ile yakından ilişkilidir. Özellikle, modern dönem sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik ilişiklerin bir ürünü  olan ulus olgusunun, kendisini “homojen” bir “etni” üzerinden tanımlamaya çalışması  farklı tarih, kültür, soy, mit ve inanca sahip olan bir çok toplumun da ötekileşmesine zemin hazırlamıştır. Böylece, daha önce var olan toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimlerinin yerini ulus olgusuna bırakması, merkezi bürokrasi, dilde standartlaşma ve merkezi ordu gibi yeni anlayış ve yapıların ortaya çıkması ile doğrudan ilişkilidir. Belli bir gruba dayalı olarak “inşa edilen-hayali cemaat” kendisini daha çok merkez olarak görürken, kendi “siyasal, kültürel ve sosyal” yapısının dışında duranları ötekileştirmiştir.

Bu bağlamda “biz” ve “öteki” kavramlarının gelişimi milliyetçilikle paraleldir. Zira milliyetçilik, sadece milli/ulusal kimliğin “öteki”lere göre inşasında ve “öteki” olarak kodlanan kategorilerden “düşman” imgelerinin devşirilmesinde değil ulusal kimliğin yeniden üretilmesinde hem hitap ettiği üyeler arasındaki benzerliğe hem de dışarıdakilerin farklılığına vurgu yapar. Yani “biz” ve öteki(ler) arasında bir ayrım yapılmasına işaret eder. Böylelikle insanların içinde yer aldıkları topluluğa ilişkin aidiyetin, bilincin ve duyarlılığın, yani “grup kimliği”nin hırçınca gelişmesine ortam hazırlanır. Bu noktadan hareketle “ulus”un yaratılması/icat edilmesinde milliyetçilik en önemli sosyal dinamik olup, etnik farklılıklar üzerinden “biz” ve “öteki”nin oluşmasında ve aralarındaki sınırların keskinleşmesinde de belirleyici olmuştur. “Öteki” yoksa “biz” de mümkün olamaz. Milli “biz”in mümkün olması için mutlaka bir “öteki”ye ihtiyaç vardır, hatta öteki yoksa yaratılır. Ve bir adım ilerisi olan biriciklik ve aynılık düşüncesiyle milli aidiyet fikri desteklenir ve milli kimlik olgusu üretilir.

 

Ülkemizde yaratılan militer milli kimliğin sivil olan her şeyi esir almasının derin kökleri cumhuriyete kadar uzanmaktadır. Çok dilli/kültürlü/etnisiteli bir imparatorluğun tasfiyesiyle ortaya çıkmasına rağmen, cumhuriyet tek tipçi bir siyasal, toplumsal ve düşünsel biçem üretmeye soyunmuştur. Bu monolitik yapı, eskiden var olan iletişim, diyalog ve halklar arası ülfeti tercih etmek yerine, resmi ideolojinin yapay ve tahrif edici prensipleriyle oluşturulmuştur. Cumhuriyet Türkiye’sinin bu dayatmacı, dışlayıcı ve ötekileştirici zihinsel havsalası kendi dışında herkesi ötekileştirip acı çektirirken kendi gibi olanı veya olmak yolunda temayül edeni ödüllendirmiş, ama araçlaştırmayı da ihmal etmemiştir. Bu havsala her üniter yapı gibi “öteki” gruplar üzerinde asimilasyon politikaları uygulamışsa da özellikle Kürtler ve Aleviler üzerinde pek başarı yakalayamamış ve gariptir bu iki kadim öteki grup direnişleriyle “beriki ötekilere” ilerleyen zamanlarda ilham olmuştur. Zira bu havsala azınlıkları kendine entegre etmek için zor ve rıza dilemmasını sistematik şekilde kullanmış ve “ötekiler”e karşı “beriki” kartını kuvvetlendirmiştir. Doğal olarak kendinden olmayanı da sistem dışına itmiştir.

 

Bu dışlamadan dolayıdır ki kendini hâkim kültürel kimlik tarafından baskılanmış, “ötekilenmiş” hissedenlerin verdiği farklılık mücadelesi siyasal sistem içinde bölücülük, ayrılıkçılık olarak algılanmakta ve bu durum “ötekileşme” sürecini daha derinleştirmektedir. Bu süreç Kürt hareketiyle önüne geçilemez bir hal almışken diğer ötekiler çeşitli gerekçelerle sistemle uzlaşma yolunu tercih etmişlerdir.

 

Mustafa Kemal, Birinci Meclis konuşmalarında “Meclis’in yalnız Türk değil, yalnız Çerkes değil, yalnız Kürt değil, yalnız Laz değil fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiye” tanımıyla meclisin Müslüman unsurlardan oluştuğunun altını çizse de bu tavır kısa süre içerisinde değişmiş ve kendinden olmayan herkes “öteki” ilan edilmiştir. Benedict Anderson, böylesi durumlarda milletin zamansal ve mekansal anlamda biricik bir varlık olarak tahayyül edildiğini ifade eder. Yeni cumhuriyette de “biriciklik” vurgusu ön plana çıkmalıydı. Artık öteki olmayan tek biricik grup: “Türk/Sünni/Kemalist/laik”ti. Böylelikle Türkiye’de “ötekilik” kavramı bütün etnik/dini/kültür gruplara acımasızca uygulanmıştır. Sistem kendinden olmayanı “pis Kürt, hain Arap, yobaz İslamcı, dinsiz Alevi, sahtekar Çerkes, Ermeni dölü” ifadeleriyle yaftalamıştır. Gariptir, bu acımasız törpülemeye rağmen Kürtler ve bir kısım Alevi dışında herkes “beriki” olacak ve milliyetçi bir retorik kullanmaya başlayacaktır.

 

Bu bağlamda her şeye rağmen Kürtler ve Alevilerin verdiği mücadele bir arada yaşamanın imkân ve risklerin ortaya çıkması bakımından çok büyük önem taşımaktadır. Çünkü hantallaşan yapıyı iten en büyük hareketler bu iki grubun içindeki saflardan neşv-ü nema etmiştir. Kürtler ve Aleviler, çoğunlukla toplumsal düzeyde yaşadıkları ayrımcılık ya da baskıdan çok, devlet düzeyinde karşılaştıkları sorunlara işaret etmektedir. Toplumsal düzeyde ise Kürtlere karşı bu baskının sadece Türk milliyetçilerinden değil, İslamcılar, Alevilerin ulusalcı kanadı, Kafkas ve Balkan göçmenlerinden de geldiği ifade edilmektedir.

“Ötekinin öteki milliyetçiliği”

Vatanlarından öteki ilan edilerek sürülen halkların -Kafkas ve Balkan- doğal olarak ötekiliğin mağduriyetini anlamaları beklenirken ötekileri en çok ötekileştiren grup içinde yer almaları psikopolitik açıdan ele alınmaya değer bir paradoksluk arz etmektedir. Mesela Çerkesler; Rusya’nın Kuzey Kafkasya’yı pasifize etmesiyle başlayan 1864 sürgünün mağdurları. Sürgünün Çerkesler açısından belirleyici olan sonucu “vatan kaybetmişlik” hafızası yaratmasıdır. Bir vatan kaybettiğini düşünerek geldikleri toprakları -ikinci vatanını belki de son şansını- kaybetmemeye çabalamış; Osmanlıyla ilişkilerini ‘sadakat’ ve “vefa” kapsamında kurmuşlardır. Bu dönemde Müslüman tebaa paydasında bir kimlik tanımına bürünmüşlerken cumhuriyetle birlikte yeni hakim etnik gruba bürünülmüştür. Bu bağlamda bürünülen milliyetçi idelojik değişim monolitik bir tip vazetmese de Çerkeslere dair iki güçlü paradigma ön plana çıkmıştır: “Vatansız olmak” korkusunu aşarak üzerinde yaşadıkları toprakların sahibi olmak veya Çerkesliklerinden tamamen  vazgeçerek, kendilerini herkesten daha çok Türk ilan etmek. Çerkeslikten büsbütün vazgeçemediklerinde ise “Çerkes Türkleri” kavramı bile ön plana çıkartılmış ve anavatanlarının kurtuluşunu Turan ülküsünde arama yolu da düşünülmüştür. Ya da daha pasif bir söyleme çekilip uzaklaştırıldıkları topraklarına yas tutmayı bırakarak üzerinde yaşadıkları topraklara daha sıkı bağlarla bağlanmışlardır.

“Biz ve öteki” olguları daha yoğunlaşarak “ötekinin ötekisi” biçimine evrilir. Böylece “öteki” sisteme entegre olur ve adeta bayraktarlık yapar. “Ötekinin ötekisi milliyetçiliği” örneğine İsmail Gaspıralı, Adalet Ağaoğlu, Yusuf Akçura vs. gibi ideologların göçmen olması örnek verilebilir. Hatta Teşkilat-ı Mahsusa’nın efsane ismi Kuşçubaşı Eşref’in Çerkes olması ve MİT’in içerisinde Çerkeslerin uzun süre etkili olmaları ya da Türk ordusunun komuta kademesinin %30-40’a yakınının Çerkeslerden oluştuğu iddiası göz önüne alındığında sistemin en kilit ve en stratejik kurumlarında aktif rol oynamaları hem çok ilginç hem de bahsettiğimiz ruh haletiyle ilişkilendirilebilir.

Tabi sistemle barışık olmalarına rağmen kültürel bakımdan Çerkes milliyetçiliğini içten içe yaşayan çok güçlü bir kanat da mevcut, bu kesim için ümit asla bitmemiş sadece bir süreliğine rafa kaldırılmıştır. Zira bu yapı, 1990’lardan sonra Kürt hareketinin gelişmesi ve mezkur açılımlar sonrası yoğun biçimde filizlenecektir.

Hükümetin Kürt, Alevi ve Roman halkları için yapmaya çalıştığı açılımlar ve Kürt hareketinin gelişimi şüphesiz Çerkesler dahil bütün azınlıklar için gerek itici bir güç olmuş gerekse kimliklerine duydukları özlemi gidermek için yeni bir fırsat oluşturmuştur. Zira birçok azınlık grup gibi Çerkes sol gruplarının da HDK (Halkların Demokratik Kongresi) çatısı altında toplanmaları veya açılımların Çerkeslerin kendi kimlikleriyle daha görünür hale gelmeleri, Çerkes soyadlarının iadesi, resmi tarihin içine Çerkeslerin dahil edilmesi, Çerkes dillerinin seçmeli ders olarak okullarda okutulması, 24 saat yayın yapan Çerkes televizyonu ve radyosu gibi taleplerin dillendirmeye başlaması bunların neticesidir.

Çerkes örneğinde olduğu gibi “beriki”leşmede -haklı olarak belki de mecburi olarak- önemli paradigmalardan olan minnet duygusu ve “bir daha vatansız kalma korkusu” bakımından Kafkas ve Balkan göçmenlerinin geliştirdikleri savunma mekanizması kısmen kabul edilebilir bir durum arz etse de Kemalist sistemin en büyük ötekileri -İslamcılar- Kürt ve Alevi hakları konusunda neden uzun süre sessiz kalmayı tercih ettiler? Neden yaşanan haksızlıklar konusunda son dönemlere kadar hiçbir çaba harcamadılar, ki aynı sorunları kendileri de yaşamaktaydı. Veya Dersim, Maraş, Çorum, Malatya, Sivas kıyımını yaşamış Alevilerin bir kısmının cumhuriyetin bekçiliğini üstlenmelerinin sebebi neydi hakikaten… Vatansız kalma korkusu mu, yoksa yok edilme korkusu mu?! Gelecek yazıda bu sorulara cevap aramaya çalışacağız.

Hasılı, ülkemizin herhangi bir kültür, etnik ya da inanç grubuna karşı bir ötekilik yaratmayacak politikalar üretmesi gerekmektedir. Farklılıkları bastırmadan bir arada-oldukları gibi- var olabilecekleri bir Türkiye’nin inşası herkesi mutlu edecektir. Zira ülkedeki toplumsal ülfet, rabıta ve hakikat ancak böyle tekemmül edecektir.

 

… Bu konuda e-kitap okumak için…

 

Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu

Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisini hukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi?

GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm” demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen…

Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Sıradan insanları sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın?

1870′lerde İtalya’da yaşayan etnik gruplar birleşerek Fransız işgaline son verdiler. Bir İtalyan ulusu yoktu ortada, Fransız zulmünden bıkmış insanların meşru müdafasıydı vardı. Ama o dönemin Avrupası’nda yükselen değer halk değil ulus-devlet idi. “Problemin” farkında olan Milli Kurtuluş Hareketi liderleri şöyle diyorlardı : “İtalya’yı yarattık, sıra İtalyanları yaratmaya geldi!”

Samsun’a bir “güneş gibi” doğanlar, Türk milletini yoktan var edenler(!) de acaba demişler midir “Türkiye’yi yarattık, sıra Türk Milletini yaratmaya geldi” diye?

80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş bir deli gömleğine işaret ediyor. Kral çıplak. Kral hep çıplaktı.

Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirebilirsiniz 

 

Asimilasyon ile Şiddet Kıskacında Ulusalcı Kürtler

Etnik kökenimiz benliğimizin bir parçası, rengarenk insanlığımızın gerçek bir rengi. Ancak bu renk üzerinden yapılan bir baskı, bu renk “yüzünden” çekilen büyük bir acı sonucu diğer bütün renkler silinebiliyor. Bir başka deyişle IZDIRAPLAR ÜZERİNE YAPAY BİR KİMLİK İNŞA EDİLİYOR. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu belki de. Sadece Türk ya da sadece Kürt olmaya mahkûm edilen insanlar giderek insanlıklarını perdeliyorlar. Böylesi halklar ırkçılığa, her türlü şiddet çağrısına kucak açıyorlar. Zira duydukları kin ve nefret onları bıçak gibi bilerken bir yandan da tektipleşiyor, şeyleşiyor. Kürt aydınları kadar Türk aydınlarına da büyük iş düşüyor. İnsan olmadan “Türk” ya da “Kürt” olmanın imkânsızlığını halklarına anlatmak. Okuyacağınız bu kitap aydınların dikkatini tam da bu noktaya çekmek için hazırlandı: Asimilasyon  ile şiddet kıskacı içindeki Kürt halkına… Buradan indirebilirsiniz. 

 

Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?

 İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin. 

 

 

Türkiye bölünür mü?

“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.  “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin”  demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*)  İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin. 

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:azat Tarih: Ağu 18, 2012 | Reply

    ‘’BİZ VE ÖTEKİLER’’ İLE BİR ARADA YAŞAMAK!
    Günümüz modern toplumun temel problemlerinden biride bu kadar farklı özelliğe sahip insanın nasıl bir arada ve huzur içinde yaşayabileceğidir. Bireysel farklılıklar insanlık tarihi ile beraber ortaya çıkmış ve insanlık sürdükçe de süreceğe benziyor. Hal böyle olunca bir arada yaşamaktan başka çare kalmıyor. Ancak din, dil, kültür, etnik köken vb bakımdan farklı özellikler barındıran insanları bir ara da tutmak ve ya bir arada yaşamasını sağlamak nasıl başarılabilir? Tarih bunu başarabilen toplumları da başaramayan ve ağır bedeller ödeyen ve de ödeten toplumları da yazmıştır. Şüphesiz tarihte bunu başaran ve farklılıklardan tek bir toplum oluşturan ve herkesin kendisini ifade edebildiği ilk ülke Amerika’dır. Amerika bunu temel felsefesini özgürlük ve demokrasi olarak belirleyerek başarmıştır. Hemen belirtmeliyim ki Amerika da bedeller ödeyerek ve ya ödeterek bu güne gelmiştir. Kimse Kızılderili ve zencilere yapılanları unutmasın. Ama Amerika bunlardan dersler çıkardırarak bu günkü toplumsal düzenine ulaşmıştır. Birde tarihte bunu başaramayan ülkeler var işte bunlar tarih için de ki kara sayfalarda yazılıdır. Hitler dönemi Almanya’sı, Stalin dönemi Sovyet Rusya’sı, 1990’larda Sırplar ve Boşnakların durumu, Güney Afrika, bu gün için Sudan vb ülkelerde yaşananların hepsi bunu başaramayan ülkelerin durumunu gözler önüne sermiştir. Bu durumların sonucu olarak milyonlarca insan yaşamını yitirmiş, ülkeler parçalanmış, tamiri güç yaralara neden olmuştur. Ve hala bunlardan ders çıkaramayan toplumlar ise denenmiş yöntemleri denemeye ve sonuca oluşmaya çalışmaktadırlar.
    Peki bir arada yaşama sadece demokrasi, özgürlük, eşitlik vb gibi siyasi kavramların yerine getirilmesi ile başarılabilir mi? Hatta bu siyasi kavramların yanına adil bir ekonomik düzenin varlığını da ekleyelim. Bu durumda ’ biz’ ve bizim gibi olmayan ‘ötekiler’ bir arada yaşayabilecek mi? Şüphesiz bu birlikte yaşamayı olanaklı hale getirmek bakımından son derece önemlidir. Ancak temel problem bunların toplumda herkesin razı olabileceği şekilde nasıl gerçekleştirileceğidir. İşte bunu gerçekleştirebilmenin bana göre yegane çözümü ‘ empati’ kavramında gizlidir. Empati; bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu durumu ona iletmesi sürecine verilen addır. İşte toplumsal anlamda her bireye ve ya mümkün mertebe ulaşılabilen her bireye bu kavram öğretilebilinirse ve yaşamlarına aktarılabilirse bu durumda bir arada yaşamak için gereken her şeyin yerine getirilmesi de oldukça basit olur. Çünkü bu durumda birey ve dolaysıyla toplum kendisi için istediklerini kendisi gibi olmayanlar içinde ister ve ya en azından düşünür Buda toplumsal birçok sorunun çözümünü sağlar. Ve böylece toplumda her zaman yer alacak ‘biz ve ötekiler’ düşüncesi törpülenir. Milyonlarca insanın yaşamına mal olan bu düşüncenin yerini bir arada yaşama düşüncesi alabilir. Yazımı Onat Kutlar’ın şu güzel dizeleri ile bitireyim:
    Ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından
    Ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşım
    Durmadan düşünüyorum ne kadar çok öldük yaşamak için.

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin