Kültür Değişmesi ve Beş Şehir
By Alper Gürkan on Eki 13, 2012 in edebiyat, Kitap Sohbeti, Modernleşme, Sanat
(Ayraç dergisine yayımlandı)
“-Kardeşim, dedi bu gece ben Mübarek’i çok değişmiş gördüm.
Nasıl Diyeyim, fazla süslü gibi geldi bana!
Elimdeki viski kadehini ona tutuşturdum:
-Doğru! diye cevap verdim. Para, refah, fazla kazanmak hırsı
hepimiz gibi onu da değiştirdi.”
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Tanpınar önsözünde Beş Şehir[1]’in asıl konusunun eskiye karşı üzüntü ve yeniye karşı duyulan iştiyak olduğunu yazar. Geçmiş devrin mürekkebiyle kazınmış harita üzerinde, zaman kavramını bir büyüteç gibi dolaştırarak kendi penceresinden geleceğin hissedişlerine uzanır. Ahlâkın dönüşümünden törelerin algılanışına, savaşlarda yıkılanlardan binlerce yıldır kalanlara, ovalardan taşan anlamlardan ağaçların toplum için taşıdığı kıymete kadar upuzun bir satıhta dalgalanan zamanın nabzını yoklar her yerde. “Bu itibarla, onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı” (s.23) görebilmeyi umar. Bu ifade bize bu denemelerin, aynı satıhtaki beş noktada kültürün zamana bağlı kalarak farklılaşmasını gözlemleme imkânı sunduğunu göstermektedir.
1960’da yayımlanan ikinciye kıyâsen daha dar olan 1946 basımı Beş Şehir, yazarın belirlediği tasnife göre Ankara ile başlar. Millî Mücadele’nin tesiriyle muharip bulduğu Ankara’yı bir çıkış noktası olarak ele alması yazarın kastıyla olsun veya olmasın kitabın bütünü açısından manidârdır: Tanpınar, bir uygarlık değişimi içinde gördüğü Türkiye’nin yenilik eliyle yükselebileceği inancıyla, bu imkânın merkezi denilebilecek Ankara’dan bir vazife icabı yola çıkarak diğer şehirlere gittikçe yazacaktır denemelerini. Millî Eğitim müfettişi olarak yurdu dolaşacak ve raporlar yazarak bürokrat kimliği ile Anadolu insanına yaklaşacak bir “kalp adamlığı” sıfatlarının farkındalığıyla yola koyulmuştur. Bu sebepten ötürü onun Beş Şehir’de, bir taraftan mühendis-bürokrat-modernleşmeci-ideolojik bir bakışla geleceğe dair çıkarımları görülebileceği gibi diğer taraftan da mâziye bağlı-İslâm-muhafazakâr bir kültürel kimlikle geçmişe dönük tespitlerini bir arada okuma gereği ortaya çıkmaktadır. Fakat belki de az sayıda yazara nasip olacak bir bütünlükle Tanpınar, bu iki boyutu eşsiz bir üslub içinde harmanlayarak okuyucuya panoramik bir manzara sunmaktadır. Bu iki karakteri, yani modern ve muhafazakâr kimliği zaman kavramı etrafında ele alarak, onun bir kültür değişmesinin izini sürdüğü de dile getirilebilir.
Kayıp Mâzînin İzinde: Tanpınar ve Zaman
Türk edebiyâtıyla ilgili herkesin görebileceği bir Proust etkisi altında olan Tanpınar, zaman gerçeğini, farklı türlerdeki eserlerinde tematik düzeyde ele almıştır. En meşhuruyla Ne İçindeyim Zamanın şiirinde zamanın parçalanamaz mavi bütünlüğüyle, Eski Zaman Elbiseleri hikâyesinde yaşam dünyasını genişletip daraltan bir zamansallıkla, Huzur romanında Mümtaz’ın musiki suretinde dolaşan hatıralarının peşinde ama en esaslı biçimde de Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde zamanın bizzat kendisiyle hemhal olur. Bu durum Tanpınar’ın yalnız san’atında değil genel dünya görüşü içinde zamana atfettiği kıymetle alakâlıdır. Bursa’nın Osmanlı tarafından işlenişine bakarken dile getirdiği “Bursa’da ikinci bir zaman” algısı Tanpınar’ı; takvimlerin, saatlerin dışında velut ve yekpare bir zaman algısına götürür. (s.121) Zamanı yorumlamak hususunda, kendi kişiliğine koşut bir çizgide duran Bergson’un izlerinin görülmesi de doğaldır. Hatta Tanpınar’ın şairane üslubu, mezkûr filozofun açık tesiri olmaksızın izâha kavuşamaz bile denilebilir.
Karmaşık bir filozof olan Bergson’un yapıtlarındaki benzetmelerin şairlerin şiirlerindeki benzetmelerden çok olduğunu yazan Bertnard Russell onun zamana ilişkin görüşlerinden şunları çıkarır: “Geçmiş, mutlak olan şimdiyle sürede birleşir (…) şimdiye doğru yaşar ve ona etkir (…) Geçmişi ve geleceği, onlarla ilişki arzusuyla gerçek duruma getiren, böylece, gerçek süreyi ve gerçek zamanı yaratan bellektir. Geçmişle geleceğin bu karışımını sadece bellek anlayabilir.”[2] Böylece zamanın var oluşuna ilişkin olarak zihne ve hatırlamaya işaret eden Bergson’dan etkilenen Proust gibi Tanpınar da bu etki altında bilinçakışı tekniğine yönelmiştir. Bu yöneliş, onun hakikati dillendirme konusunda bir tür parçalanmış zihin gerçekliğinden hareket etmesinin bir gereği olarak okunabilir. Tanpınar, kendi dönemsel buhranları sebebiyle yaşadığı us-gönül ikilemini kahramanları üstünden de bu sebeple birer parçalanmışlık biçiminde temsil etmektedir. Necip Tosun, bu kahramanları bir eşikte tutan ikili kimliklerini ve parçalı hayatlarını bu bağlamda bir sentezcilikle açıklar: “(Y)eniyle birlikte zaman ve bütünlük parçalanmış, bilinç yaralanmıştır. Onun kahramanları sentezci oldukları için parçalanmış bir ruha sahiptirler ve buhranlarının kaynakları bu ikiliktir, seçimsizliktir.”[3]
Tanpınar’ın kahramanlarıyla dile getirdiği senteze zorlayıcı bu ikilik, esasen kendi şahsiyetinde ve fikriyatında inkişaf eden bir çatışmanın kodlarını ihtiva eder: Yaralı bilincin asıl sahibi olan Tanpınar yazdıklarıyla bir tekilliği değil, toplumsal hayatın adeta özünü simgelemekte, böylece kendisi de Türkiye’nin Ruhu’nu sahneleyen bir kahramana dönüşmektedir. Bu rolüyle “geçmiş zamanın izinde” dolaşırken, sadece şahsının ya da ferdî tekâmülünün bir seyrini değil, tüm cemiyetin geçmişle gelecek arasında hissettiği bir gerilimi bulup sergilediğini de söylemek gerekiyor. Onun zaman olgusuyla bu kadar içli dışlı olması, zamanı bir gerilim olarak kurgulaması; bir üslup mes’elesi olmanın ötesinde toplumsal dönüşümün kodlarını araştırması sebebiyledir. Ki eserlerinin bütünü yönünden maksadı, bu gerilimin köklerini tahkikatla meşgul olmasıdır denilebilecektir. “Bergson’un ‘hafıza bilinçtir’ sözü asıl olarak unutmak ve hatırlamakla yakından ilişkilidir. Bireysel ve toplumsal hafıza da bu bilincin sürekli ve yeniden inşası ile meşguldür. Dolayısıyla toplumsal yaşamın devinimi geçmiş ve onun kırıntılarıyla sürekli temas halindedir. Geçmişi tam anlamıyla incelemeden bugün hakkında söz sahibi olmak bir hayli güç.”[4]
Tanpınar ve Kültür Değişmesi
Nihâyetinde Tanpınar, yaşadığı devir itibariyle eski olanla yeni olanın, gelenekle modernitenin, Doğu ile Batı’nın çarpışmaları arasında kalmış ve buna bağlı olarak hayatın anlamlandırılmasından san’at hakkındaki görüşlerine, toplumsal nizâm hakkındaki fikirlerinden tarihe bakışına kadar hemen her alanda bunun gerilimini yaşamış ve eserlerine de yansıtmış bir kuşağa tâbidir. Toplumsal bir gereklilik gibi algılanan Batılılaşma çerçevesinde kendinden önceki düşüncelerden etkilenmiş, sonrakiler üzerinde de muhakkak bir iz bırakabilmiştir.
Türkiye’de kültür değişmesi üzerindeki tartışmalara kısaca değinirsek, bu konuda iki ana yaklaşım bulunduğunu söylemek mümkündür. İlk olarak XVII. asırdan itibaren hissedilen mağlubiyete karşı refleksif bir tarzda geliştiği değerlendirilebilecek bir modern söylem olarak anılabilir. Bu söylem, toplumumuzun maddî ilerlemeye muhtaç olduğu fikrinden hareketle, Avro-Amerikan tekniğinin ülkeye sokulması ve biliminin tahkik edilmesi ile bir ilerleme mefkûresine dayanmaktadır. Buna göre Osmanlı’nın askerî, siyasî ve sosyal olarak geri kalması; Avrupa’da yükselen bilimsellik ruhu ile doğmuş tekniğe yabancı olunmasından dolayıdır; çözümse millî, kültürel, dinî ve sosyal mevcudiyetin yaşatılırken bu yabancılığın giderilmesidir. Örneğin bu konuda çalışmış bilim adamlarından Erol Güngör kültürü formel düzeyde yeterli derecede şöyle tanımlayarak işe girişir: “Bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsenmiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddî ve mânevî unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir.”[5] Güngör kültürü bütünleştirici bir boyutta ele alarak millîlik üzerine vurgu yapar ve bu bağlamda İslâm ile bütünleşmiş olan toplumumuzun bununla çelişecek bir nizamla çatışacağını vurgular. Ancak son tahlilde, Ziya Gökalp’in Avrupa’da kurgulanmış bulunan pozitivist sosyolojinin zaviyesine hapsolmuş telakkisini aşamadığı söylenebilir. Medeniyetin içinde hayat bulacak bir kültür anlayışına ulaşamadığı için Batılılaşma ya da Avrupalılaşmak yerine kendince tanımladığı modernleşme ile toplumun yükseleceğini, millî kültürün de bu süreçte kendini koruyabileceği zannına kapılmıştır. O da Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Mehmed Akif gibi İslâm olmalarına rağmen modernite ile yeniden dirilinebilineceğini savunmuştur.
Güngör’ün bu noktada millî kültürü “geçmişe hasret duymak” ya da geçmişi diriltmek gibi bir gelenekçilik istikametinde telakki edildiğini tespit edişini aktaran Özakpınar, bunun yeni bir şey olduğunu belirtir ve millî kültürle toplumun arasında neredeyse tek bağın da bu “özlem” olduğuna değinir.[6] Güngör’ün kültür konusunda önemli olanın maddî tezahürler değil bunların arkasındaki zihniyet olduğu vurgusunu aktaran Özakpınar, ona göre “halkın dilinin reddedilmesi, toptan bir kültür değiştirme arzusunun ifadesi” olduğunu aktarır. Bir milletin tarihi, inançları ve kültürüyle şekillenmiş olan dil; yalnız bir düşünme vasıtası değil, inanç, değer, tutum, düşünme, duygulanma ve hatırlamanın da nesilden nesle aktarıcısıdır.[7] Bu çerçevede kültür değişmesinin topluma ait tüm süreçlerle beraber bir zihniyet değişimini tahrik ettiğini düşünmek doğaldır. Ki bu kültür konusunda ikinci yaklaşımın da temel izleğidir: Kültür, onu besleyen bir membadan ortaya çıkmaktadır ve şayet bu kaynak değişirse kültür de değişir ki işaret edilen husus medeniyettir. Medeniyet ve uygarlığın, kültürü şekillendirdiğini ve yani bir toplumun yaşam tarzını belirleyecek ölçüde hayatî bir öneme sahip olduğunu işaret eden bu yaklaşım, Said Halim Paşa’dan Sezai Karakoç’a, İbrahim Kalın’dan Lütfi Bergen’e muhtelif nüanslarla dile getirilmiştir. Yılmaz Özakpınar’ın şu yorumu mezkûr fikir adamlarımızın kültüre yaklaşımını özetler: “Türkiye’nin meselesi, İslâm medeniyeti bilincine sahip çıkarak, kendi medeniyet kaynağına uygun kültür değişmesini başarmaktır.”[8]
Tanpınar Beş Şehir’de, açıktan böyle bir tartışmaya girmese de denemelerin muhtevasında ve diğer eserlerinde, yukarıda değinildiği gibi sentezci bir tutuma sahip olmuştur. Onun, eski-yeni ya da geleneksel-modern ikiliklerini birer çatışma biçiminde okuduğu söylenemez. Tanpınar yazınında bu gerilim, mânevî yapının bugüne ve yarına aktarılmasıyla alakâlıdır. Maddî yapının her tarafında kendini belli eden yüksek mânevîyat ya da onun deyişiyle “vatanın mânevî çehresi olan kültür” (s.23) zamanla doğrudan alakalıdır. Hatta her şeyden çok zamanla beraber ve iç içe bir yolculuk üzerindedir. Bursa için yazdığı gibi, modası geçmiş, artık lüzumsuz sanılan duyguların ve güzelliklerin malı olan bu zaman, “hatıralarına kapanmış olan şehrin nabzında kendiliğinden” atmaktadır. (s.121) Özetle Tanpınar, maddî düzlemde medeniyet değişmesine yaslanırken mânevî düzlemde kültürü ve kültürel varlığı özlemek, bugüne taşımak, güncellemek temelinde bir yaklaşıma sahiptir. Bu ise çatışmanın değil, zamana bağlı sentezin öne çıkarılması anlamına gelmektedir. Tanpınar karakterlerinde görülen gerilim ve buhranın kaynağının da bu olduğunu değerlendirmekteyiz.
Bir başka örnekle, İstanbul’un hayâlî çehresinin kişiden kişiye değişebildiği gibi nesilden nesile de farklı oluşunu ele alır. Şehrin fetihten önce ve sonra taşıdığı anlamları, Tanzimat dönemindeki işlevini ve kendi dönemindeki İstanbul’u karşılaştırır. Onun bir san’at eseri gibi duruşunun ya da din çerçevesinden nasıl göründüğünün artık önemsiz oluşuna değinerek, İstanbul’u “hatıraların ve hasretlerin aydınlığı” ile anar. Bu hasret ise geçmişle bugünün bir çatışması olmaktan ziyâde, “gündelik hayata ve hülyalara” uzanarak bir anlam taşımaktadır. Ki onun geçmişe duyduğu özlem, yeni olana veya bugüne bir karşı çıkış değildir, bu sebeple İstanbul’u tüm büyük şehirler gibi “yaprak yaprak açılan” bir güle benzetir. (s.150-153) Şu halde Tanpınar’da gelenek-modernite farklılıklarının toplum içinde yarattığı çelişkileri, felsefî bir açmaz ya da siyâsî bir tartışma olarak değil, kültürel değişme olgusuyla ile ilgili olarak su yüzüne çıkarabiliriz. Yitirilen zaman, artık kullanılmayan eşyaların depoya kaldırılması gibi değildir onda, hala günlük hayatımızda var olan bir şeyin anlamsal arkaplanı gibi durmaktadır. Bu anlamda zaman, Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanın sessiz kahramanı, -ayaklı bir saat olan- “Mübarek” gibi, bizimle yaşamaya mecbur edilmiş bir eşyadır adeta.[9]
Tanpınar, eşyayı ve genel olarak maddî olan her şeyi, mânevî bir kuvvenin açılımı, uzanımı olarak ele alırken ona zamansallık hususunda bir kişilik atfeder. Ancak bu sadece hatıralardan ya da tarihten ileri gelmez, Tanpınar’da eşya ve kültürün maddî tezahürleri, bir anlamlılık çerçevesinde kıymet kazanır: “Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibdâ ediyorlardı. Maddeye sindirmesini ihtirasla aradıkları bir ruh ve imanları vardı. Taş, ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu. Duvar, kubbe, kemer, mihrap, çini, hepsi Yeşil’de dua eder, Muradiye’de düşünür ve Yıldırım’da harekete müheyya göklerin derinliğine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde bekler. Hepsinde tek bir ruh terennüm eder. Bu ruh, milletimizin ve harsımızın zamanı yenmekten hoşlanan yaşamak aşkıdır.” (s.286)
Beş Şehir, Tanpınar’ın Türkiye’nin tarihine ait derin izler taşıyan sokaklarında dolaşırken en büyük meselemiz olarak gördüğü geçmiş ve gelecek arasında sıkışmış benliğin buhranını hafifletme çabasıdır diyebiliriz. Bu sebeple şehirlerin kültürel mirasına tarihin tüm canlılığını katmaya özen gösteren bir dil kullanır. Bu topraklarda yaşamış eski insanlar tarafından üretilip kullanılan tüm eşyâ da bugünü biçimlendiren bir ruhun nurunu arar onda. Örneğin Bursa’da zihinlerde Anadolu ile özdeşleştirilmiş “çoban-kaval-kuzu” üçlemesi ile karşılaştığı sırada yaşadığı bir vuzuh anına değinmektedir: Uludağ’da gördüğü bu manzara onu Türk şiir ve musikisindeki güçlü belirlenime götürür. Tanpınar, “ ‘yeni’ olan her şeyin baş tacı edildiği, eskinin kötülendiği bir zaman diliminde bu furyaya katılmamış, ‘yeni’yi benimsemekle birlikte, mâzîyle, eskiyle bağlantısını sürdürmüş, kopuştan değil ‘devam’dan yana bir tavır koymuştur. Herkesin gözünü Batıya çevirdiği bir zamanda o Doğuyu, onun birikimlerini de savunmuş, Doğunun yaşayan dinamiklerini bulmaya, aydınlatmaya çalışmıştır.”[10]
Osman Bey’in Edebali’nin dergâhında uyuduğu gece, M.Kemal ve İnönü’nün Büyük Taarruz’dan, Alparslan’ın Malazgirt gâzâsından ve Fâtih’in fetihten bir gece önce gördükleri rüyaları, mübarek birer ağrıya benzetir Tanpınar. Onlar vesilesiyle Anadolu’nun dört bucağına yayılmış bir yaşam biçimiyle beraber her şey, zamanın karadeliğiyle oluşan boşlukta büzüşüp kalmıştır. Elimizde sadece hatırâlar ve rüyâlar vardır. Rüyâlar da geçmişin izinde bize yarın inşâ edeceklerimizin malzemesini vermektedirler sadece: “Muhakkak ki (…) eski şeyleri kendileri için sevmiyoruz. Bizi onlara çeken, bıraktıkları boşluğun kendisidir. Ortada izi bulunsun veya bulunmasın, içimizdeki didişmede kayıp olduğunu sandığımız bir tarafımızı onlarda arıyoruz. (…) En büyük meselemiz budur; mâzî ile nerede ve nasıl bağlanacağız; hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız; hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir ‘olmak veya olmamak’ davası yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir.” (s.235)
[1] Tanpınar,A.H. (2003); Beş Şehir,Yapı Kredi Yay.,Haz.:M.F.Andı, 6.Basım
[2] Russel,B. (2002) Batı Felsefesi Tarihi-III,Say Yay., Terc.:M.Sencer, İst.; s.401-404
[3] Tosun, N. (2005); Yaralı Bilinç’te Müzik, Zaman ve Rüya Estetiği: Ahmet Hamdi Tanpınar Öykücülüğü; Hece Öykü, Sayı: 10
[4] Yazılı, A. (2012); Tanpınar’da Muhafazakarlık ve Modernleşme; http://www.edebiyathaber.net/tanpinarda-muhafazakarlik-ve-modernlesme/, Erişim:07.09.2012
[5] Güngör, E. (1990); Türk Kültürü ve Millîyetçilik, Ötüken Yay., İst.,s.76
[6] Özakpınar, Y.(1998); Kültür ve Medeniyet Üzerine Denemeler, Ötüken Neşriyat, İst.,s.58-59
[7] a.g.e.:42-43
[8] a.g.e.:77
[9] Tanpınar, A.H. (1998);Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergah Yay., İst.
[10] Tosun,2005
… E-Kitap okumak için..
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde algılıyoruz kavramları. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. İnanmak zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitap Aktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.