RSS Feed for This Post

Bazen kendime bağırıyorum: Sen Müslümansın… Sen Müslümansın!

 İnsan sabah kahvaltısını hazırlarken farklı şeyler düşünmeli Cemal Süreya’nın da dediği gibi “… kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” mesela bir parça “mutluluk” hissetmeliyim öyle olmuyor ama… Değişiklikler uzun vadede kendini belli eder, uzun zaman gerekir, içinden geçmeniz az biraz da yaşlanmanız gerekir ama Türkiye’de öyle olmadı son 10-15 yılda öyle çok şey değişti ki genç yaşlarımızda kısa zamanlar içinde sebeplerin, süreçlerin ve hatta sonuçların şahidi olduk.

 Henüz bitmemiş bir darbe süreci var: 28 Şubat. Belki 28 Şubat’taki gibi ağır bir dönem yaşamıyoruz ama sürecin (en azından sonuçlarının) halen bitmediğini görüyoruz. Türkiye o günlerden bu günlere çok şey yaşadı mesela 15 yıl önce yolda 3-4 kişiden fazla “başörtülü” kadının yan yana yürümesi bir “eylem” sayılıyordu ve yasaktı, birçoğumuz evimizdeki kitaplıkları dağıtmak zorunda kalmıştık. Ülkenin medyası her gün ama her gün Müslüman dindarları hedef gösteriyordu. Ülkenin sivil halkı (Türkiye özelindeki totaliter laik kesime sivil demek pek doğru tanım değil ama…) durumdan vazife çıkartmıştı, yolda, iş yerinde rastladıkları başörtülü kadınlara sözle ve bazen fiilen saldırmaktan çekinmiyorlardı. İnsanların iş yerlerine, ekmek kapılarına türlü bahaneler ile el konuluyordu. Ahlaksızın biri her gün televizyona çıkıp “başörtüsü başında” İslami bir cemaatin ona nasıl kandırıp iğfal ettiğini anlatıyordu. vs. vs. Bugün artık bunları yaşamıyoruz ancak bununla birlikte bugün artık başka bir içsel zulmü yaşıyoruz. Çok rahatız ve umursuzluk içindeyiz. Müslüman dindar kesim olarak o rahatın içinde mum gibi eriyoruz, sabun gibi… Bazen biraz sesimiz çıkıyor ırkçılıktan sıyrılıp Kürtlerin hakkını savunuyoruz, Suriye’deki Esed rejimi katliamlarına tepki veriyoruz, Filistin diye bağırıyoruz ama devamı gelmiyor. Çok light (yumuşak, hafif) giyiniyoruz, bir başkasının derdiyle dertlenmiyoruz, sosyal ağ biolarımıza “Antikapitalist Müslüman, Liberal Müslüman, demokrat Müslüman” yazarken, Marks’ı hatmetmiş olmanın, Adam Smith incelemiş olmanın, bunları İslam’a katıştırmış ve hatta karıştırmış olmanın gururunu yaşıyoruz. (Bu isimler okunmasın demiyorum, elbet okunacak) Ancak bir kimliği tek başına “Ben Müslümanım!” diyerek dile getiremiyoruz. Yetmiyor mu bize bir tanım olarak, bir sıfat olarak Müslümanlık? Sonra vaktiyle “Atatürkçü olacaksın!” ezberine yakın bir ezber bize dayatılıyor: “Demokrat olacaksın!” olmayacağım demek kimin aklına geliyor? Kimin aklına geliyor, “Demokrat değilim, ben bir Müslümanım, haktan ve adaletten yanayım” demek, kimin, kaçımızın?

   Yine de bir görev hissi o hisse dair bir parça kalmış içimizde ama o görevi de hakkıyla yapmıyoruz bir zulüm gördüğümüzde sosyal ağlarda bir gurup açmak yahut konuyu bir tag ile yazmak, yazmış olmak, iki satır yazmış olmak yetiyor bize… Böyle mi olmalı? Bu kadarcık mı? 

  Öğrencisi olduğum İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencileriyle sohbet fırsatı bulduğum zaman “Düne kadar bu fakültede Zekeriya Beyaz, Yaşar Nuri Öztürk gibi cibilliyetsizler at koşturuyordu, burada 15 öğrencinin olduğu günler oldu, kızlara başları açık Kuran-ı Kerim okutuluyordu. Bugün sınıflara sığmıyoruz, bugün Şinasi Gündüz gibi bir dekanımız var. Dün her şey yasaktı bir şey yapamıyorduk bugün öyle değil Allah bize bir şeyler yapabileceğimiz bir zemin nasip etti. Şükredelim ve çalışalım.” diyorum. Unuttuklarımızı hatırlamamız gerekiyor. Bir bu rahatlık sürecinde bir şeyleri unuttuk ve kaybediyoruz ama unutmamalıyız. İsmet Özel’in dediği gibi “Neyi kaybettiğini hatırla!” hatırla…

   Geçen gün bir kardeşimle bir şeyler yapmalı, Müslüman gençlik kimliğini kaybediyor derdi üzerine konuşurken sadece 10 tane aklı başında Müslüman genç olsa bir “fikir ve adalet” hakareti oluşturulabilir, dediğimde “Abla acaba 10 tane aklı başında genç bulabilir miyiz, bulsak yola devam edebilir miyiz?” dedi. Bu sorunun sorulmuş olması bile durumumuzun vahimliğine bir örnek değil mi?

   Amin Maalouf “Ölümcül Kimlikler” eserinde  diyor ki:

“… Saraybosna’da sokakta elli yaşlarında bir adamı inceleyelim. 1980′e gelirken, bu adam şöyle derdi: Ben Yugoslavım!”, gururla gönül koymadan; daha yakından sorular sorulduğundaysa Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde yaşadığını ve bu arada Müslüman geleneği olan bir aileden geldiğini belirtirdi.

   On iki yıl sonra savaşın en şiddetli günlerinde aynı adam hiç duraksamadan ve bastırarak şöyle cevap verirdi: Ben Müslümanım! Hatta belki de şeriat kurallarına uygun bir sakal bırakmış bile olurdu. Hemen arkasından Boşnak olduğunu ve bir zamanlar gururla Yugoslav olduğunu vurguladığının kendisine hatırlamasından hiç hoşlanmadığını eklerdi.

   Bugünse adamımızı sokakta çevirsek önce Boşnak, sonra Müslüman olduğunu söyleyecektir; düzenli olarak camiye gittiğini de belirtecektir; ama ülkesinin Avrupa’nın bir parçası olduğunu ve bir gün Avrupa Birliği’ne katılmasını umut ettiğini söylemeden geçemeyecektir.” 

   Maalouf, kimliklerin “değişimi ve sonrasında ölümcüllüğü” üzerinden bir tez ortaya koyuyor. Bu tezi anlamak ve katılmakla birlikte tam tersine çevirdiğimde aslında “ölümcül kimliksizler” gerçeğiyle karşılaşıyorum. Kimlik insanın kendi gibi olanlarla bir arada durmasını ve onun ayakta kalmasını sağlayan omurga işlevi görürken aynı zamanda kendi gibi olmayanlar yüzleşirken kendini ve karşısındaki tanımasını sağlıyor. Bu denli işlevli görevi olan kimliği eritmek insanın kendine yapabileceği en büyük zulüm diye düşünüyorum.

 Yanına bir ek koymadan “fikir, hak, adalet, ahlak, sorumluluk ve hürriyet” üzerine bina edilmiş bir dinin mensuplarının ve özellikle gençlerin bir şekilde kimliklerine sahip çıkması, neyi kaybettiklerini hatırlamaları, ona sarılmaları gerekiyor. Bunu “dünyevi” anlamda “güçlü” olmak için değil “manevi” anlamda “güçlü” olmak için yapmaları gerekiyor.

   Dahası (çok uzadı biliyorum) geçenlerde sohbet etme fırsatı bulduğum Müslüman dindar bir arkadaşımla konuşmamız sırasında bana İngiltere’de master yaptığından, bir kitap yazdığından ama bu kitabı hediye etmeyeceğinden çünkü “para vererek” aldığımda o kitabın değerini bileceğimden ve vaktiyle birine yardımcı olup kazık yediği için kimseyi tanımadan yardım etmeyeceğinden bahsetti, hitabında kullandığı gereksiz “Sayın Bayraktar” ifadesinden rahatsız olduğumu belirttiğimde İngiltere’de alıştığından falan bahsetti, ne de olsa İngiliz nezaketi görmüş! Günlerdir bu sözler kafamda dönüp duruyor, ona söyleme fırsatı bulunca kendisine de ifade edeceğim ama şimdi buradan yazayım: İngiliz nezaketi (modern ve dünyalı nezaketi) tanımadan kimseye yardım etmemeyi, hep arada bir mesafe bırakacak gereksiz bir resmiyeti, bir değer için “para vermek” gereğini öngörür ama Müslüman böyle değildir. İslam sana “kardeşim” diyecek samimiyeti, tanımadan da iyilik etmeyi, paranın bir değer olmadığını telkin eder. Bu nedenle İngiltere’de master yapmış olman, statü sahibi olman sadece “senin için, nefsin için” bir katkı olmuşsa, bunun “bize” yani Müslümanlara dahası tüm insanlığa bir faydası olmamışsa ve dahası orada başka değerler içinde eriyip gitmişsen bitmişsin demektir. Erimemek için Mısır’da, İngiltere’de, dünyanın bilmem neresinde master-doktora yapmış olsan da, Taksim’de simit satsan da, Samsun’da çiğ köfte satsan da, burslu bir öğrenci olsan da, hamile bir kadın olsan da kendi hayatın içinde Müslüman kimliğini unutmadan o kimliğe sarılarak, küresel lağım potasında erimeden kendi iç dinamiklerinle yoluna devam etmelisin. Ve o zaman şimdi benim kendime bağırdığım gibi kendime bağırmalısın: Sen Müslümansın… Sen Müslümansın!

   Bazen okurlar mail ve mesaj gönderip -eksik olmasınlar- teşekkür ediyorlar. Oysa bence benim bir teşekkür etmem gerekiyor. Bu satırları yazdığım, mutluluğun eksik olduğu, üzerine kitapların yayıldığı bu mutsuz kahvaltı masasına bir şeyler söylemenin ve hatta fısıldamanın mutluluğunu yaydığınız için ben size teşekkür ederim.

… E-kitap okumak için…

 

İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

 

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

 

 

Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

 

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

 

 

Trackback URL

  1. 14 Yorum

  2. Yazan:@jamilabayraktar Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    Bugünkü yazım:Bazen kendime bağırıyorum:Sen Müslümansın..Sen Müslümansın! http://t.co/jGK6XlW1 Müslümanlar rahattan kimliksizlişmeye başladı

  3. Yazan:my Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    “Maalouf, kimliklerin “değişimi ve sonrasında ölümcüllüğü” üzerinden bir tez ortaya koyuyor. Bu tezi anlamak ve katılmakla birlikte tam tersine çevirdiğimde aslında “ölümcül kimliksizler” gerçeğiyle karşılaşıyorum. Kimlik insanın kendi gibi olanlarla bir arada durmasını ve onun ayakta kalmasını sağlayan omurga işlevi görürken aynı zamanda kendi gibi olmayanlar yüzleşirken kendini ve karşısındaki tanımasını sağlıyor. Bu denli işlevli görevi olan kimliği eritmek insanın kendine yapabileceği en büyük zulüm diye düşünüyorum.”

    burayi çok iyi yakalamissin gerçekten, “üstün alman irki” adina yapilan zulümlerden daha beterini doguran bir döneme girdik, senin tabirinle “ölümcül kimlik-siz-likler” .

    Müslümanlar bu firtinadan kurtulabilecekler mi? kisa vadede sanmiyorum. Bir kere kültürel/ticarî zeminlerde muhatab oldugumuz batililar bu zihniyette, ayrica askeri taarruzlar bitmiyor.

    ikincisi (ve daha korkuncu) insan olmadan Müslüman olmaya çalisan bir güruh var. “pozitivist islamcilar” bunlar. Sanat’a düsman, tasavvuf’a düsman, ilâhî ask’a düsman… Karisina çiçek almayan, bir siir okurken gözleri dolmayan adamdan müslüman olur mu? oluyor artik 🙁

    kimliksiz müslümanlik, davasizlik, vurdumduymazlik, Fatma Gökhan’in yazisinda söyledigi gibi “kan görmeye dayanamayan” ama TV’de Arakan’i, Filistin’i aksam yemeginde seyredebilen bir kusak… Hakikaten acayip.

    Neden böyle oldu? Tersine çevrilebilir mi? Sanirim mümkün. Hastaligin teshisi için sadece Müslümanlara degil bütün insanlara bakmak lazim kanaatimce.

    Adina “demokratik toplum” diyebilecegimiz bir olgu var. UYUTAN, pasiflestiren bir sey var demokraside: Herkesin (teoride) esit oldugu bir toplum. “Esitlik” demek aslinda “adalet” demek degil ve “Esitlik” anlam olarak “özgürlük” demek de degil. Bu üçü çatisabiliyor ama Bati toplumlari hepsini AYNI YAPTILAR:

    Demokrasi = Esitilik = Özgürlük = Adalet

    Bu önce onlarin sonra da bizim aklimizi felç etti. Fikrimiz, aklimiz dünya ehli tarafindan egemenlik altina alindigi için asiri dünyevilesmis bir Müslümanlik(?) yasiyoruz.

    Dedigim gibi gelecek onyillarda bunun degismesi biraz zor, Bati’nin fikrî zemininde kalmanin bedeli bu.

    Peki Bati’nin çivisi ne zaman çikti? Zannediyorum ABD’de demokrasi kurulurken. Zira bu taBandan gelen bir demokrasiydi. Fransa gibi tepeden inme, taVandan gelme degildi.

    teknoloji ve para ile güçlenen birey siyasi sahadaki TEORiK esitligi ve TEORiK özgürlügü elde edemeyince kendi HAZLARINA, KÜçÜK heveslerine odaklanacakti. Halkin bencilligi neticesinde açilan bu boslugu kim dolduracakti peki? Tabi ki modern bir oligarsi = Devlet + Sermaye + Medya. Alexis de Tocqueville’in 1835’te yazdigi Amerika’da demokrasi kitabindan uzuuuuun bir alintiyla bitirelim bu yorumu:

    “… Kendimizi kandırmayalım, demokratik kurumlar insanların ihtiraslarını şiddetle körüklüyor. Bu hırs kurumların herkese eşit olma imkânı vermesinden değil, bu imkânın kullanılmasındaki aksamadan kaynaklanıyor. Demokratik kurumlar eşitlik arzusunu uyandırıyor ve körüklüyor ama bu arzuyu tatmin edemiyor. Vaad edilen mükemmel eşitlik sürekli halkın elinden kaçıyor, tam yakaladığını zannettiğinde kayıp gidiyor. Pascal’ın dediği gibi bitmeyen, ebedî bir kaçış bu. Halk durmadan kendini hazırlıyor bu eşitliğe. Ne olduğunu bilecek kadar yakın, tadamayacak kadar uzak. Başarma umudu onu heyecanlandırıyor, başarma ihtimalindeki belirsizlik ise bıktırıyor.

    […]

    Maddî arzuları doyurma çabası demokrasiler için olmazsa olmazdır. Ama yasalar karşısında eşit olmak, serbest ticaret ve rekabet ortamı sebebiyle toplum siyasetten uzaklaşır. Egoist beklentiler peşinde koşan, maddî çıkarları dışında hiç bir derdi olmayan burjuvazinin boşalttığı alan despotik bir devlet tarafından doldurulabilir.

    […]

    Yeni despotizmin neye benzeyeceğini hayal ediyorum. Birbirine benzeyen, “eşit” insanlar görüyorum küçük ve sıradan hazlar peşinde, hiç dinlenmeden kendi etraflarında dönüyorlar. İçlerini, ruhlarını dolduruyorlar bu hazlar ile. Her biri ötekilerle arasına bir mesafe koymuş, onların başına gelen şeylere kayıtsız, yabancı gibi. Çocukları ve yakın arkadaşları onun için bütün insanlığı teşkil ediyor. Kendi ülkesinin vatandaşları? Hemen yanındalar ama onları görmüyor. Dokunuyor ama neredeyse hissetmiyor. Sadece benliği var ve benliği için var. Elinde bir aile kaldıysa bile artık vatanı yok.
    Onun bu bireysel hazlarının sürmesini garantileyen devasa bir güç yükseliyor üzerinde. Mutlak, düzenli, öngörülü ve şefkatli. İnsanı yetişkinliğe hazırlayan baba şefkatini andırsa da özünde bireyleri çocukluk mertebesinde tutmayı amaçlıyor. Vatandaşların haz almalarından hoşlanıyor, yeter ki istedikleri tek şey bu olsun. Bu güç gönüllü olarak bireylerin mutluluğu için çalışıyor ama bu mutluluğun tek vektörü ve tek hakemi olmak iddiasında. Onların güvenliğini sağlıyor, ihtiyaçlarını karşılıyor, haz almalarını kolaylaştırıyor. Endüstrilerini yönetiyor, miras sorunlarını çözüyor. Böylece bireyler düşünmenin zahmetinden ve yaşama ızdırabından kurtuluyorlar.
    Vicdan ve özgür irade her geçen gün biraz daha gereksiz ve nadir oluyor, daha küçük alanlara hapsediliyor. Özgürlük böylece insanların parmakları arasından kayıp giderken birey [felçli bir hasta gibi] kendini yönetme kabiliyetini tamamen kaybediyor. […] Demokratik toplumların korkması gereken en büyük tehlike anarşi değil. Zira eşitlik iki eğilim doğuruyor: birincisi insanları bağımsızlığa götürüyor ve anarşiye yol açabilir. Diğeri is daha uzun, sinsi ama daha kesin bir şekilde köleliğe götürüyor.

    […]

    Demokratik ülkelerde sınıf ayrımı yok. Haliyle buralarda yaşayan insanların ne üzerlerinde ne de altlarında biri var. Sınıf ayrımı olmadığı için bireylerin doğal müttefiki sayılabilecek kimse de yok. İnsanlar içlerine kapanıyorlar ve kendilerini toplumdan soyutlanmış olarak düşünüyorlar.

    […]

    Böyle insanların özel hayatlarından bir nebze ayrılıp toplumun sorunlarıyla ilgilenmeleri çok zor. Doğal olarak kollektif karar ve sorumluluğu devlete ve onun temsilcilerine terk ediyorlar. Hem toplumun dertleriyle uğraşmayı sevmiyorlar hem de vakitleri yok.Demokratik ortamda özel hayat o kadar aktif ve o kadar arzularla dolu ki kimsenin siyasete ayıracak vakti yok.”

  4. Yazan:@SiirtlilerNET Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    http://t.co/hJR5Afwh

  5. Yazan:moruk Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    eşitlik mi, kim eşit?
    müslümanlar eşit mi?
    hristiyanlar eşit mi?
    ateistler eşit mi?
    ne eşitliği?
    fırsat eşitliği mi?
    statü eşitliği mi?
    hukuksal eşitlik mi?

    hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?

  6. Yazan:@ahmetseref Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    “Ve o zaman şimdi benim kendime bağırdığım gibi kendime bağırmalısın: Sen Müslümansın.. Neyi kaybettiğini hatırla!”: http://t.co/Vgen3bdP

  7. Yazan:@bahargmr Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    Güzelce bir yazı…http://t.co/suucTZ8a

  8. Yazan:@sevcanagu Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    Çok yerinde bir yazı olmuş ağzınıza sağlık @jamilabayraktar Ben de kendime bazen bağırmak istiyorum:Sen Müslümansın! http://t.co/bCOA2k9R

  9. Yazan:@guncelhaberler Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    Bazen kendime bağırıyorum: Sen Müslümansın… Sen Müslümansın!: http://t.co/AagDmvIP

  10. Yazan:Futbol mu yoksa vicdan mı? Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, PKK’lı tutuklu ve hükümlülerin cezaevlerinde başlattığı süresiz ve dönüşümsüz açlık grevlerine dikkat çekerek çarpıcı açıklamalarda bulundu.

    ‘EY TÜRK HALKI’ DİYE BAŞLADI

    Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, cezaevlerinde bulunan PKK’lı tutuklu ve hükümlülerin Abdullah Öcalan’ın durumuna dikkat çekmek ve ana dilde eğitim için başlattıkları süresiz dönüşümsüz açlık grevi ile ilgili görüşlerini Twitter’dan paylaştı. Baydemir, “Ey Türk halkı” diye başladığı tweet’te, şunları yazdı: “Tasada, acıda, göz yaşında ortaklaşma olmazsa, sevinçte de ortaklık olmaz. İşte o zaman bölünmüş olururuz. Açlık grevi bir vicdan hareketidir, vicdandan vicdanlara sesleniştir. Ancak, medeni toplumlarda duyulur ve yansımasını bulur. Vicdan medeniyettir, vicdan insan olmaktır, vicdan imanın olmazsa olmazıdır. Vicdanı iktidarına satan bir yönetimden ve ona destek olan seçmenlerinden vicdani ve insani bir duyarlılık beklememeliyiz. İşte böylesi bir ülkede insanların açlık greviyle bedenini ölüme yatırmasına vicdanım elvermiyor.”

    “ÇOĞUNLUK FUTBOL MAÇI İZLİYOR”

    Baydemir, dün akşam oynanan Macaristan-Türkiye milli maçına da göndermede bulunarak, şöyle devam etti: “Bana dilediğiniz hakareti yapın. Artık Türkiye toplumunun çoğunluğunun, Kürt halkının haklı davasına vicdanla yaklaşacağına inanmıyorum. En nihayetinde ateş düştüğü yeri yakıyor. Çoğunluk ise, futbol maçı izliyor.”

  11. Yazan:@tezcandemet Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    @jamilabayraktar “İçinizden hayra davet eden bir topluluk bulunsun” “Sen müslümansın!” diye bağırmak gerekiyor aslında.
    http://t.co/hZLEjQzy

  12. Yazan:@tezcandemet Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    @jamilabayraktar Bu arada kaleminize,yüreğinize sağlık.
    http://t.co/hZLEjQzy

  13. Yazan:@zenciballerina Tarih: Eki 17, 2012 | Reply

    Cemile Bayraktar’dan : “Bazen kendime bağırıyorum: Sen Müslümansın… Sen Müslümansın!” http://t.co/aa52kiJF

  14. Yazan:@selahaddim Tarih: Eki 18, 2012 | Reply

    http://t.co/5F1tfCgf

  15. Yazan:@pnrburcak Tarih: Eki 18, 2012 | Reply

    Bize bizi hatırlatan çok güzel bir yazı, teşekkürler @jamilabayraktar http://t.co/e7W8NbeD

  1. 1 Trackback(s)

  2. Ara 12, 2012: Son 12 ayda en çok okunan 40 sayfa

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin