RSS Feed for This Post

“Müslüman Roma”: Kelimeler Masum Uygulama Kötü

Tarihin akışında kritik dönemeçler vardır. Bu zaman dilimlerinde hemen herkes yüzyıllarca süregelen mevcut tarihsel düzenin farklı bir yönde seyredeceği/seyretmesi gerektiğini inancındadır. İnsanların zihinlerinde ve gönüllerinde bir devinim başlamıştır. Yeni durum hakkında belli belirsiz fikirler havada uçuşur, görüşler dağınıktır. Meseleyi bütünüyle kavrayıp sağlam bir zemine oturtacak, yeni vizyonun ve paradigmanın teorik temellerini ortaya koyacak kafaların gelmesi ve tüm bunları toparlayacak eserlerin verilmesi gerekir/beklenir. Hayır, “Müslüman Roma” böyle bir kitap değil. Ancak yazarın twitter hesabından yazdıklarına bakılırsa fikirlerine, gelecekteki Türkiye tasarımının şifreleri gibi baktığı ve öyle de muamele görmesini istediği çok açık. Esasında A. Bayar’ın “Müslüman Roma”sında yeni bir şey yok, yepyeniyse hiçbir şey yok. Tabi böyle olması kitabı kıymetsizleştirmiyor. 

Tüm tezleri tek tek tartışacak değiliz. Onun için oturup herhalde ayrı bir kitabın yazılması gerekir. Hem ayrıca bizim de paylaştığımız ve katıldığımız fikirler de var. Ama ben kısa bir yöntem eleştirisi ve katılmadığım, hatta tehlikeli bulduğum bir iki teze değinmek istiyorum.

Yazarın düşüncelerinin bütününe bakıldığında eklektik bir yapısının olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayarak Cumhuriyet Türkiye’sine intikal eden ve günümüzde hala tartışılan, özellikle laik/ulusalcı kesim başta olmak üzere milliyetçi, muhafazakâr kesimlerin en temel kavramlarını/düşüncelerini, onların dahi yanlış bildiğini ve kullandığını öne sürerek açıklamaya ve bağdaştırmaya çalışmış. Bunu Türkiye’de gerginlik ve çatışma konusu olan kavramlara takla attırarak, eğip bükerek ve onlara kendi gönlünce yeni anlamlar yükleyerek yapmaya çalışması tezlerinin en zayıf yönü. Bu gayreti iyi niyetlerle yapılan bir uzlaştırma çabası gibi görebiliriz. Lakin bu iyi niyetli kabul ettiğimiz çaba kaçınılmaz olarak fikirlerinin tutarlı bir bütünsellik arz etmesine engel olmuş. Ayrıca izlediği yöntem de sorunlu. Kafasındaki iddiayı kanıtlamak için tarihin ambarından kendi savını destekleyecek olay, olgu ve belgeleri seçip keyfince yorumlamış. Argümanları çok zayıf. Twitterdaki tartışmalardan sonra merakla elime aldığım kitapta yaşadığım ilk hayal kırıklığı da bu hususta oldu. İnternetten yaklaşık dört yüz elli sayfa olduğunu öğrendiğim kitapta, pek çok kaynaktan karşılaştırmalı yapmış olduğu okuma ve değerlendirmelerin, sağlam bir tarihi arka plan eşliğinde, sosyolojik, antropolojik, felsefi zemin üzerine inşa edilen uzun ve derin işlenen güçlü tezlere dönüşmüş olduğunu göreceğimi ummuştum. Oysa kitabın bir röportaj, twitter tartışmaları ve eski yazılarından mürekkep (kitabın dörtte üçü) bıktıran tekrarlarla sayfa sayısı şişirilmiş bir çalışma olduğunu gördüm. “O mesele öyle değil aslında böyle, şu konu bildiğiniz gibi değil aslı şudur” kıvamında iddia edilen tezlerle sürüp gidiyor. İşine geldiğinde kelimenin etimolojik kökenine inip oradan bir yargı üretmeye çalışıyor, bazen tarihsel bir durumundan zorlama bir çıkarımla iddialarına dayanak arıyor, bazen de Kuran ayetlerine başvuruyor. Ve bu amaçla yola çıkan herkes gibi istediği kanıtı bulmakta zorlanmıyor. Ortaya da kırk yamalı bir bohça çıkıyor.

***

Görüşlerinin ana eksenine koyduğu “Kuruluş Felsefesini” bir tabu haline getirmiş görünüyor, yazar. “Kuruluş Felsefesi”nin sanki toplum için sonsuz saadeti temin edecek mükemmel bir program olarak tasarlandığını ifade ediyor. Doğrudur, Birinci Meclis ve 1921 Anayasasındaki konsensüs, birlik ve dayanışma duygusu şu anda bulunduğumuz noktadan çok ilerideydi. (Tabii Kurtuluş Mücadelesinin hala sürüyor olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım) Fakat çok değil birkaç yıl sonrasından itibaren bu ülke öyle bir cendereye sokuldu ki vesayete yaslanan bir takım elitler dışında onlarca yıl kimse rahat yüzü görmedi.

Hem zaten bugün kimi kesimlerde “Kuruluş Felsefesi” olarak üzerine başlık çekilen ve Kurtuluş Savaşı yıllarında ve Cumhuriyet ilk kurulduğunda üzerinde tüm toplumun mutabık kaldığı ilkeler bütünü yoktu. Bugün “kuruluş felsefesi” diye kutsanan değerler, Cumhuriyetin ilanından sonra farklı dönemlerde çeşitli ihtiyaçlara binaen ortaya çıkmış dar bir zümrenin ilke ve politikalarıydı. Tam birinci meclisteki çeşitliğin gerçekleştiği esnada tümüyle ortaya çıkmış ve kabul görmüş ilkeler değildi. Ama yazar bu gerçeği görmezden geldiği için, Atatürkçülük iyiydi, Kemalizm güzeldi, laiklik süperdi, ulus devlet şahaneydi diyor ve ardından da, bazı iç ve dış fitnecilerin zaman içinde bu kavramları esas anlamlarından saptırdıklarını ekliyor. Sinir bozucu olanı ise bu “kutsallar” adına yaklaşık seksen yılda bu ülkede hiçbir acı yaşanmamış gibi davranıyor.

***

Kitapta ilk şoku şu cümleleri okuduğumda yaşadım:

“Türkiye’deki laiklik, dini kurumları ya da söylemleri ele geçirip onu başka maksatlar için kullanmak isteyenlere engel oldu. Milletin dinini bir anlamda korumuş oldu.” (s. 24)

                Güler misiniz, ağlar mısınız? Türkiye’de Kemalist ideolojiye dayanan vesayet anlayışının on yıllarca bu ülkenin dindarlarına, dinini hayatının her alanında yaşama isteğinde olanlara yaptıklarını hiç bilmesek yukarıdaki iddiayı üzerinde düşünmeye değer bulabilirdik. Laiklik, Türkiye’de dindar, muhafazakâr halkı “tedip etmek” için icap ettiğinde dövmek maksadıyla vesayetçi odakların ellerinde bir sopa gibi kullanıldı. Çok yakın geçmişimizde cereyan eden ve bugün hesabı sorulmaya çalışılan 28 Şubat zulümlerinin aktörleri bile yarım ağız da olsa bu gerçeği kabul ettikleri bir ortamda, A. Bayar’ın iddiası çok temelsiz kalıyor. Laiklik-irtica karşıtlığı üzerinden son bir asırda memleketin dini liderlerine, âlimlerine şeyhlerine neler yapıldığı, tarikatlara, cemaatlere, İslami hareketlerin başına neler geldiği herkesin malumu.

Laikliği, adalete katkısı olmasını sağlamak ve ülkenin tüm insanlarının refahı, mutluluğu ve özgürlüğü için yeniden tanımlayıp formüle etme çabasına, yakın siyasi tarihimizdeki baskıcı uygulamalarını görmezden gelip hiç inandırıcı olmayan bir kılıfa sokup meşrulaştırarak başlamak yanlış bir yöntem. Bu ülkenin halkı laikliği, siyasi literatürde zaman içinde kazandığı anlam ve bu anlamın üzerlerine yağdırdığı acılardan mı tanıyor yoksa etimolojisinden mi? Laiklik ne zaman bu ülkede halkın değerleri olarak anlaşıldı? Laiklik elitist bir ideoloji olarak çalıştırılmadı mı bu ülkede? Şimdi kelimenin etimolojinden yola çıkarak laikliğin elde kırbaç gibi kullanıldığını görmezden mi gelelim?

Yazar kelimenin kökenine inip açıklamalarda bulunmuyor sadece; orda kalsa iyi, öyle bir akıl yürütme yapıyor ki, sonunda gelip vardığı yerde laikliği şirkin karşısına konumlandırdığını görüyoruz şaşkınlıkla. “Allah’ın Yasası, Allah’ın emrettiği alanlar dışında uygulanmasın diyen insandır laik insan. Allah o şeriatı din kavrayışı içinde vazetmiştir. Dolayısıyla, Allah’ın iradesini çalmaya yeltenen insana karşı, şirke karşı laik olunur.”(s. 61) Söyleyecek hiçbir şey kalmıyor size. Sözün bittiği yer.

Başörtülü kadın ile laiklik arasında kurduğu ilişkiye dair söylediklerini aktardığımda eminim okuduğunuzda siz de benim gibi hayretler içinde kalacaksınız. “Başörtülü dediğimiz kadın Türkiye’de laikliğin sembolü, motoru ve taşıyıcısı. Üniversiteye girmek istiyor, sosyal hayatın içinde olmak istiyor, eşit haklar istiyor. Bütün bu özellikleriyle, başörtülü kadın laik demektir Türkiye’de.” ( s. 59) Laikliğe aykırı olduğu gerekçesiyle başörtüsü yüzünden eğitim hakları gasp edilen hanımlar neler hissettiler acaba bu satırları okuduklarında?

Kitabının bir yerinde (sayfa 27 ) “Bir mezhep tercihinde bulunmayacak bir devletten bahsediyoruz. İkincisi ve daha önemlisi, bir din tercihinde de bulunmayacak. Devletin bir din tercihi de olmayacak bir dönemden bahsediyoruz” diyen yazar, bir diğer yerinde (sayfa 63) “Devletin bütün dinlere eşit mesafede durması da benim için anlamlı bir ifade biçimi değil. Türkiye gibi bir ülkede devlet bütün dinlere eşit mesafede durmaz.” diyebiliyor.

Bu çelişkili ifadelere bakarak yazara “hangi laiklik?” diye sormadan edemiyoruz. Bu savlardan birine veya ötekine katılmak ya da katılmamak bir yana, bu çelişkiyi yazarın kavramları eğip bükmeye çalışırken kendi içinde tutarlı bir fikri bütünlüğü yakalamakta nasıl zorlandığının örneği olarak görebiliriz.

***

Tarihsel olayları çarpık yorumlamasına bir örnek olarak şu cümlesine bakalım:

 “Cumhuriyetin Kuruluş Felsefesi milletin dinini korudu.” ( s. 25) diye yazıyor.

Cumhuriyeti kuran kadronun dinden çıkıp çıkmama tartışması yaptıktan sonra “hayır çıkmayalım” seçeneğinde karar kılmasından cumhuriyetin kuruluş felsefesinin milletin dinini koruduğu çıkarımında bulunuyor. Bu nasıl bir okuma biçimidir? Şöyle bir okumadır: Kafanızda ileri sürmek istediğiniz bir şekilde oluşmuş bazı yargılarınız vardır, bunları temellendirmek için yukarıda da belirttiğimiz gibi tarihten sizi haklı çıkaracak deliller ararsınız. Ve herkes gibi siz de bulursunuz. Türkiye’de din ve halkın kendi içinde yaşattığı dini kurumlar kuruluş felsefesi sayesinde değil, bu kuruluş felsefesinin gereği olarak onlarca yıl uygulanan baskı ve zorbalıklara rağmen hayatiyetini idame ettirebilmiştir. Bu hakikatler ortada dururken yukarı da iddialar gerçekten çok komik oluyor.

Kuran hakikatlerini de arkasına alarak zorlama yorumlarından biri olarak milliyetçi söylemdeki “tek din” anlayışına nasıl takla attırdığını örnek verebiliriz. Önce  “Allah indinde tek din İslam’dır” ayetinden yola çıkarak Yahudilik ve Hıristiyanlığı da tek din olarak yani İslam olarak düşündüğünü söylüyor. Evet, doğru, İslam inancında ilk peygamberden son peygambere kadar gelen tüm inanlar da İslam’dır, Müslüman’dır. Museviliğin ve Hıristiyanlığın bozulmamış hallerinin de aslında İslam olduğuna inanıyoruz zaten. Ama bu gerçeği, milliyetçi bir sloganı masum ve kabul edilebilir kılmak için kullanmak nasıl bir kurnazlıktır, hayret ettim doğrusu. “Tek din” ibaresini hiç kimse bu ülkede A. Bayar’ın öne sürdüklerini düşünerek ifade etmiş değildir.

***

Gelelim kitapta defalarca tekrar ettiği en problemli ve tehlikeli bulduğum iddiasına: “Türk bir milletin adıdır, Kürt ise bir ırktır, millet değildir.”  Gerçi bu yazarın kendi orijinal tezi değil. Son yıllarda, eski İslamcı, eski muhafazakâr/dindar, eski milliyetçi taifesinden olup da bugün içine zamanın ruhu fazladan kaçmış bazı aydın ve gazetecilerin de benzer iddiayı yüksek sesle dillendirdiklerine zaman zaman şahit oluyoruz. Önceden hem ayrılıkçı fikirlere ve teröre karşı hem de “davalarının” özü gereği samimi ve dindar Kürtlere hitaben ilaç niyetine “Türk Kürt kardeştir” diyenler, son yıllarda büyük bir özgüvenle –aslında kibirle- bu kardeşlik vurgusundan daha az söz eder oldular.

Seksen yılda vesayet ideolojinin baskı ve zorbalıkla yapamadığını farklı bir yöntemle bu yeni taife başarmaya çalışıyor. Neden böyle diye sorduğumda başka bağlamda düşündüğüm bir sonuca yeniden varıyorum. Bu ülkenin sağcısından solcusuna, dindarından laikine, milliyetçisinden ulusalcısına hemen hepimiz bir parça İttihat ve Terakki virüsü yutmuş durumdayız. İttihat ve Terakki Cemiyetini genellikle askeri vesayet ve darbelerle özdeşleştirip o zihniyetin tasfiyesi gerektiğini söyleriz, ancak hepimiz bu cemiyetin kurduğu ve her darbede biraz daha tahkim edilen ideoloji ile malulüz. Yeterli özgüvene sahip olan ve uygun atmosferi de yakalayan gruplarda bu virüs aktive oluyor ve kendi fikirlerini söyletebiliyor; bir asır sonra bile. Türkçülük de işte bunlardan biri.

 “Türk bir milletin adıdır, Kürt ise bir ırktır, millet değildir” söyleminin negatif sonuçları, “Kürt diye bir ırk/millet yoktur, onlar esasında dağ Türk’leridir” safsatasının bu ülkeye verdiği zarardan daha az olmaz. Terörü besleyen insan kaynağının temelinde kibirli ve üstten bakan bu dışlayıcı dilin psikolojik etkisi olduğu hiç mi görülemiyor? A. Bayar’ın tabulaştırdığı “Kuruluş Felsefesi” gereği uzun zaman tamamen inkâr edilen bir halk ve onların sorunları, vesayetin gerilemesi ve Ak Partinin ciddi çabalarıyla biraz hal yoluna girmişken, şimdi birilerinin, “tamam ırksınız ama biz de milletiz” diyerek onları kendileriyle eşitlememe konusundaki çabalarını anlamak mümkün değil. Bir “ihsan” gibi ırk olduğu kabul ediliyor ama yine de “aşağı” mertebede bırakılıyor. Tarihi, sosyolojik ve antropolojik hiçbir temeli olmayan bu iddianın hem kendisi hem de seslendiriliş biçiminde kullanılan dilin, ayrılık ve bölücülük aklının ucundan kenarından bile geçmeyen çoğunluk Kürtleri de yaraladığının farkında değiller sanırım.

“Türk bir milletin adıdır, Kürt ise ırktır, millet değildir” iddiasının tehlikelerinin neler olabileceğini düşünürken, yazarın “Türk kelimesini bir ırk adına indirgemeye çalışan iki gruptan biri ayrılıkçı Kürtlerdir” (s. 50) cümlesine rastladım. Yani yazara göre Türk bir ırk adıdır diyen her Kürt ayrılıkçı damgasını hak ediyor. Allah korusun, yazarın bu iddiasının tüm ülkede yaygınlık kazandığını düşününüz. Ayrılıkçı olmayan çoğunluk Kürtleri de bölücülerin saflarına itmez mi böyle bir yaklaşım? En azından bir arada kalmışlık hissine sevk etmez mi onları?

***

Türk neden bir ırkın adı değildir de Kürt bir ırkın adıdır; tarihi, antropolojik hiçbir temeli olmadan öne sürülüyor. Bütün dünya, 11. yüzyıldan bu yana Anadolu’da yaşayan insanlara “Türkler” adını vermiştir diyerek iddiasını güçlendirmeye çalışıyor, yazar. Yani hoşumuza gittiğinde Avrupa’nın bize verdiği ismi memnuniyetle kabul ediyoruz. Ama aynı Avrupa bize “barbar” da diyor, bunu kabul edecek miyiz peki?

Meselenin önemli bir ayağı da kim ne derse desin isimlendirmededir. Türk de, Kürt de, Arap da birer ırk/kavim isimleridir. Türk ismini pek çok kavmi de içine alacak biçimde tarif etmeye çalışmak gerçeği değiştirmez.

Benim naçizane düşüncem, Türk veya Kürt gibi ırk/kavim isimleriyle oynanacağına, “millet” kavramını inanç ekseninde yeniden tanımlayarak daha güçlü bir duygudaşlığı ve birlikteliği tesis etmenin yollarını aramak. “Millet” kavramı üzerinde yapılacak bir onarma ile işe koyulmak daha hayırlı sonuçlar verir kanaatindeyim. Mübarek Kitabımız bize bu imkânı veriyor. Millet kelimesi her yerde din/inanç anlamında kullanılmıştır Kuranda. Hatta öyle ki, bir surede Allah (cc.) kavim ve millet kelimesini aynı ayette art arda kullanmıştır ( Yusuf-37). Sadece bu ayetteki söz konusu kelimelerin kullanılış biçimleri bile “kavimden” ne anlamamız gerektiği, “milletten” ne anlamamız gerektiği konusunda önümüzü aydınlatmakta. Münevverlerimiz bu yönde fikir üretir, kalem oynatırlarsa daha hayırlı bir iş yapmış olurlar. Tabi içimizde bir yerlere gizlenmiş milliyetçi tutkularımız ve emperyal hırslarımız bizi başka kelimelerin peşinde sürüklenmeye itiyorsa, o başka. 

Evet, bu iş aydınlarımıza düşüyor, devlete değil. Hem devlet bir millet tanımı da yapmak zorunda değil. Devlet hazır yeni bir anayasa da yazıyorken, hiçbir kavme, ırka, millete referans vermeden, hukuksal bir bağ olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti çatısı altında yaşayan insanların “vatandaşlığından” söz etse, kanaatimce yeterli olur. Bırakınız sosyal hayatta kim kendisini nasıl tarif ediyorsa, nasıl hissediyorsa öyle ifade etsin. Kültürel zenginliğimiz ve etkileşimler de kendi tabii seyrinde akıp gitsin.

***

Son söz de kitabın adıyla ilgili olsun. “Müslüman Roma” isimlendirmesini kullanmasındaki gerekçeleri pek sağlam ve yerinde bulmadım. Sadece başarılı bir jenerik çalışması. Tabi “Müslüman Roma” jeneriği altında çizmeye çalışılan vizyonun tarihsel ve jeopolitik temelleri yok değil, bu hususları başka tarihçiler, stratejisiler ve analistler de zaman zaman dille getiriyorlar zaten. Güçlü ve büyük bir ülke, önce kendisinde sonra da bölgesinde adalet ve refahın öncüsü olmaya başarabilen bir Türkiye hepimizin arzusu. Ama bunun teorik temellerinin ortaya konması noktasında yazarın yanlış bir yol izlediğini düşünüyorum. “Benim için hiçbir farklılık sorun değil” ya da “o mesele bildiğiniz gibi değil aslında şöyle” diyerek toplumdaki tüm çatışma ve gerilim hatlarının çözüme kavuşacağını beklemek hayalcilik olur. Herkes tıpatıp aynen sizin gibi düşünürse belki o zaman hiçbir pürüz kalmaz toplumda. Ama dünyanın en absürt önerileri ile ortaya atıldığınızda dahi, herkes sizinle hemfikir olursa yine toplumda hiçbir çatışma doğmaz; mantıklı ve doğru konuşmasanız da olur. Yazarın haklı olması için tüm toplumun onun gibi düşünmesi gerekiyor ve bu da hiç gerçekçi değil.

Eğer doğru bir yol izlenirse Roma’nın geleneksel etki alanında değil yalnızca, Türkiye neden daha geniş bir coğrafyada adaletin ve refahın öncüsü olmasın? Ancak bu, kendi iç meselelerimizi doğru ve gerçekçi bir zeminde, hakkaniyet ve vicdanla çözersek mümkün olur.

 

… Biraz okumak için…

İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında

Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Müslüman’ın Zaman’la imtihanı

Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Güncel Haberler (@guncelhaberler) Tarih: Kas 9, 2012 | Reply

    “Müslüman Roma”: Kelimeler Masum Uygulama Kötü: http://t.co/so7ITbV9

  3. Yazan:@Mehmet_S_Demir Tarih: Kas 30, 2012 | Reply

    @serdaraydn17 @atilganbayar Bizim de naçizane bir değrrlendirmemiz olmuştu. http://t.co/hVDWQA6j

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin