Açlık grevleri ve Kemalizm’in Kürtçesi
By Tanju Ozkaya on Kas 17, 2012 in Devlet Terörü, Kürtler, PKK, Ulus-Devlet
Günler öncesinden duyurusu yapılan Hame Haci’nin Nevruz konseri için yurttaki öğrencileri bir sabırsızlık sarmıştı. O zamanlar çok popülerdi Hame Haci, stranları herkesin dilindeydi. “Ay Dilbere” “Leyla” “Strana Hekime Serhede”… Konserin yapılacağı alan belediye tarafından çakıl taşı dökülerek, kullanılabilir hale getirilmeye çalışılıyordu. Çünkü kutlama için valilik ‘mal meydanını’ yani çiftlik hayvanlarının alınıp satıldığı yeri uygun görmüştü. Mekânın önemi yoktu, en nihayetinde kutlamaya izin verilmişti. Konserin yapılacağı alan yurt penceresinin menzilindeydi, orayı izlemek de güzeldi. Bu arada sesine güvenen arkadaşlar, yarın söylenecek muhtemel türküleri oktavınca yeniden renk katarak, yurt koridorlarının akustiğine bırakıyordu. 20 Marttı ve her taraf olabildiğice bahardı. Karlar erimiş, hava durulmuş, toprak kısmen canlanmıştı. Tablo böyle olunca sevincimiz katlanıyor, halay çekecekler koğuşlarda provasını yapıyordu. Derken sabah olmuştu ve… Pirüpak bir kar örtüsü kaplamıştı her tarafı! Tabii bizi de hüzün. Konser alanı kara teslim, soğuk iliklere işleyecek kadar hâkimdi Ağrı’ya… Hayal kırıklığının yaşanmışlığı bütün herkesin yüzünden okunuyordu. Olsun bu da dert değildi, hem kar bizden çok da uzak değildi. Zaten çoğumuz ya Şubat ya da Ocak ayında merhaba etmiştik dünyaya.
Soğuğa aldırış etmeden konserin yapılacağı alana gitmiştik. Bütün alan polislerce sarılmış, herkes aranarak içeri alınıyordu. Polisler öğrenci olup olmadığımızı soruyordu. Neden sorduklarının üzerinde düşünmeden arkadaşlarla konser alanına gittik. Pek de anlam yükleyemediğimiz uzun uzun konuşmaları dinlemek zorunda kalmıştık. Zira Hame Haci’yi en sona saklamışlardı. Yoksa bekler miydik canımızı okuyan o soğukta? Platform için plakası ilginç bir şekilde kamufle edilen bir kamyon hazırlanmıştı. Belli ki normal zamanlarda koyun, keçi, inek taşıyan bu kamyon birazdan uğrunda bu kadar çok soğuk yediğimiz sanatçıyı ağırlayacaktı. Yerimizde sabit kalamazdık zinhar çok soğuktu. Kimi arkadaşlar, halay kıvamında bir şeyler yapıp duruyordu, kimisi durduğu yerde zıplıyordu, hepsi ısınmak içindi. Biz bunları yapmak yerine konser alanını hızlı adımlarla volta atarak ısınmaya çalışanlardandık. Platformun kurulduğu kamyona yaklaştığımızda sarı zeminli bir döviz üzerinde “Türkiye’de yaşan herkes Türk değildir” yazısı ilişti gözüme. Emin olmak için iyice yaklaştım. Aslında pek de yaklaşma taraftarı değildim. Etrafta güvenlik şube polisleri bütün alanı kayıt altına alıyor, fotoğraflar, videolar çekiyorlardı. O kadraja girmemek için özen gösteriyorduk, öğrenciydik, korkuyorduk, olabildiğince uzak duruyorduk. Amacımız sevdiğimiz sanatçıyı dinlemekti oysa… Gerçi aramızda kadraja girmediğinden emin olan kimi arkadaşlar gizli saklı zafer işareti yapmıyor da değildi hani! Ama anlıktı, çok hızlıydı, hangi kameranın pikselleri yetebilecekti ki o hıza? İlk okuduğumda emin olamadığım yazının sarih olduğunu anlayınca o güne kadar kendisine Türk diyen bir Kürt olarak, yazıya anlama vermeye çalışıyordum. Hakikaten Türkiye’de yaşan herkes Türk müydü? Türkler dışında başka yaşayanı yok muydu bu ülkenin? Ben Kürt’sem neden kendimi Türk olarak biliyordum ki? Neden kimi zaman ‘biz Türkler’ diye başlıyordum söze? Bir insanın aynı anda iki farklı etnik yapıya sahip olması fizyolojik olarak mümkün müydü? Türkçeyi bile çok sonradan öğrenmiş, o gün dahil konuşurken zorluğunu çekiyordum oysa! Çok zor geliyordu telaffuzu. Ee, peki ben kimdim? O günün hatırası olarak bilinçaltımda epey yer tutan bu sorulara zamanla cevaplar bulmaya çalıştım. Son tahlilde ben bir Kürt’tüm ve bu yönde bir aidiyetimin olduğuna karar verdim.
Solgun, kenarda köşede asılın duran, okunması güç bir el yazısıyla yazılan o dövizle gelen farkındalık benliğimi tanımayı sağladı. Devletin katı yüzü ve koşulları itibariyle neredeyse sınırsız gücü, beni Türk olduğuma inandıramamış, solgun bir kağıtta kaçak göçek yer alan bir mesaja yenik düşmüştü. Tabii sonrasında ikna etmek isteyenler olmadı değil. Kahvede birlikte takıldığımız arkadaşlar değildi bunlar! Mesela üniversitede bir akademisyen, askerde bir komutan, işyerinde bir yetkili ve diğerleri… Hani bilsem inanacaklar ve bundan dolayı mutlu olacaklar, gözlerimi kapatır zoraki bir şekilde Türk olduğumu sert aksanımla söylerdim. Ama onlar da inanmayacaklardı bu duruma, kabullenemeyeceklerdi. Adım gibi emindi bundan, zira birbirimizi iyi tanıyorduk. Anlamsız bir sonuç için bu beyhude çabanın sebebini sorduğunuzda, alacağınız cevap en az o soru kadar anlamsız olacaktı.
Zaman ilerledikçe insanların canı daha çok yandı, ölenlerin sayısı arttı, kayıtları bile tutulmadı. Sonra karşı atak yapıldı, dağlarda, bayırlarda, sokaklarda kimi zaman evlerde bir misli kısas yapıldı. Sonuç? Değişen sadece taraflar oldu. Sokaklar hep ölümü ağırladı, yerde yatan ruhsuz bedenlere soğuk kaldırımlarını açtı! Üzerinde uzun uzun konuşup, TV’ye çıkmış uzman (!) edasıyla Kürt sorununu yeniden tahlil edecek değilim! Zaten o kadar çok konuşuldu ki! Evet, o kadar çok konuşuldu ki bunları pratiğe dökecek, ete kemiğe bürüyecek zamanımız olmadı. Ölmeye, öldürmeye, yozlaştırmaya, ayrıştırmaya, ötekileştirmeye, başkasına benzetmeye, görmezden gelmeye çok vaktimiz oldu. Hem öyle ki israfına bile gittik bu zamanın…
Şimdilerde ise bir açlık grevidir aldı başını gidiyor. Kimisi ölüm olur mu kaygısıyla arayış içindeyken, kimisi de merakla öleceklerin sayısını not tutma bekleyişinde… Kanallar, taraflar farklı olsa da tema bize çok uzak değil. Oldukça alaturka, yani bize özgün ve bizden başka kimsede olmayacak bir şey. Cezaevlerinde açlık grevi gerçeği yeni bir şey değil aslında. 1980 darbesinden sonra tutsakların sıklıkla başvurduğu sonuç getirmeyen bir isyan kültü olarak kaldı. Zira bu eylem sonucunda hayatını kaybedenler olduysa da buna sebep uygulamalar devam etmişti. Ülke olarak hedeflerimiz nasıl çağın gerisindeyse, hedefe ulaşmak için başvurulan yöntemlerimiz de bununla paralellik gösterdiğini bir kez daha görme fırsatını bulduk! 21. yüzyılın ilk çeyreğinde hak talebini 20. yüzyıldan kalma yöntemlerle almaya çalışmak sadece Anadolu topraklarına has bir arayış olsa gerek. TBMM’de eyleme katılan milletvekillerinin, özellikle liberal camianın önde gelen isimleri tarafından kutsanması bir başka garabet olarak karşımıza çıkıyor. Başına buyruk, dediğim dedik bir başbakanımızın, açlık grevleri üzerinden oluşacak kamuoyu baskını dikkate alacağını düşünmek, bu ülkenin gerçeklerinden bihaber olmaktan başka bir şey değildir. Hak talebini birilerini açlığı üzerinden dile getirmenin zamanı geçti, miadı doldu. Ancak bu işin önüne geçip, dur demesi gereken BDP ise kendisi dışında oluşan kamuoyunu yönetemeyince söz konusu eyleme katılmayı tercih etti. Milletvekili sıfatını taşıyan birinin böyle bir eyleme girişmesi ilk etapta dikkat çekse de tablonun geneli açısında tutarlı bir anlayış geliştirmiyor. Açlık grevi gibi belki de denenmeyecek bir yöntem en son tercih olması gerekirken, grup toplantılarında karşılıklı sloganlardan sonra bir araya gelmemek için ısrarla çaba gösteren siyasi cenah yine aynı aymazlık içinde safiyane bir şekilde kendisini aç bırakan takatsiz bir mahkumun bedeni üzerinde argüman geliştirebiliyor.
Bu son eylem açık bir şekilde göstermiştir ki artık geldiğimiz noktada sorun benlik, kültür, hak arayışı ekseninde çıkmış, siyasi kaygılar ve bunun üzerinde sağlanacak rant kaygısına dönüşmüştür. Acı olan ise işin bu vahametini bilenlerin bir inat uğruna aç kalmaya devam ediyor olmaları. Başbakanın ‘bunlar içeride yiyip içiyorlar’ tahrikine kanıp, ölümüne bu eyleme baş koymaları işin trajik tarafını oluşturuyor. Denilebilir ki devlet ya da hükümet Kürtleri duymazdan, görmezden geliyor. Haklarının verilmesi konusunda duyarsız davranıyor. Böyle söyleyenlerle elbette hemfikirim ve altına imzamı atarım. Ancak bugün kavga görünümünde yaşanan gelişmeler Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri için olmadığı aleniyet kazanmıştır. Bu tespiti yapmak için ne Kürt olmaya gerek var ne de sözde konunu uzmanı.
Dünyayı yeterince anlamlandırmaya dahi birikimi olmayan bir çocuğun bile Nevroz’da gördüğü bir yazıyla benliğinin farkına varabildiği bir ortamdan geldiğimiz bugüne çok şey değişti. Çocuklar artık Kürt, Çerkez, Laz ya da ait olduğu milletten doğuyorlar. Herkes Türk doğmuyor, bu saçmalıklar geride kaldı. Asıl olan bundan sonra izlenecek yol ve yöntemlerin can yakmadan, kırıp dökmeden, kırgınlığa sebep olmadan adım atabilmektir.
Gelelim yazımızın başlığına… Kürtler, Türkler ve diğerleri 80 yıl boyunca Kemalizm’inden çok çekti. Hem de çok… Son 10-15 yıldır Kemalizm ciddi bir kırılma yaşadı ve o paradigma artık iflas etmenin eşiğine geldi. Türkler için büyük bir kazanç ve gelecek adına önemli bir gelişme. Ancak ne yazık ki Kürtler için aynı şeyi söylerken tereddüt etmiyor değiliz. Zira Türklerle birlikte o paradigmayı yıkan Kürtler, bu seferde kendi Kemalizmlerini/Kemalistlerini oluşturmaya ve ceberut anlayıştan bir 80 yıl daha çekmeye sürükleniyor. Kurdukları bütün partilerde demokrasi kavramını ısrarla kullanan, özgürlüğü de söylemlerinin amentüsü yapan Kürt siyasi cenahın bugünlerde yaptıkları, kendi Kemalizmlerini oluşturmaya çalıştıkları apaçık ortada. Selahattin Demirtaş’ın Öcalan’ın heykelini dikeceklerini ilan etmesinin üzerinden daha onlarca saat geçmedi bile. Söz konusu şahsı mitleştirip, onun varlığı üzerinde Kürtlere son zamanlarda dayatmalarda bulunmaları tek partili dönemlerin günümüz versiyonundan öte değil. Açlık grevi yerine analitiği ön plana alan ve Türk kamuoyu tarafından da destek görebilecek onca eylem dururken insanı ve onun değerlerini doğruda hedef alan böyle bir yöntemi benimsemeleri aslında düşünce dünyalarına ilişkin ciddi ipuçları da veriyor. Öcalan miti üzerinde gelişen bu eyleme Kürtlerin, ajitasyon ve trajik vakalarla zorlandıklarını en azında bir Kürt olarak ben biliyorum! İtiraz edenler olacak elbette, buradan bakınca tablo böyle görünüyor ne yazık ki! Salt mahkum hakları ya da özgürlükler veyahut KCK tutuklularının anadilde savunma hakkına ilişkin bir girişim olsa belki de bu tasvip edilmeyecek durum kendi içinde bir anlam kazanacak. Ancak yıllardır Öcalan üzerinde gelişen bu ve benzer eylemlerle ne sonuç alındı ne de yeni kapılar aralandı. Tam tersi ceberut devlet anlayışı güç kazandı, illegal tutumuna hak olmayan bir meşruluk buldu. Son tahlilde Kürtlerin ikinci bir Kemalizm yaşamaya ne güçleri ne de sabırları var. Belki şimdi farkında değiller ama bunun yansıması özellikle ulusalcı Kürtlere patlama şeklinde döneceğini ön görmek, kahinlik olmasa gerek.
… Bu konuda e-kitap…
Asimilasyon ile Şiddet Kıskacında Ulusalcı Kürtler (Kitap + Tartışma)
Etnik kökenimiz benliğimizin bir parçası, rengarenk insanlığımızın gerçek bir rengi. Ancak bu renk üzerinden yapılan bir baskı, bu renk “yüzünden” çekilen büyük bir acı sonucu diğer bütün renkler silinebiliyor. Bir başka deyişle IZDIRAPLAR ÜZERİNE YAPAY BİR KİMLİK İNŞA EDİLİYOR. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu belki de. Sadece Türk ya da sadece Kürt olmaya mahkûm edilen insanlar giderek insanlıklarını perdeliyorlar. Böylesi halklar ırkçılığa, her türlü şiddet çağrısına kucak açıyorlar. Zira duydukları kin ve nefret onları bıçak gibi bilerken bir yandan da tektipleşiyor, şeyleşiyor. Kürt aydınları kadar Türk aydınlarına da büyük iş düşüyor. İnsan olmadan “Türk” ya da “Kürt” olmanın imkânsızlığını halklarına anlatmak. Okuyacağınız bu kitap aydınların dikkatini tam da bu noktaya çekmek için hazırlandı: Asimilasyon ile şiddet kıskacı içindeki Kürt halkına… Buradan indirebilirsiniz.
Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?
İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle. Buradan indirin.
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız. “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
1 Yorum
Yazan:Güncel Haberler (@guncelhaberler) Tarih: Kas 18, 2012 | Reply
Açlık grevleri ve Kemalizm’in Kürtçesi: http://t.co/wQGID6wb