RSS Feed for This Post

Olmak, Sahip Olmak, Varolmak ve Varlık

Yapmaya giden yol, olmaktan geçer.” (Lao Tzu)

İnsan ne olduğuyla değil, neye sahip olduğuyla meşgûl bugün. Toplumsal statülerin ve rollerin bireydeki karşılıkları düşünüldüğünde bu daha iyi anlaşılacaktır. “Ben neyim?” sorusuna postmodern dünyada hangi kalıplar içinde bir cevap verilebiliyor? İnsan olmak, anne-baba-evlat olmak, bir işle meşgûl olmak gibi en çok dillendirilen yanıtların tamamı bir aidiyetten çok, sahiplenmeyle vurgulanıyor: İnsanlığın bir parçası değil “haklara sahip” bir birey, ailenin mensubundan çok “düzene sahip” ebeveyn ya da çocuk, bir meşgâlenin icracısından çok “bir işe sahip” çalışanların dünyası bu. Türk, Kürt, Acem… bile değiliz; evrenseliz ama belirli bir kültüre, dile, etkileşime sahibiz.

Bugün sahiplenme güdüsünün en temel varlık meselesine kadar götürülebilmiş olması ve insanın kendini bir aidiyetle değil mülkiyetle izah edebilmesi, tersyüz edilmişliğinin en bâriz delilidir. İster Bilgi çağı, ister postmodernite, ister postendüstriyal çağ diyelim, zamanımıza ne ad verirsek verelim onu, söz konusu temel varlık sorunsalı içinde ele aldığımızda özneye ilişkin anlamlandırma gayretinin hükmüne saplanıyoruz. Zamanı ben ya da biz ile tanımlıyoruz. Bildiklerimiz hayatımızda kritik bir yer tuttuğu için, bilgisiz bir hiç olacağımız için Bilgi çağı diyoruz. Mevcût şartlarımızı, imkânlarımızı sağlayan bir modernitenin uzanımında yaşadığımız için postmodernlikten söz ediyoruz. Tüm yaşantımız seri üretime bağımlılıkla anlam kazanıp şekillendiği, bunun dışında yok olacağımız için postendüstriyal dönemde yaşıyoruz. Yerellik, küyerel bütünlük, öznellik ve kişisel gelişim en önemli hâllerimiz. Yaşadığımız döneme ait baskın ve meşrû iktisâdî düzenin ferdiyetçiliği öne çıkarması, kamuya ait işletmelerin çağdışı diye nitelenip özelleştirilmesi, siyasal sistemde azınlığın çoğunluktan daha çok vurgulanması, insanın kendiliğinden özel olmasının yetmeyerek tercihleriyle özelleşmesi gibi sosyal vakıalar, bu öznelliğe ilişkin varlık duyumsamalarının çeşitlemeleridir. Sıradan olmak ve alelâde bir hayat tarzı en büyük korkumuz. Özel günlerimiz, özel ilişkilerimizin, özel hayatımızın ve belli bir dalda uzmanlaşmış özel kişiliğimiz doyumsuz bir güç sağlıyor bize. Biz değil de özel olmak vasfı daha özelleşiyor. Bunu sağlayabilmenin yolu da soyut yahut somut bir şeylere sahip olabilmekten geçiyor: Bir yaşam tarzına, bir eşyânınya, bir düzene, bir inanca, bir fikre sahip olmak… Peki ne olduğumuza, neye sahip olduğumuzla mı karar verebiliriz? Kimliğimiz, kim olduğumuz eşyânın bizle beraber yansıyan izleniminde mi gizlidir? Sarı Mercedes meselâ, kim olduğumuzu örtebilir ya da bize bir kişilik atfedebilir mi?

Erich Fromm, modernitenin büyük vaadinin gerçekleşmemesini sorgularken sunduğu Sahip Olmak ya da Olmak kitabının girişine epigraftaki sözü yerleştirir: “Yapmaya giden yol olmaktan geçer.” Fromm’a göre en önemli varoluşsal problem olan “sahip olmak” ve “olmak” eylemlilikleri arasındaki ayrımda belirginleşir. Bu ayrım, niceliksel farktan çok ötede, bireyler ve toplumların yaşantılarının temel iki öğesidir. Birinin ya da ötekinin üstünlüğü karakter farklılıklarının da kaynağını teşkil etmektedir. Modern Batı’nın büründüğü tüketim odaklı yaşam tarzı ile Taocu öğreti arasında direkt bir karşıtlık analizine gitmek yerine, odak noktası insan olan toplumlar ile temel amacı maddeler olan toplumlar ayrımının daha sağlıklı olacağını vurgular. Bunun sebebiyse Batı’nın tarihsel kökleri içinde Hıristiyanlığın bizatihi kendisinin, Ortaçağ’da Meister Eckhard gibi mistik yorumcuların ve hatta materyalist düşüncenin en güçlü temsilcisi Marx’ın fikirlerinde de bu ayrımda Doğu’ya yakın değinilerinin Mevcûdiyetidir. (Arıtan Yay.,1982)

Geleneksel dünyanın hayatı, varoluşu irdelerken bir inanç çerçevesinde başvurduğu “olmak” fiili, Varlığın etkinliği içinde bir anışından ibarettir. Bir şey olmak, bir şeyin olması öze ilişkin bir durum değil, bir sözdür sadece. “Ol denilir, oluverilir.” Esas olan Varlık’tır. Bu, olmanın; bir sözün neticesi olarak gerçeklenmesiyle ilgilidir. Olmaklık, potansiyel olarak Varlığa içkinse de fiilen Varlığın bir etkinliği, Varlığın kendi hâlinin dışarıdaki bir neticesidir. Olmak ile varlık arasındaki ilişki bir eşitlik değildir: Olan her şey vardır diyemeyiz ama olan, varlığa aittir diyebiliriz. Yani olmak, doğrudan Varlık sahipliği değil, Varlık’ın bir işidir: İnsanın insan olması, kalemin kalem olması; Varlık dediğimiz bir cevhere sahip oluşu değil, Varlık’ın kendini bir oluşa indirgemesi, teveccühüdür. Olmak, edilgen bir gerçekleşmedir: Varlık’ın aktif müdâhalesi hâricinde bir şeyin kendi kendine olması söz konusu edilemeyeceği gibi, olan bir şeyin de olmamasından söz edilemez. Her şey olması gerektiği kadarıyla olur ki eşyânın dediğimiz, bu sözün sırrına erilemediği için “şey” ile tesmiye edilir.

Metafiziğin temel konusu olan Varlık, sadece kendi kendini bilebilecek bir bütünlüğe sahip olduğundan onunla eşyânınyı vasfetmek fikren bir sapmaya yol açar. Bu sebeple İslâm inancında Varlık (Vücûd) ile varoluş (Mevcûd) birbirinden ayrılmış; Bilen (Âlim) ve Bilinen (malûm) ayrımı kâinatın yaratılmasında bir metafora dayanılarak izah edilmiştir. “Gizli bir hazineydim, bilinmek istedim.” Kudsî Hadis’i aynı düzlemde Varlık’ın olmak istemesi edimiyle ilgilidir ki yine “olan”ın edilgenliğine bağlanır. Çünkü olmak isteyen, olan değil Varlık’tır; olan ise Varlık değil bir imkândır. “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (İnsan,30) ve (Oku) attığında sen atmadın, atan Allâh’tı!” (Enfal,17) âyetleri farklı anlamlarla birlikte Vücud-Mevcûd bahsine işaret etmektedir. (Abdulgani en-Nablusi; Gerçek Varlık, İz Yay.,2009, İst.)

İlâhî bir inanca dayanmadan yola çıktığını yazan Sartre’ın Varlık ile olmak arasında kurduğu bağıntıya baktığımızda bugünü biçimlendirme de varoluşçuluğun ne denli etkin bir düşünüş vasfı taşıdığını söyleyebiliriz. Nietzsche’de muazzam bir genişlik yakalayan birey felsefesi, Varoluşçuluk ile sivrilmiş ve bunalım çağlarının akabinde dünyanın postmodern kırılmalarına bir zemin hazırlamıştır. Ortak bir nokta olarak Nietzsche ve Sartre için insan, idealize vasıflar taşıyan bir gerçeklik değil kendini yaratan bir özne konumuna getirilmektedir. Bu müşterek söylemlerine rağmen her iki düşünürün de aynı çatı –varoluşçuluk- altında birleştirilemeyeceğini yazan Walter Kaufmann şöyle bir sarmal çizer: “Nietzsche’siz varoluşçuluk hemen hemen Aristotales’siz Thomism gibi bir şey olur; ama Nietzsche’ye varoluşçu demek, Aristotales’e Thomist demeye benzer biraz.” (Dostoyevski’den Sartre’a Varoluşçuluk; YKY, 2002, İst.)

Varoluşçuluğu; Nietzsche, Kierkegaard, Jaspers, Dostoyevsky, Camus gibi geniş bir “torba” şeklinde dizayn edilmiş biçimde değil de bugünün biçimlenişinde en derin kırılmanın yaşandığı II. Paylaşım Savaşı ile olan bağdaşımı sebebiyle Sartre üzerinden ele almak istiyoruz. Varoluşçuluğu sahiplenmesi, kendini bununla nitelemesi ve bu felsefeyi savunusu da bunu daha gerekli kılıyor. Onun eleştirilere yönelik bir cevap olarak yazdığı “Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir” başlıklı yazısında Varlık ve olmak ilişkisini özetle şöyle tanımlar: Sadece insana mahsûs olmak üzere oluş, Varlıktan önce gelir. Burada temel savı; insan dışında her şey önce varlık kazanır, müteakiben olur. Sandalye, bir ustanın zihninde belirlenmiş bir sandalye özüne göre biçimlendirilerek var kılınır. İnsan ise öyle değildir: İnsan, Tanrının ya da başka bir irâdenin tasarımı olarak var kılınmadığı için önce dünyaya gelerek olur, sonrasında tanımlanıp belirir ve özünü –Varlığını- ortaya çıkarır. İnsan kendini nasıl yaparsa öyledir; o, kendi kendini tasarlayan ve bunu yaşayan bir tasarımcıdır.  Dostoyevsky’nin “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu.” sözünü Varoluşçuluğun çıkış noktası olarak gören Sartre, Tanrı yoksa insan kendi başına bırakılmıştır, kader olamayacağı için insanı bağlayan esas kurallar, değerler de olamaz ve insan tam anlamıyla bağımsız ve özgürdür der. (Varoluşçuluk, 1997, İst.)

Açık ki olmayı özden, Varlık’tan soyutlayan ve önceleyen her düşünce insana yüklenen sonsuz irâde fikrini de besliyor; tasarımı insanın kendine bırakıyor ve onun kendini yaratmasını öğütlüyor. Böyle bir benlik inşâsının bugünkü insana, kendi sınırlarını çizme özgürlüğü ve olmak istediği kişi olmanın yolunu açtığı, insanların kendini gerçekleştirmeleri için imkânlar yarattığı söylenebilir. Ama tüm bunların olabilmesi için Dostoyevsky’nin “Tanrı olmasaydı…” şartının Mevcûdiyeti gerekmektedir. İnsan başıboş bırakılacağını sanmaya meyyal bir canlı ve bu sebeple Geleneğin kanunlarını, imkânlarını ve sınırlarını aşmak ve hatta ters çevirmek konusunda oldukça pervâsız davrandı. Bunu yaparken, kim olduğu sorusunu sormak istemedi ve bugün de sormaması için ona sahip olduklarını hatırlatan, sahip olmadıklarına ulaşmanın yollarını gösteren, sahip olacaklarıyla onu avutan bir kemirgen düzen içine hapsedildi.

Artık insanın gerçek bir şeyler yapmamasıyla karşı karşıyayız: Bu sadece ilişkiler sanal oldu, dostluklar yalan oldu demek değil ya da gerçek bir armut yemeyeli, gerçek bir ekmeğin kokusunu içine çekmeyeli çok oldu demekle sınırl değil. Gerçeğin kendisiyle olan ilişkimizde bir şeyler kökünden değişti demek; kapitalistleşmiş ülkelerde hizmet sınıfının diğer sınıflardan daha kalabalık bir yer edinmesinden başlayıp bayram ziyaretlerinin câzibesine sirâyet eden, bir paraya bile dokunamamakla büyüyüp fotoğrafını çekmeden seyrettiğimiz son günbatımının hayâlinde dağılmış bir gerçeklik problemimiz var. Sahici işler yapmak, alın teri, içten bir arzuyla gerçekleşen bir ziyâret, mal veya hizmet aldım diye düşünmeden ödenen para, milim milim ve ufku boyayarak batan güneş… yani bir bütün hâlinde varolmanın o içten hafifliği!

Güneşi seyretmek yerine fotoğraf çekiyorsanız ondan etkilenmiş birisi olmadığınız, bir mucizeyi göremediğiniz ya da önemsemediğiniz anlamına gelir bu: Sadece manzaraya sahip olmak istediğiniz ve ona sahip olarak bir kimlik edineceğinizin hayalindesinizdir. İnsan neyle meşgûlse odur; çünkü onu bir meşgâleye iten şey, özüdür. Yapmaya giden yol, olmaktan geçiyor bu yüzden: Bir fiili gerçekleştirebilmek için o fiili gerçekleştirebilir birisi olmak gereği var. Nasıl yaşıyorsan öylesin. Kabil, câni olduğu için cinâyet işler, başıboş bulunduğu için değil, melekler irâdesiz ve masumdurlar ve nebiler ismettirler.

İnsan yeryüzüne bırakılmış değildir; Varlığın sembolüdür. Bu yüzden olmak isteyen Varlığın kelimesi ve bu kelimelerin öğretildiği, kendisiyle yüz yüze bırakılmış bir kalbin dilidir. O kalbe, sahip bile değildir…

… E-kitap okumak için…

Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?

Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde algılıyoruz kavramları. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. İnanmak zor ama …eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar.Buradan indirebilirsiniz.

Jean-Paul Sartre ile Kaliteli bir Ateizme Doğru

Yokluk var mıdır? Evinizin içini dolduran boşluğu gördünüz mü hiç? Bir türlü gelmeyen şu trenin verdiği sıkıntı ya da sizi habersiz bırakan dostlarınızın sessizliği gerçek değil mi yoksa? Tutulmamış sözler, ödenmemiş borçlar… Yokluk da var aslında “var” dediğimiz şeyler kadar. Ama Yok’un varlığı sadece şuurlu insanlar için gerçektir; gelecekten, birisinden cevap bekleyenler için bir yokluktan, eksiklikten bahsedebiliriz… Artık olmayan gençlik yılları ya da henüz gelmemiş olan yaşlılık da bugünün gerçeği değil mi? Hatırlayan, ümid eden, düş kırıklığını ve gelecek korkusunu tatmış her insan için bir “yokluk” vardır, gerçektir ve bugüne dahildir.

Ateizmin ürettiği en kaliteli metinlerinden biri olan Varlık ve Hiç elinizdeki bu kitabın belkemiğini oluşturuyor. Filozof ve edebiyatçı olan Jean-Paul Sartre hiç şüphesiz Batı felsefesinin köşe taşlarından biridir. Varlık, İnsan, Özgürlük ve Ahlâk tasavvuru üzerine yazdığı eseri tanrısız bir ahlâk teorisi. “Geleneksel” dinler ile göbeğini kesmiş bir “iyi insan” arayışı içinde Sartre. Bu arayışın neticesi ateist emir ve yasaklar değil insan fıtratının önemli bir veçhesi, özgürlük şuuru:

“İnsan özgürdür ve bunun farkındadır; bu farkındalık ile, özgürlük ve sorumluluk şuuruyla yaşamaya mahkûmdur.”

Bu bağlamda Sartre gerçek bir ateist: Tanrı karşıtı değil Tanrı-SIZ. Vicdanın sesini duyma gayretinde. Görünmeyen tanrılar ile kavga etmek yerine“görünürde tanrı yok, biz insan olarak ne yapabiliriz?” diye soruyor. Buradan indirebilirsiniz.

 

Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…

“…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”

Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.

Trackback URL

  1. 5 Yorum

  2. Yazan:Derin Düşünce (@DDGrubu) Tarih: Ara 10, 2012 | Reply

    Olmak, Sahip Olmak, Varolmak ve Varlık: http://t.co/51sGU6d5

  3. Yazan:Güncel Haberler (@guncelhaberler) Tarih: Ara 10, 2012 | Reply

    Olmak, Sahip Olmak, Varolmak ve Varlık: http://t.co/18uOWFv1

  4. Yazan:çuvaldız Tarih: Ara 10, 2012 | Reply

    Güneşi seyretmek yerine fotoğraf çekiyorsanız ondan etkilenmiş birisi olmadığınız, bir mucizeyi göremediğiniz ya da önemsemediğiniz anlamına gelir bu: Sadece manzaraya sahip olmak istediğiniz ve ona sahip olarak bir kimlik edineceğinizin hayalindesinizdir. İnsan neyle meşgûlse odur; çünkü onu bir meşgâleye iten şey, özüdür.

    Yazıyı hızlıca okudum. Aklıma takılan bu satırlar oldu.Uzatmadan yazayım; bu yazı da sizin görmüş olduklarınızın sizin kadrajınızdan kelimeler aracılığıyla çekilmiş bir fotosu.

    Gördüklerinizi bizlere de göstermekle megul olup burada bizlerle paylaştığınız için teşekkürler.

  5. Yazan:@Hacaraboglu Tarih: Ara 10, 2012 | Reply

    Olmayı Varlık’tan soyutlayan düşünce insana yüklenen sonsuz irâdeyi de besliyor: Olmak,Sahip Olmak,Varolmak ve Varlık:http://t.co/XQALcgWL

  6. Yazan:fatma gökhan Tarih: Ara 11, 2012 | Reply

    İnsan yeryüzüne bırakılmış değildir; Varlığın sembolüdür. Bu yüzden olmak isteyen Varlığın kelimesi ve bu kelimelerin öğretildiği, kendisiyle yüz yüze bırakılmış bir kalbin dilidir. O kalbe, sahip bile değildir…

    Yazıyı ağır ağır iki kez okudum.Sahip olduğumuz hiçliği düşündüm…
    Kaleminize, emeğinize sağlık.

  1. 1 Trackback(s)

  2. Oca 24, 2013: Varoluşçuluk üzerine « …

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin