Barbarlıklar Çatışması / Gilbert Achcar
By Mehmet Alaca on Oca 4, 2013 in Amerikan Saldırganlığı, Barış, Kitap Sohbeti, Ortadoğu, Uygar(?) Batı
11 Eylül 1990 günü, ABD’nin 41. Başkanı George Herbert Walker Bush, Kongre’nin birleşik oturumu önünde tarihsel önem taşıyan bir konuşma yapıyordu. Bu konuşmanın aynısı 11 yıl sonra yine yapılacaktı bu kez oğlu tarafından…
Casper Weinberger’in, “ABD adına dış ülkelere birlikler göndermeden önce daima Amerikan halkının ve onun Kongre’de seçilmiş temsilcilerinin desteğini aldığımızdan emin olmalıyız. (…) Kendi içimizde Kongre’ye rağmen bir çatışma mevcutsa, birliklerimizden deniz ötesi bir savaş kazanamalarını talep edemeyiz.” [1] bu ifadelerini George Bush titizlikle benimsedi.
2 Ağustos 1990’da Kuveyt’in Irak diktatörü Saddam Hüseyin tarafından işgal edilmesi, Amerika’ya savaş girme konusundaki çekingenliğini aşmak için ideal bir fırsat sundu. Başkan Bush, uluslararası hukuk açısından bakıldığında son derece meşru olan –Birleşmiş Milletler’in tarihinde ilk defa Güvenlik Konseyi’nin beş üyesinin tamamıyla Genel Kurul üyelerinin büyük bir çoğunluğunun aktif veya pasif oylarını alan- bir askeri eylemin faydalarını anında kavradı.
Ve yaptığı konuşmada hem idealistlere hem realistlere hitap ediyordu:
“Bugün bu yeni dünya, doğabilmek için çırpınıyor. İnsan adaletinin, orman kanunlarının yerini aldığı bir dünya. Ulusların, adaletin ve özgürlüğün sorumluluğunu paylaşmayı kabul ettikleri bir dünya. Güçlülerin, zayıfların haklarına saygı gösterdikleri bir dünya.”[2] (idealistler için)
“Hayati ekonomik çıkarlarımız tehlikeye girmiş durumdadır. Irak, bilinen petrol rezervlerinin yüzde 10’una yakınını kontrol ediyor. Kuveyt’i ele geçirmiş bir Irak ise bunun iki kat azlasını kontrol edecektir. Kuveyt’i yutmasına izin vereceğimiz bir Irak, aynı zamanda dünyadaki petrol rzervlerinin aslan payını elinde bulunduran komşularını zorlayacak ve ürkütecek bir kibre sahip olur.” [3](realistler için)
Böylece idealizmin bu en lirik, realizmin en yavan iki söylemi tek bir konuşmada birleştirilmiş oluyordu ve bunlardan kazanç sağlayan da hiç kuşkusuz reel politikaydı; aldatma ve ikiyüzlülüğün, Makyavelist erdemin temel yapısal özellikleri olduğu yerde, sağduyu ve samimiyet de idealizmin temel özellikleriydi.
11 Eylül 2001, 11 Eylül 1990’dan beri geçen on bir yılda, sayılan koşullardan giderek uzaklaşmanın doğal sonucu olan bir terörist sapmanın geçici yükselişi olarak değerlendirilebilir. Eşitsizliğin sosyal sınıflar arasında olduğu kadar uluslararasında da acımasızca arttığı, orman kanunları ve en güçlülerin çıkarlarının hüküm sürdüğü bir dünyada, birilerinin barbarlığı diğerlerinin barbarlığını doğurmakta ve ‘terör tehdidi’ çeşitli türleriyle herkesin üzerine çökmektedir.
Narsisist merhamet ve küresel gösteri toplumu
11 Eylül terörizmi her ne kadar dehşet verici bir vahşet olarak lanse edilse de –ki bunda şüphe yok- ABD’nin de Ortadoğu’da yaptıkları bilinmekte. Üstelik ABD maktul ailelerine tazminat ödeyerek bunun sorumluluğunu kabullenmiştir. Zira başka saldırılarda kurban ailelerine tazminat ödenmemiştir.
George W. Bush, Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana ve İkinci Dünya Savaşının ardından üçüncü kez, kah Saddam Hüseyin kah Slobodan Miloseviç görünümü altında yeniden güçlenen Hitler’e gönderme yaparak, Washington’ın ‘haydut devletler’ (rogue states) sınıflandırmasına uyan üç devletin; Irak, İran ve Kuzey Kore’nin adını verdi ve onların terörist ittifakını ise ‘şer mihveri’ olarak nitelendirdi. Bu nitelendirmeyi 29 Ocak 2002’de Kongre’deki ulusa sesleniş konuşmasında yaptı ve bu konuşmada tam beş kere “kötü” (evil) kavramını kullandı. Bu kavramın kullanım sıklığı ve ona halk arasında yüklenen anlamlar üzerine yapılacak bir inceleme, muhakkak kanımızı dondurabilecek sonuçlar elde edilmesine neden olacaktır.
Şeytan (the evil one): Bay Bush bu terimi sık sık Usame bin Ladin’i tarif etmek için kullandı. Fakat mutlak metafizik anlamıyla “kötülük”, Bush ve Bin Ladin’in paylaştığı gerici ve fundamentalist din anlayışının ortak kavramıdır.
Bay Bush, Anglikan gibi yetiştirilmiş, ancak evliliğinden sonra Methodist olmuştur. Ardından 1986’da yüreğini yeniden İsa’ya açtığını beyan etmiştir. Her ne kadar başkan kendini tarif etmek için bu terimi kullanmamış olsa da, bu, Evanjelistlerin anlayışına göre bir yeniden doğuş deneyimidir. Evanjelistler ‘Şeytan’ terminolojisini kendilerininmiş gibi benimserlerken, aralarından bazıları bu terimin kullanılmasını eleştirmiştir.
11 Eylül’de yaklaşık 3.300 kişiyi öldüren “kitlesel katliam terörizmini bu kadar olağanüstü yapan nedir peki? ABD hükümetinin bugüne kadar doğrudan sorumlu olduğu ve hiçbir pişmanlık ifade etmediği kıyımların miktarı yanında, bu sayı oldukça sıradan kalıyor. Mesela Hiroşima ve Nagasaki… Mesela Vietnam… Mesela Irak…
Naom Chomsky’nin işaret ettiği gibi: “11 Eylül katliamı gerçekten de tarihte bir dönüm noktasıdır. Bunun nedeni ise kayıp sayısı değil, seçilen hedefin niteliğidir.” [4]
Gerçekten de acaba, böylesi bir kitlesel kıyım ABD dışındaki bir başka ülkede, örneğin bir Afrika ülkesinde olsaydı veya hedef olarak Kuala Lumpur’un dev Petrona Kuleleri seçilmiş olsaydı dünyanın buna tepkisi ne olurdu?
11 Eylül saldırılarının, dünyayı ‘Amerikanlaştırma’ politikasında Amerikan kültürü ile sosyo-ekonomik modelinin yayılmasını sağlayan ve küreselleşmenin iki başkenti olan New York ve Washington’ı vurmuş olması, Amerikalıların ve dünyanın geri kalanının bu olaydan neden bu kadar etkilenmiş ve hayrete düşmüş olduklarını açıklamaya yeterlidir.
Gerçekte, Manhattan’ın ikiz kulelerinin yıkılmasının dünya çapında yarattığı üzüntüdeki benzersiz yoğunluğun öncelikli nedenini narsisist merhamet olarak adlandırabiliriz: bir anlamda bu, benzerlerinin başına gelen felaketlere, farklı halkların başına gelenlerden daha fazla üzülmektedir; hal böyleyken New Yorkluların ölümü Iraklıların, Ruandalıların, hatta Afganların ölümlerinden daha fazla etki yaratıyor.[5] Kapitalist kozmopolit metropolünün tam göbeğinde bulunan Dünya Ticaret Merkezi kuleleri, bir yanıyla ‘cosmopolitan bourgies way of life’ taraftarlarının dünya üzerindeki totemlerini oluşturuyorlar ve bu insanlar o kulelerde kendi ifadelerini buluyorlardı.
11 Eylül terörizmini lanetleyen aynı Avrupa Birliği, Srebrenica’da yaşamını yitiren ve hepsi kendileri gibi ‘Avrupalı’ olan 7 bin kişi için hiçbir zaman saygı duruşunda bulunmamış, Rusya’nın Çeçenistan’da yürüttüğü kirli savaşta bile kimi erdemli noktalar yakalamayı başarmıştır. Ruanda’da ölmüş olan yüz binlerce insan Avrupalıları çok az etkilemiş, Irak’ta her yıl yaşamını yitiren on binlerce insan için hiç etkilenmemiştir.
11 Eylül saldırılarının aşırı dramatikleştirilmesinin en önemli nedeni, Guy Debord’un işaret ettiği gibi, dünya pazarının geldiği noktanın doğal bir sonucu olan ‘küresel gösteri toplumu’nda medya aktörünün olay yaratma becerisidir.[6]
Petrol, Din, Fanatizm ve Acemi Büyücüler
El Kaide örgütünün ve onun hem para kaynağı hem de yüce lideri Usame bin Ladin’in, Afganistan’da on yıl boyunca Sovyetler Birliği’ne karşı sürdürülen savaşta, ABD tarafından vekaleten kullanılan eski bir müttefik olduğu gerçeği bugün artık herkes tarafından biliniyor.
El Kaide şebekesi, uluslararası İslam fundamentalizminin en fanatik ve en şiddetli ayağını oluşturuyor. Bu ayak ki, on yıl boyunca kendisi de aman dinlemeyen bir düşman olan Sovyetler Birliği’ne karşı Afganistan’da acımasız bir mücadele yürütmüş ve bu mücadelesinde ABD tarafından kayıtsız şartsız desteklenmiştir.
Günümüzün Frankeştayn’ı (ABD), çeşitli Müslüman toplumlarının ayrışmasından doğan unsurları birleştirerek bir canavar yaratıp onu beslediğinin açıkça bilincindedir. Onu yaratmasının nedeni ise yaratığa, yaratıcısının kendi başına yapmasının mümkün olmadığı adi işler yaptırmaktadır. Şeytan, nihayetinde, daima kendi yaratıcısına düşman kesilmiştir. Ve bu, onun 11 Eylül 2001’de, ABD hükümetinin politikalarında hiçbir sorumluluğu olmayan binlerce kadın ve erkeği öldürmesine yol açmıştır.
ABD, yalnızca İslami fundamentalizmin yayılmasına bizzat katkıda bulunduğu için değil, aynı zamanda Müslüman dünyasındaki solun ve ilerici ulusalcılığın yenilmesi ve ezilmesinde doğrudan yardımı olduğu için de gelinen noktadan iki defa sorumludur. Onun bu politikası, meydanı siyasal İslam’a bırakarak, onun halkın hislerinin tek ideolojik ve kurumsal aracı gibi görünmesine yol açmıştır. Oysa tıpkı doğa gibi, halkın acıları da boşluktan nefret eder. İslam fundamentalizminin yükselişi, Müslüman halkların radikalleşmesinin kültürel yansımasının kaçınılmaz sonucu değil, bir ideolojinin, rakipleri ortak düşman tarafından safdışı bırakıldığı için doğrudan başarıya ulaşmasını temsil etmektedir.
Gerçekten de ABD, her ne kadar bununla çok övünmese de , bir dönem Pinochet benzeri ‘otoriter’ olarak nitelendirilen diktatörlükleri, sunulan diğer seçeneğe tercih edildiği bahanesiyle desteklemesine neden olan savunmanın aynısını, bugün İslami fundamentalizme karşı da kullanmaktadır, öyle ki dönüştürülemez ya da zor dönüştürülebilir olan ve ‘totaliter’ diye nitelenen Marksist rejimlere doğru demokratik yollardan bile olsa bir kayış söz konusudur.[7]
Batı’nın demokratik kurumlarının, Batılı olmayan toplumlar tarafından benimsenmesi, Batı-karşıtı ve milliyetçi siyasal hareketleri güçlendirip iktidar yolunu açabiliyor.[8] Bush bu durumu konuşmasında ifade etmiştir: “Bu teröristler (…) 20. Yüzyılın bütün kıyıcı ideolojilerinin mirasçısıdırlar. Radikal dünya görüşlerine hizmet etmesi için –iktidar hevesi hariç bütün değerleri bir kenara bırakıp- insan hayatını kurban ederek, faşizmin, Nazizmin ve totalitarizmin yolundan gitmektedirler.”[9]
Fukuyama da bunu şu şekilde ifade etmiştir: “Teröristlerin içinde yüzdükleri İslami faşizm denizi, kimi yönlerden, kimi yönlerden, komünizmin ortaya koyduğundan çok daha derin bir ideolojik meydan okuma teşkil ediyor.”[10]
İslamcılık ve faşizm arasındaki benzeştirmenin siyasal açıdan değersizliği, hiçbir yerde, Bin Ladin’in baş aktör haline geldiği, Suudi monarşisindeki radikal İslami muhalefet örneğinde olduğu kadar aşikar değildir. Gerçekten de, hükümdar aileye karşı olan bu keskin muhalefeti en fazla harekete geçiren şeyin ‘totaliter’ bir rejime duyulan özlem olduğuna inanmak, Suudi krallığını demokratik niteliklere sahip görmekle aynı anlama geliyor. Oysa, her ne kadar rejimle olan bağı ailesinden geliyor ve Riyad ile Washington arasındaki bağı uzun zamandan beri eleştiriyor olsa da, Bin Ladin, kendisinin de bizzat belirttiği gibi, 1990’a kadar Suudi-Vehhabi rejiminin yanında yer almıştır. Onun beklenmedik dönüşüne neden olan şey, rejimin hiç var olmamış bir şekilde demokratikleşmesi değil, vatanının topraklarına Amerikan güçlerinin yerleştirilmesidir.
Megalomanlık ve yabancı düşmanlığıyla bezenmiş onuru derinden yaralanan Bin Ladin, o anda Suudi monarşisinin ve onun Batılı koruyucularının yeminli düşmanı haline geldi: “Bizim erkekliğimizi yok etmek istiyorlar ve bizler erkek olduğumuza ve kainatın en kutsal yerini, kutsal Kabe’yi Amerikalı, Yahudi ve Hıristiyan kadın askerlerden korumak zorunda olan, koruma şerefine sahip olan Müslüman erkekler olduğumuza inanıyoruz.[11]
Usame Bin Ladin’in kendi hükümetine, dolayısıyla onun Amerikalı efendisine (Afganistan’dan döndükten sonra 1991 yılında temelli kaçmasına neden olan) karşı çıkışı, doğrudan Suudi monarşisini hedef alan aşırı bağnaz ikinci muhalif dalganın bir parçasıdır.
O günlerde, İslami fundamentalizm ile ABD hükümeti arasında kimi zaman gizli, kimi zaman görünür bir savaş, bütün şiddetiyle hüküm sürmeye başlamıştı bile: Bin Ladin’in şebekesine mal edilen saldırılar, ilk önce 1992 yılında Yemen’de, ardından1993’te Amerikan askerlerine karşı Somali’de oldu. Dünya Ticaret Merkezi kulelerini 1993’teki ilk yıkma denemesi de, operasyonun düzenleyicisi Remzi Yusuf yakalandıktan sonra, Bin Ladin’den bilinecekti. Bunları, bazıları Suudi krallığı topraklarında gerçekleşen başka eylemler takip edecekti.
Nefret, Barbarlık, Asimetri ve Ümitsizlik
Bin Ladin kesinlikle “bütün kurumların sistematik olarak yıkımı”nı savunmadığı gibi, Dostoyevski’nin kahramanlarının yaptığı gibi “herkesi yıldırıp sindirme”yi de amaçlamıyordu. O, açıkça ifade edilmiş taleplerine boyun eğmeleri için ABD hükümetini ve halkını terörize etmeyi, bu yolla kendi koyu ve fanatik inancını yayarak Müslüman halkları kışkırtmayı amaçlıyordu:
“Amerika’ya karşı savaş çağrısı yaptık, çünkü Amerika iki kutsal caminin bulunduğu ülkeşlere on binlerce askerini göndererek, bu da yetmiyormuş gibi onun iç işleri ve politiklarına müdahale ederek onu yöneten baskıcı, kokuşmuş ve zorba rejimi destekleyerek İslam milletine karşı düzenlenen Haçlı Seferi’nin başını çekmiştir. Amerika’nın hedef seçilmesinin nedenleri bunlardır.”[12]
Her medeniyetin barbarlığı kendine özgüdür. New York’ta bir sabah doğrudan katledilen binlerce sivil; Irak’ta ise on yıldan beri dolaylı yollardan katledilen on binlerce sivil. Her iki barbarlığın da sebep olduğu ölümlerin karşılaştırma ölçütü budur: Bir medeniyet ne kadar güçlenip zenginleşirse, barbarlığı da o kadar ölümcül oluyor. Güçlü Almanya’nın Nazileri, endüstriyel soykırımı keşfetmişlerdi. Zengin ülkelerin, Kara Afrikalılara ve ‘biyolojik soykırım’a maruz kalan diğer AIDS kurbanlarına endüstriyel katkıda bulunmayarak takındıkları tavır, medeniyetin gelişmesi anlamına mı gelmektedir? Bundan oldukça kuşkuluyuz.
Karşı karşıya kaldığımız durum medeniyetler çatışması değil, Medeniyet’in uzun, tarihsel ve diyalektik süreci boyunca, bu uygarlıklardan doğmuş –toplumlar oburlaştıkça onların atıkları şeklinde ortaya çıkan ve bugün bir kez daha Medeniyet’in kazanımlarını genel bir Barbarlık içinde yutmakla tehdit eden- farklı boyutlardaki barbarlıkların çatışmasıdır.
ABD yönetimlerinin İslam’ın Texas’ında onları korumanın karşılığı olarak yerleştirdiği 5 bin askeri geri çekmeme konusundaki inatçılığı, daha şimdiden, neredeyse o asker sayısına yakın miktarda kayıp vermiş olan Amerikan vatandaşlarının güvendiklerine karşı yapılmış bir seçimdir.
Amerikan karşıtlığını esas alan, siyasal İslami terörizmin ikinci temel gerekçesini Irak meselesi oluşturur. ABD, yıllar boyunca, ortakları ve müttefiklerinin bir kısmına rağmen, Irak’ı yöneten zorbaya terör yoluyla zarar vermek yerine, Arap dünyasının tümünün öfkeli merhametinin simgesi haline gelen bu ülkenin halkını zayıflatarak, tiranın işini kolaylaştıran ölümcül bir ambargo uygulamıştır. Bu tutum, aynı olgudan dolayı, dünyanın bu bölgesindeki Amerikan karşıtı duyguların kızışmasına da yardımcı olmuştur. Bu duygular, Bin Ladin’in kendisini onların en yetkili savunucusu gibi kabul ettirmesine katkıda bulunmuştur.
Amerikan karşıtlığını esas alan siyasal İslami terörizmin üçüncü temel gerekçesi İsrail-Filistin çatışmasıdır. Clinton yönetiminin müdahale etmeyi denediği tek mesele de budur ve bu müdahalenin, her ne kadar yeterli olmadıysa da, Bush yönetiminin 11 Eylül öncesi ve sonrasındaki tutumuyla karşılaştırıldığında çok daha açık görüşlü olduğunun hakkını vermek gerekir.
11 Eylül olayında halkın olaydan hükümeti sorumlu tutmaması, hatta baş sorumlu George W. Bush’a anket verilerine göre destek veriyor olması, bize halkın, bu çalışmanın ilk bölümünde de bahsedildiği gibi medya tarafından –yukarıda da anlatıldığı biçimde, gerekirse bilgi saklayarak- alıklaştırıldığını gösteriyor.
Taliban güçlerinin tek yaptığı, ABD’den Bin Ladin’in 11 Eylül’deki sorumluluğunu gösteren kanıtlar talep etmekti. Washington ise ona cevap niyetine bir ültimatom verdi: Ya Bin Ladin’i teslim edersiniz ya da sizi bombalarız! Saldırıların üzerinden bir ay bile geçmemişken, Amerikan Silahlı Kuvvetleri, sefil durumundaki ve ölüm döşeğindeki Afganistan’ın üzerine, Saddam Hüseyin’in megalomanik davranışlarından Iraklı çocuklar ne kadar sorumluysa, 11 Eylül’den o kadar sorumlu olan kayda değer orandaki Afgan sivilin ayaküstü ölümüne yol açan, demirden ve ateşten bir yağmur yağdırmaya başladı.
Takviye NATO güçleri, tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi, BM’nin himayesi altında harekete geçtiler: Washington, Talibanlara karşı savaşın dışında bırakılmış olmanın düş kırıklığını yaşayan iki örgütü de işin içine katarak, bir taşla iki kuş vurmuştu. Böylece Washington, Körfez ve Kosova savaşlarından beri üçüncü kez BM’yle kurduğu aşırı çıkarcı ilişkiyi ortaya koymuş oldu.
Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana uyguladığı askeri-siyasal yöntemlerle savaştığını ileri sürdüğü terörizmi asıl üreten Amerikan hükümetidir. George W. Bush’un ‘terörizm karşı savaşı’, kaçınılmaz olarak, 11 Eylül 2001’den çok daha ölümcül sonuçlara yol açacak ve Washington’un aynı savaş adına askeri müdahalelerini coğrafi açıdan çok daha geniş bir kesime yayacak, Amerikan vatandaşlarını hedef alan başka terörist saldırılara neden olacaktır.
Neoliberal küreselleşme tarafından üretilen sosyo-ekonomik faktörlerden kaynaklanan günümüzdeki ümitsizliğe, tarihsel açıdan çok büyük önem taşıyan bir başka siyasal faktör de eklendi. Bu ‘reel sosyalizm’in çöküşü ve onunla birlikte rastlayabileceğimiz birbirinden haksız tanımlarla sosyalizm fikrinin gözden düşürülmesiydi.
Sonuç: Leviathan ve Başkanlar
“Dünya çapında Medeniyet, bugüne dek görülmemiş bir olgunun resmini çizerek barbarlığın önünde boyun eğmişe benziyor, bu belki de insanlığın üzerine çöken bir Karanlıklar Çağı’dır. Dünya çapında düzenin ve hukukun çöküşü, devletlerin iflası ve dünyanın pek çok yerinde anarşinin yükselişi, suç işleme oranlarındaki patlama, sınır ötesi mafyalar ve uyuşturucu tekelerinin oluşumu, birçok toplumda uyuşturucu kullanımında artış, aile kurumunun zayıflaması, birçok ülkede güven ve toplumsal dayanışmanın azalması, dünyanın büyük bir bölümünde uygarlıklar ve devletler arasında dini, etnik şiddetin yaşanmaya başlaması, dünyanın büyük çoğunluğunun silah zoruyla yönetimi.”[13]
Soğuk Savaş çok doğru bir tabirle ‘dehşet dengesi’ olarak adlandırılmış olan dönem, dünya çapında süren, galibi olmayan bir oyunda, karşılıklı olarak sürekli birbirini dengeleyen iki düşman Leviathan’ın arenasıydı. Başka bir deyişle dünya Max Weber’in modern devleti tanımlamak için kullandığı meşhur tabire başvurarak söyleyebileceğimiz gibi, meşru fiziksel şiddetin bir duopolü tarafından yönetiliyordu.
Leviathan, ya da daha doğrusu bölgesel Leviathan’lardan ABD, batı yarı küresinde, İkinci dünya Savaşı sonrasında ‘hür dünya’nın bütününde bu rolü üstlendi. Soğuk Savaş sonrasında da bu rolünü bütün dünyaya yaydı. Birleşmiş Milletler’in eşitsizlikçi yapısı, büyük güçler arasındaki anlaşmazlıkların güvenlik ve barışa ilişkin işlevlerini engellememesi için, ödenmesi gereken bir bedeldi. Ve görevini başarıyla ifa ediyor…
Bilinen efsanedeki gibi; Rus düşmanı Hektor’u yenmiş olan Kibirli Amerikalı Akhilleus, onu güçsüzlüğe itmekten ve aşağılamaktan vazgeçmedi. Sonra çok daha önemsiz bir düşman, ona, onu en zayıf noktasından ciddi biçimde yaralayan oklar gönderdi. Sınırsız gururu başını döndürmüş olan Akhilleus, asker botları giyerek topuğunu koruyacağına inandı ve düşmanlarına saldırıya geçti. Onun kibri (hubris) Tanrıların intikam Tanrıçası Nemesis’in öfkesini üzerine çekmiştir ve çekmeye devam edecektir.[14]
[1] Casper Weinberger, “The Uses of Military Power: Excerpts from Remarks by Secretary of defense Caspar Weinberger to the National Press Club, Washington, DC, 28 Kasım 1984.
[2] Konuşmanı bu bölümü için bkz. George Bush ve Brenda Scowcroft, A World Transformed, Knopf, New York, 1998, s.370.
[3] A.g.y
[4] Noam Chomsky, “Lakdawala Memorial Lecture” (Delhi), 3 Kasım 2001. Yazını Fransızcası 22 Kasım 2001’de Le Monde’un ekinde “Cette Amerique qui n’apprend rien” adıyla yaynlanmıştır.
[5] Tarık Ali, “A Political Solution is Required”, The National Online, 17 Eylül 2001.
[6] Tony Blair’in Galler ülkesinin ulusal meclisi önünde yaptığı “Başbakanın Afganistan Meselesi Üzerine Konuşması’ndan alıntı, 30 Ekim 2001.
[7] Bu konuda özellikle ‘otoriter’ ve ‘totaliter’ rejimler arasındaki farklar için Jeane Kirkpatrick tarafından hazırlanan Jeff McMahan’ın çalışmasına bkz, Reagan and the World: Imperial Policy in the New Cold War, Pluto, Londra, 1984, s.78-9
[8] Samuel Huntington, The Clash of Civilizations and the Remarking of World Order, Touchstone, New york, 1998, s.94
[9] George W. Bush, “Adress to a Joint Session of Congress and the American People”
[10] Fukuyama, The End of History and the Last Man, s.236-7.
[11] “Usame ben Laden yatahaddah”
[12] “Interview Ossama bin Laden (May 1998)”, Hunting bin Laden, Bin Ladin, birkaç ay sonra El Cezire televizyonunun yaptığı röportajda, “Bin Ladin Ne İstiyor?” sorusuna aynı şekilde yanıt veriyor ve İslam’ın kutsal yerlerinin kurtuluşu ve ‘Allah kelamı’nın hüküm sürmesi için mücadele verdiğini söylüyordu (“Usame ben Laden yatahaddeh”, a.g.y).
[13] Hungtigton, The Clash of Civilizations and The Remaking of World Order, s.321.
[14] Hubris ve Nemesis, Ian Kershaw tarafından yazılan ünlü hitler biyografisinin iki bölümünün alt başlıklarıdır.
… Bu konuda e-kitap okumak için…
Yahudi oldukları için mi zalimler?
Bu kitapta başlıca 4 konu bulacaksınız:
- Yükselen Yahudi nefretinin Müslümanlar için bir afyon olması
- Yahudi şeriatının İsrail zulmündeki rolü
- Filistin’de zulüm gören insanların hayatı
- Filistin sorunu ile ilgili güncel diplomatik hesaplar
Neden?
İsrail bir çok bakımdan Türkiye’ye benzeyen bir ülke. Paranoyak bir ulus-devlet. “Yoktan var edilmiş bir millet” dört tarafı “düşmanla çevrili” kutsal bir vatanda yaşıyor. Terör tehlikesine karşı ülkenin güvenliği için(?) haklar ve özgürlükler çiğneniyor. Devlet eliyle düşman üretiliyor!
Yahudilik devletin elinde siyasî bir araç mı yoksa Yahudiler hâlâ Hz. Musa’nın yolundan mı gidiyorlar? Bu zulümün sorumlusu Tevrat ya da diğer Kutsal(?) kitaplar mı? Yoksa tersine, İsrailliler dinden uzaklaştıkları için mi bu kadar zalim oldular?
İsrailliler soydaşlarını yok eden Nazi zulmünü adeta kopyasını ürettiler kendi ülkelerinde. Filistinlileri toplama kamplarına hapsedip duvarla çevirdiler. Ama tam da bu yüzden kendi ülkeleri dünyanın en büyük açık hava hapishanesi oldu. Milyonlarca Filistinli esir ve milyonlarca Yahudi gardiyan-cellat rolünde. Ülkenin gençlerine vaad edebileceği tek meslek bu, gardiyan-cellat. Ya da İsrail’i terk edip ABD veya bir Avrupa ülkesine kapağı atmak. Gidemeyenlerin ülkesi oluyor İsrail… Kendi zulmü altında ezilen, korku içinde yaşayan, dünyasıyla beraber Ahiret’ini de kaybetmiş olan İsrailli zannederim Filistinliden bile daha zavallı bir durumda bu yüzden. Buradan indirebilirsiniz.
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.