Amerikan Müdahaleciliği / Noam Chomsky
By essenza on Oca 6, 2013 in Amerikan Saldırganlığı, Barış, Kitap Sohbeti, Ortadoğu
“Hakikati bulan, başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır.” (Daniel De Feo)
Kitap ABD’li ünlü düşünür¹/en önemli dilbilimcilerden Noam Chomsky’nin bir internet sitesi için yazmış olduğu (1998-2001) makalelerden² (konuşmalar+röportajlar) oluşuyor. Her şeye muktedir -olduğuna inanan- gücün, aynı paralellikte ruhuna selam çakmasının mümkün olmadığını anlatan bir derleme. Eleştirel tutumun bonkörce kullanıldığı metinler, durumu genele alıp sorgulamadan öte, tarih kayıtları+söylevlerle izlenim aktarmakta.
Aykırı ses, birçok olaya değinerek geniş kapsamlı bir örgüyü sunuyor. Olayların halka sunum şekillerinin, yüzeysel ya da kendi çıkarları doğrultusunda işlenebileceğine inanan Chomsky, alternatif düşünme sistemine yönelişi sağlıyor.
Kitap Amerikan müdahaleciliğinin etkileri üzerine 16 farklı başlıktan (aynı isimlerin genişletilmiş hallerini saymazsak) oluşurken, dönemin gelişmelerini farklı bir duruşla aktarıyor. Ortadoğu, Balkanlar ve Doğu Tümör gibi bölgelerde yaşanan gelişmeleri, bilgilenmede çizgi takibini, ahlaki ilkeler-uluslar arası hukuk nizamı, milenyum görüşleri, beklentileri… gibi birçok konuda, değerlendirmelerde bulunuyor.
Dönemi sorgulamak ve bugüne ışık tutma babında okunabilir kitaplardan olan Amerikan müdahaleciliği, 198 sayfa. Her makalede altını çizdiğim birçok satır var. Bu bağlamda bazı satırlara yer veriyorum (bazı satırları Türkiye’nin izdüşümü üzerine yorumlayalım).
ººººº
Bir soruyla başlayalım. Düzenin hileli kavramı olan “işine gelebilirlik”, tercihlerde üst raflarda mı ya da hukuk göz ardımı ediliyor?
Chomsky’ye göre; “Hukuk düzeninin hor görülmesi, ABD’nin pratiğinde ve entelektüel kültüründe derin köklere sahiptir. Örneğin….” (s.17) Makalelerin birçok bölümünde olduğu gibi örneklerle detaylanan sunum, bilgiye (halka yansıyan) kılıflar giydirilmesiyle bağlanır.
Düşünüyorum da hukuk denen sistem nedir? Genel olarak bireylerin yaşamını, diğer bireylerle beraber sürdürebilmesi için gerekli olan, kurallar çizelgesinden oluşan bir düzen değil mi? Peki, globalleşen dünyada, yazdığın bir tweet’in yansımasının ülkeyi aşacağı ve kitlesel duruşa neden olacağı biliniyorsa, neden tüm ülkeler bir araya gelip, aynı yasalar çerçevesinde anlaşamıyor. Tuhaf bir konu bağlaması oldu. Haklısınız lakin gerçekten bu tarz bir öneride bulunan var mı? Yoksa patenti bana mı aitJ
Kant’ın, “Ebedi Barış” eserinde, tüm ulusları birleştiren ideal bir dünya cumhuriyetinden bahseder. Belki ütopik bir duruş, ancak tek bir yasa etrafında bütünleşen ulusların olması, aslında tek bir sistemin ana hattından çıkan yolculuğun, daha düzenli bir duruma geçişini sağlamaz mı? Tabi toplumsal sözleşmelere imkan tanıyacak bilincin oluşması, bu anlamda biraz zor gibi görünüyor (içses: keyfi hareketlerin bütünselliği zedeleyeceği) . Ama yinede enerjiyi güzele çevirmek adına, umut parlaklığını korumalı. Öyle değil mi?
ººººº
Chomsky’nin “Haydut Devletler” makalesine baktığımızda; ABD’nin anlayışını sorgulayıcı tavır yine başrolde. Makaleden bir alıntı yaparsak;“Temel anlayış şudur: Soğuk Savaşın bitmesine karşın, ABD’nin yine de dünyayı koruma sorumluluğu vardır -ama kimden koruyacak? Açıktır ki bu, “radikal milliyetçilikten”, yani kudretlinin iradesine boyun eğmek istenmemesinden koruma olamaz. Bu tür düşünceler genel kamuoyu için değil, ancak dahili planlama belgeleri için uygun olacaktır.” (s.19)
Haydut devlet’in tanımı, içi boşaltılan sözcük dizelerinden biridir. Sanırım ABD’nin kendince kurguladığı nizamın dışında kalanlar, haydut devlet yaftasıyla işaretlenir. Elbette Irak (bir zamanlar), İran,…v.b. ülkeler, haydut devlet tanımına uygun ama İsrail değil. Başıboş düşüncenin tezahürü bu olsa gerek! Öyle ya tutarsızlık abidesi, kendini her alanda göstermeli!
ººººº
Fotoğraf: Irak işgali sırasında, savaş esirlerinin tutulduğu bölgede bir baba, çocuğunu sakinleştirmeye çalışırken (Bouju, J.M. 2003)
“Demokrasiyi ben götürürüm/ ben ihraç ederim” bu esintiler bir seraptan mı ibaret?
Sanırım Suudi Arabistan’a bakarak bu mantığın çelişkili olduğunu söyleyebiliriz. ABD ile Suudi Arabistan’ın arası iyidir. Neden? Çünkü Suudi Arabistan, genelde kolaylıkla ABD’nin ulusal çıkarına hizmet edebilir/bu tarz bir oluşuma destek verebilir (tutumu proporsiyonun varlığını güç addeden statükocu duruş). ABD yarın ne olacağını çözemediği durumlarla karşılaşmak istemez. Yani -kendine özgür bir tutum- mevzu bahis, ötesi değil.
Başkalarına dayatılan unsurların içerisinde, nasıl bir özgürlük anlayışı sağlanabilir ki? Demokrasi bir dayatma sistemiyle gelecekse/getirilecekse, muhtevasıyla zıtlık barındırır. Diktatörlerin olduğu ve onların yönetiminde ülkelerin olduğu bir gerçektir. Ancak askeri müdahale yanlısı olmak-bizim çıkarlarımıza ters rejim-özgürlük palavraları v.b durumlarla yolculuğa çıkmak, riya perdesinin kalıcılığını sağlamaktan öteye geçmez. Ayrıca kimse Süpermen değil/olamaz!
ººººº
Ortadoğu’ya baktığımızda, sisli perdeler aralanıyor diyebilir miyiz yoksa “güç” kendini rahatlatmak mı istiyor?
Dünyada “koruma sorumluluğu” adıyla, yeni bir kavramın olduğunu ve bu kavramın yeni düzeni inşa etmekte kullanıldığını kolaylıkla söyleyebiliriz.
Örneğin Suriye’de yaşanan olaya baktığımızda; Rusya’nın ve Çin’in bu konuda düşündükleri aynı doğrultuda yani içişlerine karışılmaması dahilinde ancak artık “koruma sorumluluğu” bazında, ülkede yer alabilecek çatışmaların kızışması ve olayın gerek kendi halkına zarar vermesi gerekse bölgesel bir tehdit oluşturabilecek pozisyona gelmesi ( olayların kontrolün dışına çıkabilecek yansımalarının olması) yine bu kavramı harekete geçirecek unsurlar.
Aslında yapılması gereken belki de siyasi-ekonomik ve askeri hedeflerin nasıl bir bütünsellikte çalıştığını görmek olmalı. Sanırım rotayı belirleyen eksen, alternatifli düşünme sisteminin yansımaları olduğu zaman, “sorun” denen kavramın çözümüne de yaklaşmış oluruz. Çünkü önemli olan; neyin, ne zaman olacağını tahmin etmek/ bilmek değil (gerçi güzel de olurdu) olayın olacağı zaman, nasıl bir strateji (elbette ilkesel duruş nezdinde) sunacağız. Bence risklerin de olabileceği durumunu göz ardı etmeden, olaya bakış açımızın yelpazesini genişletmek gerekir. Tabi düşünürken, fonda güzel bir ses iyi gider. O zaman Goethe’yi dinleyelim: “En güçlü silah, zamanı gelmiş fikirdir.”
ººººº
Chomsky, yeni düşmanlara ihtiyaç olduğunu düşünenlerin “haydut devlet” bulmasının zor olmadığını, Suçla İlgili Ulusal Adalet Komisyonunun sonuçlarını değerlendirmede bulunarak yorumluyor. “… şu sonuçlara varmıştı: Suç korkusu -özellikle uyuşturucu korkusu- suçun kendisiyle ilgisi olmayan çeşitli faktörler tarafından teşvik ediliyordu. Komisyona göre bu faktörler arasında, medya uygulamaları da dahil, politik amaçlar için gizli ırksal gerilimi sömüren hükümet ve özel sektörün tutumu yer alıyordu; öyle ki hükümet ve özel sektör kendi amaçları için “yurttaşın korkusunu körükleyen bir rol oynuyordu.” (s.20)
“Yasaların uygulanmasında ve karar verilmesinde etkin olan ırksal önyargılar, siyah toplulukları yıkıma uğratıyor, “ırksal bir uçurum” yaratıyor ve “ulusu sosyal bir felaket riskine” sokuyordu. Şimdi ABD tarihinde ilk kez, Afrikalı Amerikalılar mahkumların çoğunluğunu oluşturuyordu ve beyazlara göre yedi kattan daha fazla bir oranda hapse atılıyorlardı…. çok yüksek bir oranda uyuşturucu kullanımı ya da kaçakçılığı suçlamasıyla siyahları hedefliyordu. (s.20) ABD’nin tanrıtanımaz hallerine ilişkin Chomsky, dünyayı büyük bir sorunun beklediği izlenimini verir.
ººººº
“Farklı” denen kavramın, nasıl bir açılım gösterdiğini, neye önem verip tanrılaştırıldığını yazık ki göremiyoruz. Dönemsel durumlarda, baskınlık farklı kesimlerde toplansa da değişmeyen zihniyetin yapılanmaları, mevcudiyetini halen koruyor. Siyah-beyaz ten ayrımı/yoksul-zengin/üst-alt mevki ayrımı/doğu-batı/Sünni-Alevi/Türk-Kürt/sağcı-solcu/… Örnekleri çoğaltabiliriz ortak nokta ayrımcılık. Bir şeyleri parçalayıp bölme dürtüsü. Hafızalarımıza kazınan, ayrımcı zihniyetin yapılanmaları o kadar fazla ki.
Yazık ki yaşamımızda önem verdiğimiz değerler, faşizanlığa uzanıyor. Bunun farkına bile varamadan hareket ediyoruz. Kendimiz gibi olmayanı hor gören ya da bizi bizden uzaklaştıran hallerimizle çirkinleşiyor. Gittikçe kirlenen toplumlara dönüşüyoruz. Haksız mıyım?
ººººº
Chomsky’nin başka bir makalesi, aynı paralellikte -uyuşturucu ile savaşın- yoksul köylüleri/insanları hedeflediğini anlatmakta. Chomsky şöyle sorar: “Uyuşturucu trafiğine karıştıkları bir sır olmadığı halde, neden ABD bankaları ve kimya şirketlerine Delta Force baskınları yapılmıyor?” VeDaniel Patrick Moynihan’ın (senatör) gözlemine yer verir: “azınlıklar arasında yoğunlaşmış şiddetli bir suç sorununa sahip olmayı seçiyoruz” (s.99)
Chomsky’nin yazılarında, her yapılanın aslında bir proje aksanı içerisinde ilerlediğini ve her risk oluşturacak durumun, alternatif bir planı doğuracağı hissi veriliyor. Ancak, gidilen yolculukta bunu anlamanın güç olduğunu…
Sanırım bireysel düşüncelerde de bunu görmek mümkün. Herhangi bir diyalogda, hoşnut olmadığınız bir edayla karşılaşırsanız karşılık vermek adına yüzeysel yanınız harekete geçer. Kişinin zaafı hangi konudaysa, kısa bir süre sonunda “kendinizden utanacağınız harekete” imza atarsınız. Öyle ya, gerek bireyler arası gerek toplumlar arası çatışmalar, hep aynı çerçeveden ışığını almaz mı? {çerçeve=yüzeysel düşünce (ego’nun/nefs’in yansımaları)}
ººººº
Chomsky, “Bilgilenmek ve entelektüel özsavunma” makalesinde ise bireyin herhangi bir olay hakkında bilgilenmesinin, iki çizgi arasında olduğunu hatırlatır. “Yalıtılmış bir birey için, bu işin müthiş zor olmakla hepten umutsuz olmak arasında bir yerlerde olduğu doğrudur… Tek başınıza bir konum almak büyük ölçüde özgüven, belki de birinin sahip olması gerektiğinden daha fazla özgüven gerektirir; çünkü size doğru gelen gördüğünüz ve duyduğunuz her şeyle karşıtlık içindedir.” (s.41) Chomsky bu görüşünü Solomon Asch’in sosyal psikolojideki klasik deneyleriyle sarmalar.
Bu deneyleri kısaca hatırlayalım. Amaç acaba birey sürü psikolojisi dediğimiz durumla örtüşen bir davranış mı sergiliyor yani bir uyum ya da grup baskısı olduğunda nasıl bir stile bürünüyor, bunu anlamak. Asch, deneyi bir grupla (üniversite öğrencileriyle) yapar ve her bir öğrencinin içeri girişinde odada mevcut 5 kişi belirir. Bir masanın etrafında toplanan gruba, çubuklar sunulur (4 adet ve bu çubuklardan sadece bir tanesi gerçek çubuk, diğerleri karşılaştırma çubukları). Sırayla herkesin, çubukların boyu hakkında yorum yapması istenir. Gerçek ve karşılaştırma çubuğunun da bulunması istenir. Her sorulan kişi, önceki duyduğu cevaba istinaden (neredeyse üçte birinden fazlası) aynı cevabı verir yani yanlış cevabı (uyum güdüsüyle) verir.
Bireyin yanlış ya da doğru olarak belirlediği durumun, içinde bulunduğu ortama göre şekillendiği sonucu çıkıyor. Tabi bu durumun reflekssel anla gerçekleştiği-düşünemeden hareket eden yaklaşımın- temellerinde, filizlendiğini söylemek mümkün.
ººººº
Kitapta neredeyse, her paragrafta genel tema; hafıza raflarımızın, başkalarının bakış açısıyla dolu olduğu ve kalıplaşmış düşüncelerden sıyrılıp, özgür bir tutumla seslenmemizin gerekliliği.
ººººº
Herhangi bir birey, düşüncesini dile getirirken acaba nasıl bir yol seçiyor?
Birey, dikkat edersek uzun soluklu ve zararın minimale indiği bir süreci değil en kısa yolla nasıl bir durağanlık yakalayabilirimin peşinde! Hafızamı yoklarken, bu duruma istinaden anımsadığım bir şey var. Bir yerden farklı bir duruma/konuma geçişte, yaşanan gelgitlerin nasıl bir boyut kazandığını bilmek gerekiyor. Bildiğim kadarıyla, arada yaşanan sıkışmaların sonucu, hep aynı noktayı gösterir yani en kısa yolu. Bu, tercihin psikomotor davranıştan ileri geldiğini, bu bağlamda iki nokta arasında seçtiğimiz en kısa yolun, gereklilikten (elbette bu sinyal, sistemin kurallarına istinaden bir seçim) kaynaklandığını söyleyebiliriz. Yani eylemler, kurallara göre sınırlanıyor ve bu kurallara uyma zorunluluğu, sistemin derinliğinde (gelenekselleşmiş tutumlar), bu derinliğe inmeden bir çözüm yaratmak olasımı? Bilemiyorum. Sanırım kolaya kaçan bir tutum/sunulanı kabul etme dürtüsü, her an işleyişte.
ººººº
Peki, mevcut bilgi sunumunda, bilgiyi olduğu gibi kabul edenlerden değilsek, örneğin bir haber metni rengini belli etmiyorsa ne yapmalıyız?
Chomsky, şu ibarelere yer vermiş:“Dürüst bir haber, şurada burada ipuçlarını gizlemek ve başından beri çok farklı bir hikayeyi anlatmak yerine, yalnızca bütün bunları vurgulamakla kalmazdı, aynı zamanda güncel konularla ilgili açık sonuçlar çıkartırdı… Ciddi bir çaba gösteren birisi, mevcut basında kendisini doğru resme götürecek ipuçlarını ayırt edebilir.” (s.46-47)
Doğrusu bir habercinin yazdığı metni, neyi düşünerek yaptığını bilmek zor (en azından bazı zamanlarda). Acaba metni olduğu gibi mi verdi, doğru olduğunu belgeleyecek bir araştırmaya mı imza attı belki de bir yanılgıyla ya da bilinmezlik tavrıyla hareket etti. Hizmet ettiği çevre mi var? Sanırım, ülkemizde gazetelerin çoğunda, bu tarz bir yansıma söz konusu. Neredeyse her gazetenin belli bir kesime hitap eden yanı var. Belki de “hiç bir şey okumayan birisi sadece gazete okuyan birisine göre daha eğitimlidir.” (Thomas Jefferson) Ne dersiniz?
ººººº
Chomsky, yazdığı bazı makalelerde Türkiye’ye de yer ayırmış.
“Modern Türk devletinin bütün tarihi boyunca Kürtler fena halde ezilmiştiler, ama işler 1984’de değişti.1984’de Türk hükümeti Güneydoğu’da Kürt nüfusuna karşı büyük bir savaş başlattı. Ve bu devam etti… Öldürülen on binlerce insan, iki ya da üç milyon göçmen, 3.500 civarında köyün yıkıldığı yoğun bir etnik temizlik.”(s.149)
Paragrafta “etnik temizlik” ya da “Kürt nüfusuna karşı büyük bir savaş” oldukça keskin/iddialı sözler ancak böyle bir durumun olmadığını söyleyebiliriz. Öte yandan belki de Chomsky, o zamanlar bunun yapılmasını isteyen ve ona göre hareket eden bir zihniyeti sorguluyor olabilir. Peki, bu mümkün mü? Şu anda bile etnik temizlikten bahseden birçok insanın olduğunu düşünürsek, o zaman diliminde düşünsel olarak mümkün ve hatta yaptırımını bu yönde kullanmış olan kişilerde olabilir. Lakin bunu bilemeyiz/“baskının katmerleştiği bir dönem” olsa da. Bir de şunu eklemek lazım: 90’lı yıllar Kürtler için zorlu yıllardı ve bu duruma tanıklık eden birçok isim var. Yaşadıklarını kitaplara aktaran isimlerden, okuduğumuz üzere insan hakları ihlalinin en üst boyutta olduğunu söyleyebiliriz. Bastırılmış duyguların bilinçaltına işlenmiş olması, bir zaman sonra su üstüne çıkmasına engel değil ve travmaya dönüşerek üst bilince yansıması belki de kaçınılmaz. Bizim de bildiğimiz ancak dönemi anlatan kitaplar/yaşayan insanlar ve sezgilerimiz.
ººººº
Chomsky, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde, baskıların arttığını ve silah alımında Türkiye’nin başı çektiğini belirtmiş. 1990’lı yılların Kürtler için nasıl bir acı işleyişe tabi olduğunu bakalım nasıl anlatıyor: “Türkiye’nin Kürtleri şiddetle bastırması yıllardır büyük bir skandaldı. Bu skandal 1990’larda zirveye ulaştı. Göstergelerden birisi, Türk ordusu kırsal bölgeleri yakıp yıktıkça,1990-1994 arasında bir milyondan fazla Kürdün buralardan gayrı resmi başkenti Diyarbakır’a kaçışıdır. Türkiye’nin insan haklarından sorumlu devlet bakanına göre iki milyon kişi evsiz bırakıldı ve Bakan bunun kısmen ‘devlet terörünün’ sonucu olduğunu kabul etti. İşkence, binlerce köyün yıkılması, napalmlarla bombalamalar ve genellikle on binlerce olduğu tahmin edilen, sayısı bilinmeyen savaş kayıplarının (hiç kimse ölenleri saymıyordu)yanı sıra, yalnızca Kürtlerin öldürüldüğü “esrarengiz cinayetler” (özel timlerin neden olduğu sanılmaktadır.) 1993 ve 1994’te 3.200’e ulaşmıştı.” ( sayfa 57)
“Önde gelen bir ABD karakolu olarak, soğuk savaşın başlangıcından bu yana önemli düzeyde askeri yardım aldı. Ancak silah teslimatları soğuk savaşla bir bağlantısı olmaksızın, 1984’te hızla artmaya başladı. Aslında bu yıl, Türkiye’nin büyük ölçüde Kürtlerin yaşadığı Güneydoğu’da büyük ölçekli karşı ayaklanma başlattığı yıldı. Silah teslimatları bütün 1950-1983 (mali yıllar) döneminin toplamını aştı ve ağır silahlar (savaş uçakları, tanklar vs.) dahil, Türkiye’nin askeri donanımının yaklaşık yüzde 80’inine ulaşarak 1997’de doruğa çıktı.” (sayfa 92) Ardından Kürt vatandaşların minimallikten yoksun hakları olduğunu söylemekte.
Chomsky’nin bu konudaki değerlendirmeleri, kimine göre doğru kimine göre yanlış belki de abartılı . Okuyanlar, savunmalarını ya resmi ağızların tekrarıyla bütünleştirir ya da keskin duruşlarını belli edecek argümanlara sığınır. Sonuçta Chomsky, güvendiği kişi ya da kurumlardan aldığı bilgiyi tartmış ve her konuda olduğu gibi kendince değerlendirme yapmış.
ººººº
Savaş ya da çatışma dediğimiz süreç, yıllardır devam etmekte ve bu durumun sonlandırılması için “samimi” olmak gerekiyor.
Çatışma ve şiddet ortamının, gündemi en acılısıyla şekillendirmeye çalışması hoşumuza gidebilir mi? Elbette ki hayır. Ancak mevcut durumdan hoşnutluk duyanlar olabilir lakin halkı baz alarak düşünürsek, barışın ulviyetini daha ne kadar görmezden geleceğiz?
Yazık ki Kürt sorununa dair kalıcı çözümler “ben buradayım” derken, hep bunu öteleme durumunu seçtik/seçiyoruz. Dün ile bugün arasında (en azından söylemler dahilinde) çok fazla değişikliğin olduğunu söyleyemeyiz. Hala kurtulamadığımız birçok durum mevzubahis. Örneğin; dillere pelesenk olmuş söylev ve görmeme/duymama hastalığı; Nedir bu Kürtlerin isteği, zaten eşit şartlar altında yaşıyoruz/ “Kürt sorunu” diye bir şeyi reddediyoruz, sorun “terör sorunudur”/Habur-Oslo-Müzakere-Açılım v.b. oluşumlar bizi bölmeye götüren zihniyetlerin tezahürüdür./ Önce terör örgütünü kına! Sonrasına bakarız!/… Şematizmadan ibaret enstantaneler…
Oysaki yapılması gereken; genellemelerden/ dayatmalardan uzak, samimi ve sadece söylenen sözler üzerine yürütülen bir iletişim olmalı. Düşünelim… Bu savaşta/çatışmada öne çıkanlar, görmezden gelinenler ya da çözüme yönelik yapılması gerekenler, ilk esintide neler olabilir?
Savaşta öne çıkanlar?
×Göstergeler; savaşın bilançosu nedir? Sivil/askeri kayıplar neye tekabül ediyor? Kaç PKK’lı ele geçirildi ya da etkisiz hale getirildi?
×Düşüncenin işlevini yitirmesi
×Tek seslilik; tekerrürlü olarak, akan kanın üzerinden yapılacak olan tüm argümanların aynı doğrultuda olması. Yapılması gerekenler-yapılamazcıların kalıplaşmışlıkları ve ikircikliklerden sıyrılamama halimiz.
×Sessizlik; herkesin ağız birliği yapmışçasına/rutin bir olay olmuşçasına edalanması.
Savaşta görmezden gelinenler?
×Duyarlı ses; Bu gidişatın hiçbir olur yanı olmadığını, güçlü bir sesle betimleyip “dur” diyebilmeyi seçenler (nadir de olsa bu seslerin varlığı, umudun varlığıyla eş)
×Masumiyet; bu topraklarda erkek olmanın en zor yanlarından biri de sanırım askerliktir. Bedelliye- torpile gücü yetemeyen, “vatan borcu” olarak beyinlere işlenen ve ölmenin “şehitlik” mertebesiyle süslendiği bir vatanda, ölme riskini tüm boyutuyla yüklenerek, askerliğe soğuk bir merhaba der. Batıya giden askerler genelde biraz da olsa rahat ve arkalarında bıraktıkları aileleriyle sıcak bir ayrılık yaşarlar (doğuya gidenlerle ruh zıtlığı yaşayarak). Karşılarında gerilla-militan-terörist ismin önemi olmaksızın kişiler durmakta. Ama onların farkı; bilerek/isteyerek, ölmeye/öldürmeye doğru bir yolculuk yapıyor olmaları.
Oysaki askerliğin gönüllü ya da profesyonele doğru kaydığı bir zeminde, nasıl bir tabloyla karşılaşırdık? Düşünelim! Çatışmaların-ölümün yer belirlemediği bir ortamda, hangi anne evladını askere göndermeyi (gönüllü olarak) ister ki? (Bu düşünce tarzı bireyi koruyamayan zihniyete eleştiridir) [“Askerlerini sevgili çocukların gibi gör onlar da senin için ölmeye hazır olacaklar.” (Sun Tzu)]
×Yanılgı; Olaylar karşısında yapılan hataların, hata olarak kabul edilmeyişi ve kişinin inandığını belirttiği değerlerle zıtlaşması hangi durumun tezahürüdür? Oysaki “Yanıldığını asla kabul etmeyenler, en çok yanılandır.” (La Rochefoucauld)
×Umursamama hali; Yaşanan olayların uzun bir süre devam etmesi, olayları kanıksamaya sebebiyet veriyor. Sanırım “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” tarzı bir alt yapı (az da olsa) toplumda etkinliğini koruyor ve bu içsese sahip olanlar belki de gittikçe çoğalıyor.
×Travmatik durumlar; Suriye olaylarının yayılımı hızlanırken gazetede şöyle bir haber vardı (anımsadıklarım); Suriyeli mültecilerden bir çocukla yapılan söyleşide, Sünni bir çocuğun Şiilere karşı intikam sözleriyle bezenen duygusal travması döşenmişti (tabi tam terside mümkündür). Kaosun/savaşın belki de en önemli yanı olan, duygusal betimlemelerin ağırlığının, ne kadar abartılı yaşandığı ve insanlığımızı kaybetmeye varacak bir boyuta taşınma hali, göze çarpıyor. Bu örnekle yola çıkarsak sanırım diğer olaylarda da aynı paralel mantığı düşünebiliriz. Savaş nerede olursa olsun /karşıtlıkların içinde barındırdığı durum neye işaret ederse etsin, sanırım kan-acı-nefret temaları hep süregeliyor.
×Sorunsal bakışlar; Tekselliğe indirgenmiş yapılanmalar/düşünselliğin boyutunu dar bir çerçevede sürdürmeye ant içenler. Anlaşılmayan bir şey var ki “bir sorun, onun üretildiği andaki zihin düzeyinde kalınarak çözülemez.” (Einstein)
×Bocalama; Stratejisini tek boyutuyla ele alan zihniyetin, görmezden geldiği durumlarla karşı karşıya kaldığında; eksik olan stratejisini daimi haliyle devam ettirmesi ve yine/yeniden bocalamaya devam etmesi
×Doğurganlık oranı en yüksek olan davranış; şiddet şiddeti doğurur.
×Eliminasyon; Ağırlığın müzakereden yana olma düsturunun -bazı zamanlar- elemine edilişi
×Meşruiyet; Kayıplar güzergahında gün geçtikçe yer bulması
×Bedel; “Biz hem kurtların doymasını, hem de koyunların sağ kalmasını istiyoruz.” (Tolstoy) Bu mümkün mü? Peki, ödenmesi gereken bir bedel olmalı mı?
İhtiyacımız olan nedir?
×Otokontrol; “Güçlü adam bir şehri fetheden adam değil, kendi iradesine hakim olan adamdır.” (Emerson)
×Bakış yöntemini değiştirecek çizelge
×Kitlesel bir duruş; Her türlü savaşın tüm samimiyetimizle olmaması gerektiğini /yapılması gerekenlerin acilen yürürlüğe konmasını belirten, anlamlı seslerin bütünleşmesi.
×Siyaset; siyasi arenada sözlerin gücüne başvurulması ve müzakere ışığında çözümler üretebilmek
תeffaflık; olaylar karşısında kullanılan dilin/yaptırımın samimiyetinin sorgulanmasına gerek olmaması ( akışın doğallığı)
×Gerçek bir lider; oto didaktik bir yapıya sahip olmanın erdemi dururken neden zihinlere kelepçe takılır? Gerçek liderlik, güç kullanmak değildir. Başkalarını güçlü kılmaktır.” (Bennis ve Nanus)
Bu perspektiften bakıldığında, kültürel ve siyasi hakların Kürtleri bağımsızlığa götüreceği endişesini taşımak/durumu bu bakış açısıyla ele almak, hatayı beraberinde getirir. Olasılıklar üzerine sisteme keskin biçimler kazandıramayız/kazandırmamalıyız.
Çerçevede yansıyan/yansıtılacak oluşumlar, elbette risklerinde esnekliğini kontrol edecek fakat bir yandan da mevcut tanınması gereken hakların dağılımını da, eşit çizgide olacak şekilde muhafaza etmeli.
Hareketin fikriyatta bütünleşmesi, belki biraz zaman alacak. Ancak ilk esintinin ardından gelecek olan yeni sıcaklık dalgası, sanırım iklimin giderek daha anlaşılır hale gelmesini sağlayacak.
ººººº
Peki, ya biz üzerimize düşeni yapıyor muyuz? Olaylar karşısındaki duruşumuz, kendi- mize/bireyce güçlü/güçsüz yanlarımızı betimleyen bir otobiyografi değil midir? İstenmeyen olayları, kapak altı etmeyi seçen bir kült-ürümü seçiyoruz?
Chomsky, entelektüellerin görevinin hep aynı durumu sergilediğini, olayları belli bir çerçevede görüp-yansıtma ve bazı durumlar karşısında, kamufle etme yöntemini tercih ettiklerini belirtir (birçok olay farklı argümanlarla haklı çıkartılmaya çalışılmakta).
Chomsky, bu bağlamda -ahlaki ilkeler ve uluslar arası hukuk alanında- bazı psikolojik doğruları da anımsatıyor: “Yapması en güç şeylerden birisi aynaya bakmaktır… Dikkatlerin başkalarının suçları üzerinde odaklanması genellikle bize -iyi insanlar- olmanın, o -kötü insanlardan- bu kadar farklı olmanın hoş ve sıcak duygusunu tattırır. Bu özellikle belli bir mesafeden, başkalarının suçlarının daha kötü hale gelmesine yardımcı olmak dışında yapılabilecek pek fazla şey olmadığında doğrudur. Bu durumda herhangi bir bedel ödemeden yalnızca feryat figan edebiliriz. Kendi suçlarımıza bakmak çok daha güçtür ve bunu yapmak isteyenler ekseri bedeller, bazen çok ciddi bedeller ödemek zorunda kalırlar… Bu bildik doğruların uygulanma alanı son derece geniştir.”(s.70)
Chomsky’nin makalesini okuyunca aklıma sihirli aynalar geldi. Geçen gün bir alışveriş merkezine, biz büyüklerin bile bakmaktan alıkoyamadığı, sihirli aynaları yerleştirmişlerdi. Baktım birinde oldukça uzun, bir diğerinde fazlasıyla şişman görünüyorum yani ben, ben değilim tabi fiziksel olarak, gerçi o halimle olduğumu varsayarsam, içselliğimde her an değişebilir, sanırımJ (ilk düşünüş)
Bırakın bir kişiyi bir ülkenin yönetimini yürüten topluluğun, bu aynalardan birine baktığını düşünürsek, hatta düşünmeyelim çünkü zati mevcut durum buna tekabül etmiyor mu? Her biri bambaşka bir aynaya bakıyor. Tabi baktıkça gerçeği göremeyen zihniyete bürünüyor. Kendi yalanına inanıp, özüne yalanını doğru kıldırttıran öznelere dönüşüyor. İşimiz zor!
ººººº
Chomsky, bir makalesinde çağrışım yaptırdığı klasik bir soruyla (güçlü olan mı haklıdır/haklı olan mı güçlüdür?) beraber, Rus yazar Alexander Soljenitsin’den bir alıntı yapar. “NATO bütün dünyaya ve gelecek yüzyıla eski bir yasayı dayatmaktadır… güçlü olan haklıdır.” (s.73)
Bence herkese göre farklılaşan kavramlardan biri; “güç” kavramı. Lügatlerin başkalaştığı dünyada, güç temelli unsurlar, bireyin kendi duruşuyla ilintili. Güçlü bir insan tanımı birisi için kasadaki rakamsal büyüklüğü (hayatın para-matiğe dönüştüğü bir kulvarda kaçınılmaz son) bir diğeri için özünden gelen yaklaşım yoğunluğuna bakıyor. Boşuna dememişler gönlüm zenginJ Tabi ülkeler bütünlüğüne baktığımız da sermaye dağılımının her boyutta üst raflarda olması, güce işaret ancak haklılığa işaret olduğunun sadece “ayakların baş olduğu bir zaman dilimi için” geçerli olduğunu düşünüyorum.
ººººº
Chomsky, hatırlatmalarına devam ediyor. Tercihlerin çoğunun bazen ekonomik bazen farklı bir alana dahil edildiğini aslında birçoğunun da ideolojik olduğunu söylüyor (uluslar arası ekonomik düzenlemeler v.b.). Ve çoğu zaman aynı çıkarsamayla karşılanıyoruz.
Bazen olaylara bakarken, durumu tahlil etmek (eklektik yapısıyla) zor olabilir. Ancak bireylerin ya da kurumların, neyi muhafaza ettiklerini bilmek ve belki de ortaya çıkarılan tasarımı, çözmeye çalışma gerekliliği…
ººººº
Chomsky’ye göre ABD sorunlarla başa çıkmasını sessizliğine borçlu: “…Sorun zaman zaman uyumsuz insanlar tarafından gündeme getirilmiştir. Ve gündeme getirildiğinde ve görmezden gelinemediğinde, istikrarlı bir tepki gösterilir.” (s.150) Bu durum, siyasette sıklıkla işlenen bir motif değil mi?
Ülkemizin siyaset anlayışına baktığımızda, bazı olayların süremeçte kaldığı gözlemlenip bu olayların çözümlenmesi istendiğinde, farklı tepkilerle karşılaşmak mümkün.
ººººº
“Bombalar üzerine” başlıklı makaleye bakarsak; 11 Eylül 2001’de gerçekleşen saldırıların ardından yazılmış. Chomsky, bu olayın bir kesime yapılan zulmü perçinleştireceğini düşünüp, kurbanların her olayda olduğu gibi, emekçi insanlar olduğunu belirtir. Asıl darbenin, istence ortam hazırlayacağını düşündürür. Sanırım bahane dediğimiz oluşum, siyasetin olmazsa olmazı olarak devam etmekte.
Sivil/askeri kayıplara (bu ayrımı aslında sevmem) neden olan saldırı politikasında, nefret duygusunun ilk planda ortaya çıkması normal gibi görünse de aslında bence fotoğrafa bakıp, yorum yapan gözlerin -ötesine geçemeyişimizden- kaynaklı bir duruş söz konusu.
Ülkemize baktığımızda, şiddet denen kavramın çok basite indirgendiğini düşünüyorum. Durumları olağan kılıp gözümüzde farklılaştırıyoruz bu bağlamda beyne girdiğimiz kod işleyişine devam ederken yeni/değişik bir kodla yüzleşemeyecek kadar kökleşiyor. Yeniliğe kapalı olan biz, eski kodlarla yeniyi anlamaya çalışıyoruz. Bunu yapabilmek mümkün mü?
ººººº
Yazar, bu bağlamda kişinin tepkisini seçim yapmaya itekleyen unsuru, bakalım nasıl aktarıyor: “Haklı bir nefret duyabiliriz ya da işlenen suçlara neyin yol açmış olabileceğini anlamaya çalışabiliriz ki bu faillerin ne düşündüklerini anlamak için çaba sarf etmek anlamına gelir.” Bu seçimin değerlendirmesini, Ortadoğu’yu iyi bilen gazetecilerden Robert Fisk’den bir alıntıyla süsler. “Önümüzdeki günlerde, dünyadan inanması istenecek olan, sadece demokrasinin teröre karşı savaşı değildir. Aynı zamanda Filistinlerin evlerini vuran Amerikan füzelerine, 1996’da bir Lübnan ambülansına füze fırlatan ABD helikopterlerine, Kana adlı bir köye düşen Amerika top mermilerine, Amerika’nın müttefiki İsrail’in maaş bağladığı ve giydirip kuşattığı Lübnanlı milislerin mülteci kamplarında gerçekleştirdiği kırım, tecavüz ve cinayetlere de inanması istenecektir.” (s.198)
Şiddet mekanizmasını işleten bireyler topluluğu/kurumlar enstitüsü olduğu sürece, sanırım olayın perde arkası psikolojik bir propagandaya dönüşecek. İlk cümleye dönersek elbette bir eylemin neden yapıldığı ve bu eyleme katılımda artışın hangi olaylar bağlamında arttığını bilmek-sorgulamak ve çözüme yönelik adımlar atmak gerekir.
Ortamın getirileri+bilinç farklılıkları, hayatın gidişatında yer değişikliğine sebebiyet verebilir. Çözümü susmaktan yana kullanan çözümsüzlüğe katkıda bulunurken, şiddeti temel alanla belki de aynı nokta da buluşuyor. Bir sorun varsa (hem de bu yüzyılda), sorunun temelini demokratik yollara başvurarak çözmeye çalışmak ilk düşünce (bence son düşünce de) olmalı. Chomsky, anlamaya açık haliyle güzel bir tasvir yapmakta.
ººººº
Sonuç olarak;
Belli bir süreci anlatan derlemede; yazar değerlendirmeyi özgür bir yorumla/titiz bir tutarlılıkla seslendiriyor. Kitabın ağırlık merkezi, birçok olayın bilinçli bir şekilde bloke edildiği düşüncesinde ilerliyor. Kitap, birçok kurumun aslında tanımına binaen işlevselleşmediği, tamamen ideolojik bir kurgulama olduğunu belirtiyor.
Bugüne baktığımızda da tekrara düşülen olayların olduğunu görmekteyiz. Bu durumda şunu söylemek mümkün mü? Tabiri caizse, alemin kralları bakış açılarında bir arpa boyu yol almakta. Belki de tutunmuşluğun gölgesinden çıkmak/ izm’li bir yolculuğa ters düşmek, bir korku çemberi oluşturuyor. Düşünüyorum da sorun içimizdeki putları, dışarıda aramakta mı? Ne dersiniz?
Son cümle aykırı/düşünen sesin olsun (malum düşünmek, bu devirde çoğu zaman aykırı diye nitelendiriliyor). “Eğer nefret ettiğimiz insanların da ifade özgürlüğü olması gerektiğine inanmıyorsak ifade özgürlüğüne hiç inanmıyoruz demektir”.
¹ “Chomsky kim acaba, hatırlayamadım” diyorsanız, o zaman buyurun tıklayın.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Noam_Chomsky
http://web.mit.edu/linguistics/people/faculty/chomsky/index.html
² Chomsky, N. 2001. Amerikan Müdahaleciliği, Çeviren: Taylan Doğan, Barış Zeren, Aram Yay. , 198s.
… E-Kitap okumak için…
İslâmcılık, Devrim ile Demokrasi Kavşağında
Müslümanca yaşamak için devletin de “Müslüman” olması mı gerekiyor? Bu o kadar net değil. Çünkü İslâm’ın gereği olan “kısıtlamaları” insan en başta kendi nefsine uygulamalı. Aksi takdirde dinî mecburiyet ve yasakların kanun gücüyle dayatılması vatandaşı çocuklaştırıyor ister istemez. İyi-kötü ayrımı yapmak, iyiden yana tercih kullanacak cesareti bulmak gibi insanî güzellikler devletin elinde bürokratik malzeme haline geliyor. 21ci asırda Müslümanca yaşamak kolay değil. Yani İslâm’ın özüne dair olanı, değişmezleri korumak ama son kullanma tarihi geçmiş geleneklerden kurtulmak. AKP’yi iktidara taşıyan fikrî yapıyı, Demokrasi-İslâm ilişkisini, İran’ı ve Milli Görüş’ü sorguladığımız bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Müslüman’ın Zaman’la imtihanı
Sunuş: Müslümanlar dünyanın toplam nüfusunun %20’sini teşkil ediyorlar ama gerçek anlamda bir birlik yok. Askerî tehditler karşısında birleşmek şöyle dursun birbiriyle savaş halinde olan Müslüman ülkeler var. Dünya ekonomisinin sadece %2-%3′lük bir kısmını üretebilen İslâm ülkeleri Avrupa Birliği gibi tek bir devlet olsalardı Gayrı Safi Millî Hasıla bakımından SADECE Almanya kadar bir ekonomik güç oluşturacaklardı. Bu bölünmüşlüğü ve en sonda, en altta kalmayı tevekkülle(!) kabul etmenin bedeli çok ağır: Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da ve daha bir çok yerde zulüm kol geziyor. Müslümanlar ağır bir imtihan geçiyorlar. Yaşamlarını şekillendiren şeylerle ilişkilerini gözden geçirmekle başlıyor bu imtihan. Teknolojiyle, lüks tüketimle, savaşla, kapitalizmle, demokrasiyle , “ötekiler” ile ve İslâm ile olan ilişkilerini daha sağlıklı bir zemine oturtabilecekler mi? Müslüman’ın Zaman’la imtihanı adındaki 204 sayfalık bu kitap işte bütün bu konuları sorgulayan ve çözümler öneren makalelerden oluşuyor.