Niteliksiz adam(4): Sen insansın, homo-economicus değilsin!
By my on Oca 13, 2013 in İnsan ve Para, Kitap Sohbeti, Modernleşme, Niteliksiz Adam, Teknoloji
“… Sevdiğimiz zaman Aşk o kadar büyüktür ki; bir bütün olarak içimize sığmaz. Sevdiğimiz insanın, ‘karşımızdakinin hisleri’ dediğimiz şey; kendi sevgimizin bir yankısıdır. Aşk bizi bu kadar etkiliyor, hatta büyülüyorsa sebebi, kendimizden çıktığını fark edemeyişimizdir …” (Marcel Proust, Swann’ların Tarafı)
Kendimizi et ve kemikten ibaret görmedikçe, bize has, bize özel hislerin varlığına inandıkça kendi insanlığımızı muhafaza ediyoruz aslında. Birgün bütün erkekler aynı kadına aşık olursa, birgün Aşk ile cinselliği ayıran duvar yıkılırsa … işte o gün kıyamet kopabilir!
Aralarındaki bütün farklara rağmen Kafka, Proust, Dostoyevski, Musil, Woolf ve Joyce gibi edebiyatçıları birleştiren nedir hiç düşündünüz mü? Hiç duraksamadan “insanı maddelikten kurtarmak” diye cevap verebiliriz bu soruya. Yaşadıkları dönemin en büyük fikrî hastalığına, pozitivizme direnecek[1] cesareti gösterebilmişler çünkü. Tabi bu direniş sadece cesaretle olacak bir iş değil. İnsanî hisleri, sevgiyi, aşkı, vicdanı yüceltmek, daha doğrusu bu hislerin unutulan kıymetini insanlara hatırlatmak kolay olmamış:
“… Pozitif bilgiyi bilginlerden önce askerler, avcılar ve tüccarlar keşfetti. Yani tabiatında şiddet ve sinsilik olanlar. Hayatta kalma mücadelesinde duygusallığa ve fikirlere yer yoktur. Sadece rakibi / düşmanı en hızlı biçimde yok etmek vardır. Böyle bir ortamda herkes pozitivisttir …” (Niteliksiz Adam romanından)
Evet, insanlığı omuzlarından tutup silkelemek kolay değil. Bunun için kaynağını insanî tercihlerden (=yanılgılardan) almayan bir ahenk bulmak gerekiyordu. Güzel bir şarkıdaki armoni gibi. Yani varlığımıza mânâ verebilecek, insanı kendi indinde maddelikten kurtaracak bir ilk niyet, bir ilk tercih, bir ilk sevgi… Meselâ daha hamile kalmadan önce evlâdını sevmiş, onun varlığını, doğmasını murad etmiş bir anne gibi. Ancak aşk ile gelen bir doğum bizim varlığımıza mânâ verebilir değil mi? Hiç bir insan bir kaza sonucu doğmuş olmak istemez. Hele bir tecavüz neticesinde dünyaya fırlatılıp atılmış olmak ne kadar tahammül edilmez bir varoluştur. Bu tür ızdırap verici duygular elbetteki insanı ya nihilizme ya da hedonizme iter. (Bkz. Sitemizdeki makaleler ve yorumlar: Heidegger, Schopenauer, Cioran)
Kanaatimce Kafka, Proust, Dostoyevski, Musil, Woolf ve Joyce gibi insanların nezdinde Big Bang gerçekten “patladıysa” ya da insan gerçekten maymundan gelmişse bunda bir mesele yoktu. Ama bunların da olmasını istemiş, insanların varlığını murad etmiş bir ilk özne gerekliydi insanları maddelikten kurtarmak için. Bu ilk özneyi İncil’in sayfalarında bulamadılar. Suç kimdeydi? Vatikanist tahrifat mı? Bilmiyorum. Ama bu yazarlar pozitif bilgiye yakın hatta daha kuvvetli bir mânâ aradılar gibime geliyor. Çünkü ayaklarını yere sağlam basmak istiyorlardı. Aracı olmadan, rahiplerle, Latince, Grekçe metinlerle uğraşmadan, hatta kendi anadillerine bile gerek duymadan, kalpte hissedilen bir mânâ:
“ … Elimde kalan sadece varolmaktan duyduğum rahatsızlık. İşte çağımıza has olan işaret bu. Daha fazla aramaya gerek yok: Uçaklarımız, merkezî ısıtma sistemlerimiz var. Betonarme binalarımız, zırhlı gemilerimiz, nüfus artışımız, afrodizyaklar, ilaçlar ve diğer lüzumsuz icatlar. Ama kültür yok, mutluluk yok, huzur yok, bir dünya görüşü yok …” (Marie-Louise Roth’un Robert Musil’in notlarından aktardığı sözler, Cahiers de L’Herne – Robert Musil)
Fakat Musil’in aradığı bu mânâ kalplerin içinde hapsolan, herkese göre değişen hatta varlığı bile tartışılan %100 indî / sübjektif bir mânâ olamazdı. “inanmak istiyorum, onun için inanıyorum” denemezdi. Bu kabul edilemezdi. O halde Meşruiyetini teknikten ve paradan almayan, maddî olmayan bu mânâ ancak görünen, işitilen, koklanan bir ahenk üzerinden okunabilirdi!
Kainat’ta bir ahenk ve mânâ arayışı
Varlığı madde, bilgiyi Hakikat zannetmek… Aydınlandığını, ilerlediğini zanneden batılı entellektüel için ne hazin bir son! Ters dönmüş bir kaplumbağanın kendini düz, dünyayı ters sanması gibi! Fakat çağdaşları haz ve “absürd” labirentinde kaybolurken, batılı yarı-aydınlar hedonizmden nihilizme savrulurken “bizim” cesur edebiyatçılarımız direndiler materyalizme ve pozitivizme.
Nasıl? Sanırım herşeyin maddeden ibaret olmadığını doğal olarak bildiler. Sanatçılara has bir önsezi ile hissederek yaptılar bunu. (Bkz. Bergson ve Sanat’ın Amacı) Bilimsel / şeklî / objektif düzenlerin, dengelerin birer mânâya, nihayetinde maneviyata işaret eden harfler olduğunu anladılar.
Göz kamaştıran teknoloji ve küreselleşen ticaretin gölgesinde “mal” haline gelen, şeyleşen İnsan’ın ve Kâinat’ın mânâsını “okumanın” yeni yollarını aradı Kafka, Proust, Dostoyevski, Musil, Woolf ve Joyce. Onları “büyük yazar” yapan şeyi sakın stillerinde, dekorda ve kostümde aramayın. Zira bu insanlar, edebiyatı mânâ arayışının zemini ve entrümanı yaptılar. O kadar ki, “roman” denen kavram bu yazarların kalemiyle sürekli yeniden inşa edildi. Onlar romandan ödün verdiler ama mânâ arayışlarından ödün vermediler. (Bkz. Varlık bir harftir, sen onun anlamısın) Fakat bu devasa isimlerin içinde Robert Musil ve ünlü romanı “Niteliksiz Adam” daha da özel bir yer tutuyor kanaatimce. Neden?
En başta karakteri, çevresi, tahsili… Her şeyiyle atipik bir adam Musil. Hem makine mühendisliği hem de felsefe ve psikoloji eğitimi almış. Felsefedeki doktora tezi “Ernst Mach’ın doktrinlerinin bir değerlendirmesi” adını taşıyor. Ernst Mach… Hatırlayın, hani şu ses hızıyla ilgili Mach sayısına adını veren ünlü fizikçi! Bizim Musil Teknoloji ile alakalı bir sahaya yönelmişken oldukça ileri bir yaşta “U” dönüşü yapmış yani. Hatta Niteliksiz Adam’ı yazma projesi de Ernst Mach’ın epistemoloji derslerini okuduktan sonra netleşmiş. Haliyle objektif / ölçülebilir dünya ile o dünyanın “okunacak” mânâsı arasında köprüler kurabilecek birikime sahip hissediyor kendisini. İnsanî meselelere hassasiyeti kadar mühendislikle, matematikle barışık olmasının faydasını romandaki ironik ifadelerde kolaylıkla görebiliyorsunuz:
“… Atlantik okyanusu üzerinde yüksek basınç vardı ve batıdan doğuya doğru Rusya üzerindeki bir antisiklona doğru hareket ediyordu […] Hava sıcaklığının mevsim ortalamasına ve en soğuk, en sıcak aylara nisbeti ve aylık sapmalar normaldi. Güneşin ve ayın doğuş ve batışları, Satürn’ün halkaları ve Venüs’ün hareketleri astronomik öngörülere uygundu. Havadaki buharın sıcaklığı azamî seviyede ve nem miktarı düşüktü. […] modası geçmiş ama duruma uygun bir ifade ile güzel bir ağustos günüydü …”
Görmek mi yoksa okumak mı?
Bilimsel ölçüm araçlarının ve hayvanların “gördüğü” objektif dünya ile insanların “okuduğu” dünya arasında işte böyle bir çekişme var. Ama Musil’in şakacı kalemi sayesinde yorulmadan, ağır mevzulara girmeden, “pat” diye yakalıyorsunuz bu ikilemi. Hem harfi, hem de mânâyı “görebilen” biz insanlar için basit bir hava durumu raporu bile içimizdeki ikiliğe işaret ediyor. Makinelerin ölçtüğü dünyayı hayvanlar ve bitkiler de görüyor, hatta ölçüyorlar. Kış uykusuna hangi sıcaklıkta yatılır? Yaprak ne zaman dökülür? Meyva hangi mevsimde verilir? Ama bir tek insan bu ölçülebilen dünyaya bir anlam vermek istiyor, hatta mânâsız yaşayamıyor insan: “Güzel bir yaz günüydü”. Yalnız bu güzellik bir ölçmenin sonucu değil, indî / sübjektif bir yargının sonucu: “Ben bu havayı güzel buluyorum”. Tıpkı evsizlere yardım edilmesini doğru, dedikodu yapılmasını yanlış bulduğum gibi. Kendime has bir değer sistemine dayanarak objektif olan dış dünya ile iç dünyam arasında bir köprü kuruyorum… her insan gibi. Sonra hislerime giydirdiğim libaslar, kelime elbiseleri sayesinde öteki insanlar beni anlıyorlar. Sevinç ve hüzün bir insandan diğerine akıyor.
Peki et-kemik olan vücudumuzun ya da taşın, toprağın mânâsı gerçekten var mı yoksa biz mi uydurduk? Suya , ekmeğe, ateşe sadece açlık, susuzluk, üşüme nazarı ile bakan pozitivist mi haklı yoksa bunlara “rahmet, rızık, nûr…” diye mânâlar yükleyen inançlı insan mı? Bu sorunun cevabını vermek için göz/ bakmak/ okumak konusunda güvenilir bir insan lâzım, meselâ ünlü ressam Cézanne:
“… Tabiat’ı okuyalım. […] Tabiat’a bakarak resim yapmak demek onu taklit etmek değil hissettiklerini gerçekleştirmektir. Resimde iki şey vardır: Göz ve beyin, ikisi birbirine yardım etmelidir. Her ikisi üzerine de çalışmak gerekir: Göz Tabiat’ı gözleyerek gerçekleştirir bu gelişmeyi. Beyin için ise hislerdeki mantık, o hislerin lisandaki tekabüliyeti ve o mantığın ifadesi, [lisan / nutuk olarak] dışa vurumu vardır. Tabiat’ı okumak demek bir ahenk kanununca birbirini izleyen renklerle boyanmış bir yorum perdesinin ardından bakmak demektir. […] Resim yapmak renkli hisleri kaydetmekten ibarettir …” (L’Occident dergisinin Temmuz 1904 sayısında yayınlandı, aktaran: Ressam ve eleştirmen Émile Bernard)
Evet, Cézanne haklı, insan bir gonca güle eşeğin gözleriyle bakamaz, bakmamalı. Karnı aç olan eşek “Tüh dikeni de var, keşke bu gül bahçesi yerine yeşil bir çayırda olsaydım” diyebilir, çünkü o eşektir. Ama insan hayvanın gördüklerini görmekle yetinmez, insan okur. Meselâ doktorun reçeteye yazdığı ilaçları gidip eczaneden alır, kağıdı yutmaya çalışmaz. Zira harfte değildir şifa, harfin işaret ettiği ve özü ilaç olan mânâdadır.
Dipnotlar
1° Bir direnişten bahsediyoruz zira 19cu asırdan itibaren uygar(!) Batı karanlık bir tünele girmişti, hâlâ da çıkabilmiş değil. Fikir adamları halkın başına gelen felâketleri analiz edemeden yenileri baş gösteriyor. Ulus-devletler, faşizm, dünya savaşları… ve şimdi de bankaların tahakkümünde yok edilen demokrasiler. (Bkz. ilgili e-kitap : “Banka Ordudan Tehlikelidir!”)
… E-Kitap okumak için…
Modern Bir Put: Bilim (Tartışma)
Bilimciler herşeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşk’ı, Korku’yu, Sevinç’i hormonal “fenomenler” sanıyorlar. Hakikat’in tezahürü yok onlar için, sadece tezahür var. Sebebi? Eşya. Eşyanın sebebi? O da eşya(!) Biz buna “pozitivist iman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Konuya eğilen yazarımız Mehmet Bahadır her zamanki nazik üslubuyla “kral çıplak” dedi… Dedi ve bir işaret fişeğini daha ateşledi. Sitede en çok yorum alan yazılardan biri oldu bu makale. Fakat sadece içeriği ve yorum sayısıyla değil, yapılan yorumların kalitesiyle de öne geçti bu çalışma. 100′den fazla yorum alan ve aylar süren ilginç bir tartışmaya vesile olan makaleyi altındaki yorumlarla beraber kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Buradan indirebilirsiniz.
Liberalizm Demokrasiyi Susturunca
Halkın iradesi liberalizm ile çatışırsa ne olur? 2008′de başlayan ekonomik kriz sürmekte. Eğitim, sağlık ve güvenlik hizmetlerine ayrılan bütçeler kırpılırken batan bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca dolar harcanıyor. Alın terinin finans kurumlarına peşkeş çekilmesini istemeyenler protesto ediyor. Ama batılı devletler polis copuyla finans sektörünü savunmaktalar. Ne oldu? Bütün nüfusun binde birini bile temsil etmeyen bankacıların çıkarları geri kalan %99.99′un önüne nasıl geçti? Alıp satma, üretip tüketme özgürlüğü nasıl oldu da halkı finans sektörünün kölesi yaptı? Mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı uğruna halkın iradesi çiğnenebilir mi? Okuyacağınız kitap demokrasi ile liberalizmin savaşı üzerinedir. Buradan indirebilirsiniz.
Etrafınızda “ben solcuyum” diyen kaç kişi var? Birgün Ya da Cumhuriyet Gazetesi, Türk Solu Dergisi okuyan? Yürüyüşlerde Marx, Lenin, Deniz Gezmiş ve Atatürk posterlerini yanyana taşıyan kişileri tanıyor musunuz? İşçi sendikalarında aktif rol oynayan dostlarınız var mı? Bu insanlar hasretle beklediğimiz sol muhalefeti kuramadılar bir türlü. Neden?
Marxist ve Marxçı (Marx’a dair ama marxist olmayan) miras ile yüzleşmedi Türk solcuları. Oysa Marx anlaşılmadan hiç bir sol projenin anlaşılmasına da imkân yok. Leninist, Stalinist, Maoist… Hatta Kuzey Avrupa’nın sosyal demokrat modellerini de çözemezsiniz. Marx’ın bıraktığı yerden devam edenleri anlamak için de gerekli bu okuma; dünya soluna bugünkü şeklini veren düşünürleri anlamak için: Rosa Luxemburg, Ernst Thälmann, Georg Lukács, Max Adler, Karl Renner, Otto Bauer, Walter Benjamin, Jürgen Habermas,… Buradan indirebilirsiniz.
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur. Buradan indirebilirsiniz.
Maymunist imanla nereye kadar? (Tartışma)
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin epistemolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik “millî” okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik. Buradan indirin.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitap Aktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:@yesil_ninca Tarih: Şub 9, 2013 | Reply
Bu yazıya bayıldım:Niteliksiz adam(4): Sen insansın, homo-economicus değilsin!: http://t.co/nmRcCzQz