Yıldız Ramazanoğlu ile söyleşi
By Suzan Nur Basarslan on Oca 14, 2013 in edebiyat, Hayat, İnsan, Söyleşi
Daha önceki sohbetler, kitap tanıtımı, makaleler ve alıntılar
- İstanbul HatıЯası: Bir Akşam Yemeğinin Ardından
- Yıldız Ramazanoğlu ile sohbet (Cemile Bayraktar)
- Yıldız Ramazanoğlu Öykücülüğü (Derin Siyah ve Angelika)
- Erzurum’da kardeşlik ve arkadaşlık kavi
- Beden ve ruhun ağrı kardeşliği: Frida
-
Bağdat Fragmanı
SNB- “Bu şehir ardından gelecektir.” der şiirinde Kavafis ve insanı an/anı bağlamında kente/şehre bağlar. Siz o bağı kopartmaya çalışsanız da bilirsiniz ki o içinizdedir, ondan kaçamazsınız. Sizin ardınızda, sizi kovalayan şehir hangisi, hapsolduğunuz? Yıkan ve yapan, kaçtığınız ve aslında onunla siz olmaya ulaştığınız şehir? Hangi şehir ve sizdeki çağrışımları, etkileri neler? Geniş bir soru olduğunu biliyorum ama uzun cevaplamanızda bir sakınca yok.
YR-
Beni kovalayan bir şehir var evet, Ankara. Yenimahalle’de doğduğum ev bahçe katıydı, o küçük bahçeyi annemin bir kenarına ektiği yeşillikleri domatesleri toprağın kokusunu unutmam mümkün değil. Bütün evler iki katlıydı ve içleri mütevazı bir ailenin yaşamasına yetecek kadardı. Çocukluğumun bu tecrübesi bellekte ne kadar esaslı, hakiki bir yer edinmişse, toprakla temasın kesildiği yüksek binalar bana her zaman kaygı ve güvensizlik verdi. Ankara 1990’da taşındığımız İstanbul’daki arkadaşlarım tarafından her zaman nesini seviyorsun diyerek küçümsenmiş olsa da, şehrimi gizlice içimde taşıdım. Ankara ev içi hayatıdır, insanın insanda yurtlanması, şehrin bir arkadaşın gözünde yansımasıdır benim için. Şehrin fiziğine değil huyunun güzelliğine bakacak olursak, hüsnü güzele doyulmuştur ama huyu güzele doyulmamıştır, öyledir Ankara benim için hala… Bütün anılarım orada
saklı, mesele şehrin denizi olup olmaması, tarihi yapıları, gözü okşayan panoraması değil ki, benim için bir bakıma yaşanacak her şey orada yaşanmış ve bitmiştir açıkçası.
İstanbul varlığa yeniden bakma yeri. Tarih sanki yeniden başlıyor. Laleli’de oturup envai çeşit insanı seyrederek silerdim eski şehrimi, siyah devasa poşetlere tuhaf elbiseleri, eksantrik eldivenleri, deri ceketleri, simli bluzları, abartılı çizmeleri tıka basa doldurup ülkelerine taşıyan Ukraynalı, Bulgar, Rus kadınların yüzlerindeki hevese, coşkuya, yaşama sevincine gıpta ederek. Bu şehirde Yere Batan Sarnıcına gitmedim senelerce, Sultanahmet camii gibi yerler de ilgimi çekmedi önceleri. Sert yerden başladım, kim ne iş tutuyor, kiminle yola çıkılır bunu anlamaya çalıştım ilkin. İnsandan insana seyahatlerim oldu, Eminönü insan galerisi uğrak yerimdi mesela, saçları briyantinli işportacıları hayranlıkla izlerdim. Kucağımda bebekle birkaç vasıta değiştirerek Mazlum-der’e giderdim. Toplantımızı yapmadan önce beylerin akşamdan bıraktıkları bulaşıkları yıkar, izmarit dolu küllükleri temizlerdik. Bir de aklımın bir köşesinde her zaman Maraş var. Maraş babamın şehriydi, genç yaşta Ankara’ya yerleşmişti ama sıla hasreti onu hiç bırakmadı. Taşını toprağını suyunu bağını bahçesini anlatırken iç geçirmesi dayanılmaz hasretinin nişanesiydi. Birkaç yılda bir giderdik amcalarımızın yanına ve her zaman derin izlerle dönerdik. Sonuçta kardeşlerimi ve beni yoğuran bir şehir değil ama güçlü bir aidiyet duygusu var o şehre karşı, köklerinin orada ve derinliklerinde olduğu bilgisiyle alakalı belki de. Bir gün bütün şehirler atsa toprağından bağrına basacak bir yer var duygusu, bir ilüzyon olabilir ama mümkün de öte yandan. Gittiğim birçok şehre aşık olma huyum da var. Nürnberg’de bir süre yaşamak için ciddi planlar yapmıştım, Urfa’da bir Harran evi kiralayıp yazları geçirme arzusu, daha nice hayaller. En sadık şehir yazma yurdu elbette. Kaçtığım şehir oldu Ankara. Başörtüsü yüzünden bu şehirde aldığım tehditler tebdil-i mekâna zorladı beni. Birçok dostum Ankara’da yaşadıklarımı neden yazmadığımı soruyor, ama dokunamıyorum ki hala. İstanbul’a İslami bir hayata her yönüyle yaklaşmak için heyecanla geldik ama İstanbul’un takvası ! Ankara’nın mütevazı günahkar ruhunu arattı daha birinci yılında.
SNB- Ankara’da yaşananlar! Belki de kabullenemediğimiz -orada yaşananları anlattığımızda- bizim de nesneleştirilmemiz ve nesneleştirildikçe kendimizden uzaklaşmak/yabancılaştırılmak zorunda bırakılmamız. Yaşananların tüketim malzemesine dönüşmesi kaygısı ve daha birçok neden. Orayı sorgulamayacağım bu yüzden.
En çok dikkatimi çeken ifade şuydu sorduğum soruya verdiğiniz cevaplar içinde: “En sadık şehir yazma yurdu elbette.” Nasıl bir yurt orası, vatan, ev? Başta kimler doldurdu orayı, temelini kimler kurdu, nasıl gelişti, nasıl değişti? Şu anki yazarlığınıza gelmeden -onu detaylı konuşacağız- yazım sürecinizi anlatsanız biraz ve ardından şu soruya cevap verseniz: Yazmak ne anlama geliyor sizin için?
YR- İlkokula başladığımda bir uğultu koptu sanki. Evdeki muhkem güvenli hayat son buldu. Başka insanlar, sonsuz arzular ilişkiler incinmeler sökün etti. Bir iki sene sonra öğretmenim bana Louisa M. Alcott’un Küçük Kadınlar kitabını hediye etti. Babaları ülkesini savunmak için savaşa gitmiş Meg, Jo, Beth ve Amy’den her birinin kılığına girmiş, hepsini eğri büğrü yazımla şerh etmişimdir sayfaların yanına. Bu yolla müdahil olmayı öğreniyordum belki, okuyarak yazarak kendime rol vermeye misyonumu bulmaya çalışmanın bir yolunu arıyordum. Hayatıma yön verecek öz neredeydi, hangi hayat felsefesinde yurtlanacaktım. Şiir yazmaya başlamıştım ilk olarak. Yazmak hiçbir yere sığmayan ruhun bedenden taşması, taşanların kağıt üzerinde kayıt altına alınması.
Montaigne gibi bu aralar nelerle meşgulsün, diyenlere, her sabah ayağa kalkıp yaşamaya devam ediyorum, kendi mucizemi tekrarlıyorum ya, diyebilmek isterdim. Yazmak yaşamakla, var olanla baş edememekle ilgili bir yönüyle. Bu zafiyeti aştıktan sonra mucizemize dönebiliriz belki kim bilir? Küçük kadınların davranışları hakkında yorumlar yaparak sahneye başka fikirler ve ihtimaller ileri sürerek başladım sanırım düz yazı yazmaya. Sait Faik’in Haritada Bir Yer hikâyesi çok dillendiriliyor diye yabana atmamalı. Hikâye kahramanı tanık olduğu ince belli belirsiz haksızlığı yazmasaydı ölebilirdi gerçekten. Yazmak böyle ölümden kurtarıyor bazen. Fakat yazmanın bizatihi kendisi de ölümcüldür, yazardan parçalar kopararak ilerlemesi yüzünden. Fawaz Türki Hristiyan bir Filistinli. Anılarında öyle olaylar anlatıyor ki, bazen kendimi koşup bir odaya kapatıyordum ki kimseye bir zarar vermeyeyim, diyor. Çaresizlik ve müdahil olamamanın sıkıntısı yazıyı tetikliyor. Karşı koyma, inisiyatif alma umuduyla kendimizi kapattığımız tefekkür yurdu yazı odası. Yazmak, yaşanan gerçekliğin merkezine ulaşabilmek için etrafında dolaşıp durmak bir bakıma. Fakat asıl hedef kelimeler yoluyla olanı olması gerekene doğru sürüklemek. Olması gerekenin ne olabileceğini de yazarak anlayabiliyorum ancak, adalet duygusu kelimelerin içinden yükseliyor benim yaşam biçimimde.
SNB- “ Yazmak, yaşanan gerçekliğin merkezine ulaşabilmek için etrafında dolaşıp durmak bir bakıma.”cümleniz… O zaman burada Sartre’ın Bulantı’sında “Kişioğlu hikayecilikten kurtulamaz, kendi hikayeleri ve başkalarının hikayeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikayeler içinden görür. Hayatını sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır… Ama ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek… “dediği gibi -sanırım bu soru çoğu yazarın en büyük sorunu- size şunu sormak zorundayım. Yaşamak mı, yazmak mı?
YR- İkisi arasında radikal bir kopuş görmüyorum. İki tedirginlik arasında denge daima yaşamanın verdiği tedirginlikten yana bozulur hayatımda. Yaşamak daha korkutucu ve kolayca kontrolden çıkan bir hal. Çevreme, insanlara yakınlarıma topluma karşı görevlerimi yeterince yerine getirememe duygusu peşimi hiç bırakmaz. Bu konuda derin komplekslerim var. Bunu ortanca çocuk oluşumla da irtibatlandırmıyor değilim. Çocukken eve misafir geleceğinde düzenden, ne ikram edileceğinden konukları kapıda karşılamaktan sorumlu hissederdim kendimi. Yaşam öyle hızlı akıp geçiyor ki, gaye nedir bütün bu hengameden, üzerine düşünecek zaman yok. Klavyenin başına geçme nedenim gerçekten yaşayıp yaşamadığımızı ya da kayda değer sözü edilecek bir şey yaşayıp yaşamadığımızı anlamak için daha çok. Yazıdan uzak doğayla dostlarla baş başa olduğum bir anda bile bulutlar, gemiler, el sallayan insanlar, kıyıya vuran bir taş, tökezleyen bir köpek, masayı donatan bir kadın zihnime kelimelere dönüşerek sıralanmaya başlayabilir. Yazmaktan kurtulmak istense bile bu hiç kolay değildir. Bartleby ve Şürekası kitabında Enrique Vila Matas, yazmaktan vazgeçen ya da yazması beklendiği halde bir türlü yazmaya başlayamayan insanları anlatır. Buna göre daha çok zihni karışık insan bu durumu açıklığa kavuşturmak için yazmaya başlar, berraklaşıp da belli bir dinginliğe erişince de gözü arkada kalmadan bırakır bu edimi. Yazmalı mıyım diye düşünen, ya da perde kapanırken aslında ben de yazacaktım aklımda sayısız konu vardı diyen insanlar çoktur. Yazacak insan ikircikli davranamaz, engellerden söz edemez, hayat bu hakkı tanımıyor yazık ki. Sonuçta piyano çalmayacaksın, bir dağın zirvesine tırmanmayacaksın, bir kağıt ve bir kalem görür işini. Mekan ise mesele, Allah’ın arzı geniştir. Açıkçası yıllarca müsait yer ve zaman beklemişliğim vardır, bunun için söylüyorum, yok böyle bir vakit diye. Yazmak yaşamaktan yukarıda durabilir duruma göre. Ama öte yandan yaşayan elini çamura, güneşe daldırabilen insan yazar, yoksa nerede kaldı inandırıcılık, samimiyet, derinlik… Yaşarken sadece bir kez o da kendinizi yaşarsınız. Yazarken her kahramanla birlikte yeniden geçersiniz hayatın üzerinden. Oyunculuğun başka bir versiyonudur. Çoklu bir yaşam vaat eder yazmak. Yazmak bir yetimin başını okşamaktan beni alıkoyacak kadar fetişizme dönüşmemeli hayatımda. Yazarak görevimi yapıyorum ya insana değmeme, dokunmama gerek yok diyerek insanlığımızı silemeyiz, ya da kimileri gibi insanları sadece bir malzeme elimizin altındaki yaşam galerisi gibi göremeyiz.
SNB- Yıllarca elinizi çamura, güneşe daldırdınız hâlâ da daldırıyorsunuz. İnsan Hakları Dernekleri, Kadın Örgütleri, kadın zirveleri… Mesela 17-18 Kasım’da Mazlum-Der’in İznik’te gerçekleştirdiği II. Kürt Forumu’ndaydınız. (Aktivist yönünüzü daha sonra soracağım, çünkü burada merak ettiğim apayrı bir şey.)
İnsan’ı merkeze alan, sadece insan’ı taraf olarak gören bir yazarsınız ve belki de Türkiye’de bunu başarabilen çok az sayıda yazardan birisiniz. Özellikle Görme Bahçesi bunun en güzel örneği. ( Ahmet Kaya, Yakup Köse, Pınar Selek, Hrant Dink, Uludere’de vefat edenler, Cumartesi anneleri, Küçük Ceylan… ve bu ülkede incitilen birçok insan.) Görme Bahçesi’ni okurken bu soruyu mutlaka sormalıyım diyerek eserin üzerine not almıştım: Tüm bu tanıklıklarda, “merhamet yorgunluğu”nu nasıl aşabiliyorsunuz? Tükendiğinizi hissettiğiniz anlarda özellikle? Bu yapmam gereken görev diye düşünmenin bu noktada yeterli olacağını zannetmiyorum. Hangi ân, nokta, inanç ya da hâl, sizi o içsel çöküşten, dibe vurmaktan yukarı doğru çıkartıyor?
YR- Her insan gibi göz görüyor gönül katlanmıyor duygusu yaşıyorum. İnsanlık yolunda hak ve adalet uğruna cansiperane çalışan öyle insanlarla karşılaşıyorum ki bir mümin olarak eziliyorum doğrusu, bir şey yapamadığımı düşünüyorum. Aslında ümitsizlik duvarına kolay çarpmasam da dibe indiğim çok olur. Buradan bir açıklamayla kurtulurum; aslında sonuç almak önemli ama as’lolan sürekli yolda olmak, karşı koymayı, elinden gelen bir şey varsa onu yapmaya devam etmeyi bir yaşam biçimi haline getirebilmek. Bizim hayatımız adalet odaklı olmak zorunda, hep bu yoldan yürümek inancımızın gereği, sonuçlarını Allah’a havale edince insan rahatlıyor. Karşılaştığım adsız kahramanlarımdan öğreniyorum yukarı tırmanmayı. Güçlü imanlı insanlara bakıp silkinmeye çalışıyorum bedbinlikten. Mavi Marmara’ya binenlerin içinde çok arkadaşlarım var. Mesela Irak’tan kadınlar gelmişti birkaç yıl önce. Korkudan kimsenin evden çıkamadığı bir zamanda, doktorların hemşirelerin terk ettiği kaçtığı camları kırılmış bir hastaneye gidip yaralılara bakmışlar onları ısıtmışlar ne buldularsa kullanarak. Sığınma evinde yeni doğum yapmış yirmi yaşında bir kadınla karşılaşmıştım kocası hastaneden gelir gelmez bir bahaneyle ikisini de dövmeye kalkışmış. Her insan bu karşılaşmalarda ne yapılabilir diye kafa yorar kendine olan saygısını kaybetmemek için, yürüyüp gidemez. 2006’da İsrail Lübnan’a saldırdığında yanlarına gitmek istemiştik ve Suriye sınırında Ayşe Kadı adlı bir kadının haykırışlarını işitmiştik. Ne diye vakit kaybettiğimizi anlamıyordu, hemen Beyrut’a gidip çocuklarını kurtarmamızı istiyordu bizden. Doktor arkadaşlarım var mesela, “sokakta çocuklar solmasın” projesiyle sayısız çocuğu okullu yaptılar, yıllardır emek veriyorlar, onları alıp camiye, okula, kursa, sinemaya götürüyor, her türlü insani ihtiyaçlarına yetişiyorlar. İnsan bunları görünce yazmak yeterli mi, fildişi kulecilik mi yoksa diye sorguluyor elbette. Ben birileri yazacak birileri de elini taşın altına koyacak sınıflandırmalarına yakın bulmuyorum kendimi. Allah’ın hoşuna gidecek şeyin ne olduğundan emin olamıyorum çoğu kez, korku ve ümit arasında bocalıyorum oldum olası.
SNB- Havf ve reca arasında, olması gereken de bu diye düşünüyorum. Çünkü biri isyana diğeri kibre götürüyor ağırlığı dengeleyemezse insan.
Aktivist yönünüzü dikkate alarak size kadın konulu iki soru soracağım. Biri genel anlamda, diğeri daha spesifik, İslam ve kadın hakkında. İlk sorum için önce izlediğim bir filmden bahsetmek zorundayım. Kubrick’in Otomatik Portakal’ı (A Clockwork Orange,1970). Filmde dikkate değer çok yön var ama benim dikkatimi çeken çok farklı bir şey. Hatta Alex’ten ve onunla gösterilen insan doğasından bile farklı bir nazar bu. Film boyunca modern toplumda kadının silikleşmesi ve tüketim toplumunda bedeniyle var olarak, bu yönüyle değer bulması/değersizleşmesi. Alex’in yoga hocası yaşlı kadını, evde bulunan dev penis heykeli ile öldürdüğü sahne bana o kadar çok şey düşündürdü ki… O heykel ile ifade bulan erk/egemen/gücün sanata etkisinden, onu yönlendirmesinden, gücünü sanat ile dokunulmaz kılmasına, yoga hocası kadının dikkat et, kıracaksın, o bir sanat eseri diye gücün korunmasındaki(çünkü sanatın dokunulmazlığı vardır, ‘güç, egemen’ bunu da kullanır) teslimiyetinden, o heykel ile (yani koruduğu şey ile) öldürülmesine… Şişirilmiş, yüceltilmiş erkekliğin(bunu salt cinsel kimlik olarak değil, dönemin hakim zihniyeti, değeri… olarak alıyorum) kadını tüketim kültürü nesnesi olarak kullandığı modern dönem ve bunun sanatla dahi kullanım objesi olarak değer bulması. (hatta filmin kendisi bile bunun bir örneğidir)
Sormak istediğim de tam burası, modern toplumlarda kadın nasıl var olacak ve nasıl kendisine biçilen rolün dışına çıkabilecek?
YR- Öncelikle doğrusal ilerlemeci tarih anlayışına kuşkuyla bakmamız lazım. Geçmişteki kadınların daha zayıf durumda olduğuna inanmamamız için çok sebepler var. İnsanlık deneyimi kadın açısından da iniş çıkışlarla dolu. Tunç çağının gizemli kadınları adlı bir sergide MÖ. üç bin yıllarının kadınlarına dair Anadolu’da ortaya çıkarılan ve Türkiye’nin yedi farklı müzesinden getirilen kadın heykelleri vardı. Burada gören duyan olup bitenlerle ilgili mabetlerde üst düzeyde görev alan kadın figürleri gördüm. Doğurgan üretken ve toplumun merkezindeler. Yüz ifadelerinde bir olgunluk kendinden eminlik. Öyle korku şaşkınlık dağınıklık yok. Sonra çok eski çağların eskimeyen kadını Hz. Hacer, köle ve zenci ama onun gücü tarifsiz. İbrahim peygamberimize ‘Beni bu çölde bırakmanı Rabbin mi söyledi?’ diye sorup ‘Evet !’ cevabını alınca gösterdiği tevekkül ve iman şimdi bile hepimizi ürpertiyor. Bu dünyada yalnızlık yoktur bir kadına. Zemzemi bulana kadar vahşi uçsuz bucaksız kızgın çölde yaptığı say’ı erkek kadın tekrarlamadan onu anmadan hacı olabiliyor muyuz? Binlerce erkeği Hacer annemizin ruhuna bürünüp koşarken görmek beni ağlatır. Kadın ya da erkek olmayı bu kadar dert etmeye gerek yok diye düşünürüm. Kabe’nin avlusunda yatıyor o, baş misafir. Modern toplumlarda cinsiyet bir belaya dönüştü. Judith Butler, Cinsiyet Belası kitabında bu süreçleri anlatıyor. Cinsiyeti ve bu yolla oluşan eşitsizlikleri ortadan kaldırma teşebbüsünü anlayabiliyorum ama ortadan kalkmıyor zorlama kuramlarla ne yazık ki. Erkek olmada buluşmaya gidiyoruz o zaman, çünkü bilinçaltımıza asıl aktörün erkek olduğu tam insan olmak için oraya doğru gitmemiz gerektiği yerleşmiş yüz yılların öğretisiyle. Bu yüzden modern dünyada post-feminizm kadını sakinleştirdi biraz. Kadınlığıyla gurur duymaya çağırdı herkesi. Fıtratla savaşmak yerine farklılıkların keyfini çıkarmak lazım.
Cevad Amuli ruhtan söz ediyor, o ne müzekker ne de müennes. Önce insanlık katında takvaya ulaşma noktasında eşitliğin kurulması, sindirilmesi lazım. Kimse kimseye rol biçemez. Rollerin dağıtılması Allah’a mahsustur ve temel hedefimiz varlığımızın esbabını keşfetmek, elimizdeki Kur’an cevherinin hakikatine ulaşmak ve gereğini yapmak. Bunun için de aileyi ihya etmek de çocuklara bakmak da topluma sahip çıkmak da var. Babalık da var bu dünyada. Bu yüzden “ailede kadın” lafı bende zalimane duygular uyandırıyor, sevgi ve fedakarlıktan çok dayatmayı çağrıştırıyor. Bu tamlamanın ardına sığınıp eve keyfe keder gelen, durmadan hizmet bekleyen, çocuğuyla ilgilenmeyi zül addeden erkekleri çağrıştırıyor. Kendimiz sanki aile şampiyonuymuşuz gibi Batılı kadınları ve erkekleri de bizim gibi olmaya çağırmamız trajikomik. Kadınlar kendi misyonlarını kendileri keşfedecek en iyisi. Bu dünyada yakıcı olaylar olurken seyirci kalamayacağını bilecek ve müdahil olmanın emredildiği gibi eliyle diliyle ya da kalbiyle karşı koymanın yollarını bulacak. Bu dünyaya toplumsal ve küresel yangınların sardığı bir evde küçük hesaplara gömülüp mutluluk oyunu oynamaya gelmedik. Namazı kıl, kocaya itaat et, doğru cennete… şablonuna inandırılanlar kandırıldıklarını anlayacak ama iş işten geçmiş olacak. Yok böyle bir cennet, benim anladığım Kur’andan çıkmıyor böyle bir konformizm. Bir de ev içlerinde toplumda şefkatte mütekabiliyet düşüncesi olmamalı, veren kazanır, sonuna kadar vermeli her koşulda, böyle de bakmalı öte yandan.
SNB – Müslüman kadın imgesi kurtarılmayı bekleyen biri mi? İşgal Kadınları adlı eserinizde şöyle ifade etmişsiniz: Taktik hep aynıdır; öteki olarak işaret etmek, kuşku uyandırmak, itham etmek ve sonunda mahkum ederek değersiz kurbanlara dönüştürmek… Bu soruyu İşgal Kadınları çerçevesinde cevaplarsanız sanırım eserde bahsettiğiniz kavramlara/olgulara da kısaca değinmiş oluruz.
YR – Bu özellikle 19. yüzyılın başından itibaren işgallerin ahlaki gerekçeleri hazırlanırken başvurulan bir süreç. Fakat tarih içinde Müslüman kadınlarla ilgili yaklaşımlar son derece dalgalı. Edebi metinlerde bazen ulaşılamayacak kadar saygın ve güçlü bazen de esir ve çaresiz konumda. Bunu yaratan farklı kültür ve coğrafyalarda birbirine taban tabana zıt kadın telakkilerinin ve yaşam biçimlerinin var olması. Afganistan’da, Bangladeş’te, Bosna’da, Türkiye’de, İran’da, Arabistan’da aynı ayetlerden yola çıkılarak nasıl bu kadar farklı sonuçlara ulaşılıyor, bu dünya kamuoyunda zihinsel bir dağınıklık yaratıyor ister istemez. Tabii ki strateji imaj kanaat oluşturan kurumlar için bulunmaz fırsat. Kadınları özgürleştirme misyonuyla gelenler ne yaptı peki, Cezayir’de Arapça konuşmaya kadar yasakladı, Mısır’da kadınların tıp okumasını engelledi ki erkek doktora gitmeyi öğrensinler, babalar oğullar kocalar milyonlarca insan katledildi, Saddam zamanında kadınlarda okuma yazma oranı yüzde 80’lerde olan Irak’ta, bu yüzde yirmilere geriledi. Şimdi Suriye yerle bir ediliyor. Ne yapacaksak kendimizden yola çıkarak yapabiliriz.
SNB- Aktivist yönünüz yazarlığınızın kefareti mi, zekatı mı?
YR –Bu elimizle dilimizle kalbimizle müdahil olmanın bir parçası o kadar. Konuşmaktan hoşlanmadığım bir konu.
SNB – Yol Hikâyesi adlı öykünüzde, kahramanınıza “Bulunduğum yer neresi bilmiyorum. Bu şehir kurgusunu hep değiştiriyor sanki. Hiçbir ayrıntıyı öğrenemiyorum. Buralara bildiğim ve beni bilen bir şehri bırakıp geldim.”dedirtiyorsunuz. Sahi, Yıldız Ramazanoğlu’nun bulunduğu yer neresi?
YR – Yaşadığımız ülkede kartlar her sabah yeniden açılıyor. Ana caddelerde artık bir örnek insan hissiyatı hakim. Almak, elde etmek, öne geçmek, birilerini geride bırakmak ve kazanımların sergilenmesi, hep üstte kalma gayreti. Bir zamanlar muteber olan erdemin hikmetin kaybı, muteber olmanın yönünü istikametini sahip olmaya çevirmek. Bunlar insan olarak bizi azalttı, kaybolmamamıza sebep oldu. İstanbul a geleli 23 sene oldu ama ben hala gerçekten de kayboluyorum araba kullanırken. Aslında bildiğim şehirde bir hacı annem vardı. Mürşide anne. On sekiz yaşında o 65’teyken tanıdım onu sonra yakın arkadaş olduk. Onunla dua evlerini dolaşırdım. Sohbetlerine giderdim. Bodrum kattaki evinde kuşların uçuştuğu olurdu bir pencereden girer karınlarını doyurup başka pencereden çıkarlardı. Koltuklar yamulmuştu eskimekten. Orası, o ev benim kayıp bir kızken ortaya çıktığım, bulunduğum şehirdi. Uzaklardan eve döndüğüm bir yurttu. Delai okunurdu, her çeşit insan gelip şifalı birkaç sözle uğurlanırdı. Söz iyileştirirdi, Bostan’dan, Gülistan’dan, Beydeba’dan, Hafız’dan, bir bölüm iyi gelirdi. Ondaki neş’eyi kimsede görmedim. Sevinç içindeydi şehri. Her geleni de Yaratıcıya bir rabıtayla bağlar yollardı. Yalnızlığı gideren biriydi. İstanbul’da ise kayboldum ve bir daha bulunamadım aslında. Şehir gökdelenlerle doldukça, karaltısı çöktü üzerimize. Silueti oynak bir yapıda, sürekli değişiyor her gökdelenle birlikte nezaketini biraz daha kaybediyor, huyu ahlakı bozuluyor insanların. Adaletsizlik ve süregiden kardeş kanı dökülen savaş da herkeste kötücül etkiler yaptı. Alem buysa kral benim modunda herkes. Bu şehirde her şey meşru. Burada yazdığım ilk hikayede –tuhaf bir sabah-üzerine su sıçratmamak için yavaşlayan bir aracın yarattığı hayret ve minnetle gözünden yaş gelen bir kadın vardır, 2000’de yazılmıştı. Şimdi böyle bir adama rastlama ihtimalinden biraz daha uzaklaşmış bulunuyoruz. Herkes yolunu kaybetmiş, bilmiyoruz bilmediğimizi de bilmiyoruz üstelik.
SNB – “İnsan, birilerini, yaşarken suçüstü yapıp kayda geçirecekse kendi hayatındanbaşlamalı.”demiştiniz Derin Siyah’ta. Yazdığınız, suçüstü yaptığınız kendi hayatınız mı öykülerinizde? Emma Bovary benim, mi diyorsunuz?
YR- Yaşamak mı yazmak mı sorusuna döneceğim. Ben yazamadım ki yaşamaktan. Hayatın ekmek parasının İstanbul’un yoğunluğundan. Hikayeler yağmur gibi yağdı başımdan aşağı. Hepimizin durumu budur aslında. Hikaye denizinin içinde sahili selamete çıkmaya çalışıyoruz. Kendi hikayem, başımdan geçenler, nice başka hikayelere karıştı, çözülmez bir yumak oldu. Bilinç öyle hızlı akıyor ki kalem buna yetişemez, yanından bile geçemez. Yazdıklarımız sadece bir iki kar tanesini olsun yere düşmeden yakalamak gibi. Kendi hikayem nerede başlıyor nerede bitiyor ne kadar dahil oluyor inanın kestiremiyorum. Çünkü hafızaya düzensizce yığılan imgeler, hayaller, gerçekler, muhayyilenin eliyle çekilip alınırken nasıl yeniden icat ediliyor bilirsiniz. Yazarın zihni kaypak da oluyor, bir gün ak dediğime başka gün kara diyebilirim mesela. Bu yüzden Emma değilim tabii ama Fatma Aliye’nin Muhadarat’tındaki Fazıla’yım bazen, bazen de Rüzgarlı Bayır’daki Heatcliff’in yanındayım. Edebiyatın işi kimseyi temize çıkarmak ya da mahkum etmek değil, anlamak ve anlatmak.
SNB – Angelika ve Derin Siyah üzerinden öykücülüğünüzü değerlendirirken şöyle demiştim: Özellikle dişil yazar/anlatıcı dilinin hakim olduğu, duygusal, incelikli, detaycı betimlemeler, tespitler, gözlemler ve bu betimlemelerin kahramanın ruhi portresinin açımlanmasında işlediği rolle dikkati çekiyor. Kadın ve yazar olmanın leitmotif olarak birçok öyküsünde dikkati çeken tem’ olması ve merkeze oturması, sorgulamalarla dolu farklı bakış açılarının diyalog ve bilinçakışı tekniğiyle verilişiyle okuru şu sonuca götürüyor: Müthiş bir yazma isteği satırlar arasından sızıyor ve annelik, kadınlık ve yazarlık arasında kadına düşen rolün kadının üzerindeki etkilerini dengelemeye çalışan bir yazarla karşı karşıyayız. İçindeki meleği yok etmeden, onu yazarlıkla dengeleyen bir yazar Ramazanoğlu; ama kapıları kapatma isteği içinde hep var.
Kadın, anne ve yazar olarak bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz peki? O kapıyı kapattığınız dönemler olmuyor mu? Sadece yazmak için. Yazı bir yazarın vazgeçilmezi çünkü.
YR- Yazamadığım zaman hayatımın kontrolden çıktığı zehabına kapılıyorum. Bu sadece bir vehim olabilir, kuruntudur, marazdır belki. Ama böyle. Hayat beni ele geçirdi, önüne kattı sürüklüyor, nasıl ayağa kalkabilirim bu akıntıda diye acı çekiyorum. Bu dünya tezahür alanı ve burada başımıza ne geliyor, ne kadarını görebiliyoruz ve elimizden gelen nedir bunları yazarak anlayabiliyorum. Kayda değer bir hikayesi var mı insanın, bir hikayemiz var mı buna bakıyorum. Evlilik sonsuz bir akış. Görevlerin ardı arkası kesilmez. Kahvaltı hazırlanacak, öğle yemeği tasarlanacak, alış veriş, çamaşırı da bir atayım hele, okuldan gelecek güzellikler, çiçekleri bir sulamalı, tencere taştı, fırını unutma, akşama misafir, hayat asla yazmamıza izin vermez, erkeklere izin vermez ki kadına göz açtırsın. Kimsenin hakkını çiğnemeden, Virginia Woolf’un önerdiği Evin Meleğini Öldürme fikrine fazlaca kapılmadan ama kontrol altına alarak bir alan açmalı, başka çaresi yok.
SNB – Hikayelerinizde fark ettiğim bir diğer yön, fotoğraf çeker gibi olayları/ânı/olguları tespit edip, kurmacayı bu fotoğrafın üzerine yedirmeniz. Bu kadar yoğun bir tempoda, tüm bu gözlemleri nasıl fotoğrafladığınızı fark edebiliyor musunuz yoksa yazmaya başladığınızda onlar karanlık odalarından çıkıp kağıda mı akıyorlar?
YR- Olayın bir anı ya da insanın bir duruşu şimşek çakması gibi bir akım oluşturur ve kayda geçer. Bazen de bir insanlık durumu buhar gibi kuşatır, içinde ıslanır ve fark etmezsiniz sonra o nemiyle çıkar gelir. Ya da bir sıcaklıkla iner üzerinize bir kahraman, bunu yaz bir yere der içinizden bir ses. Anlar, olaylar, mevsimiyle bulutuyla güneşiyle etrafında akan atmosferle birlikte kayıt altına alınıyor sanıyorum. Levhalar halinde diye düşünüyorum. Çünkü bilincin yüzeyine yazılacak olan bir bakış gelirken uçurtmanın kuyruğu gibi arkasından bütün detayları hatta yeniden icat ederek getiriyor, karanlık odadan ama ışıklanarak parıldayarak önem kazanmış olarak geliyorlar.
SNB- Nihan Kaya, ‘Yazarız, çünkü mecburuzdur. Yazmamak bazen mümkün olmadığı için yazarız. Elimizde olsaydı yazmazdık. Hiç değilse bazen. Yazarız, çünkü yaşamak için başka bir yol bilmiyoruzdur. Başka bir var oluş biçimi bilmediğimiz için yazarız.’ yazmış Yazıyorum Çünkü adlı yazısında. Bu, size en çok sormak istediğim sorulardan biri aynı zamanda. Yazamasaydınız ne yapardınız?
YR- Yazamıyordum istediğim gibi zaten. Eczanemde insanlarla, hastalarla, meczuplarla, yan kesicilerle, emeklilerle, bıçkın delikanlılarla, bezgin ev kadınlarıyla, kibirli sonradan görmelerle, mafyavari adamlarla, travestilerle, telekızlarla, esnafla, işçiyle, kim olduğumu biliyor musun diye gürleyenlerle, açım para ver diye kapıya dayananlarla… ilgileniyordum. Şairleri, yazarları, alimleri ağırlıyorduk. İlaç yapıyordum, fitoterapi ile uğraşıyordum, mesleki dergilerin arasına koyup gizlice ‘başka!’kitaplar okuyor, dinlenmek için örgü örüyordum. Az aklımdan akıl veriyordum isteyene, derdi olana, akıl alıyordum süzülmüş insanlardan. Birbirimize faydamız dokunuyordu, sıkıntısı olan kendini dükkanıma atıyordu. Gelenlere çay demleyip meyve soyuyordum. Harikadır bunu yaşamak. Ama bu yazmak illeti bırakmadı ki gönlümce süreyim saltanatımı insanlık tahtında.
SNB – Bir gün bu eczaneyi de yazmalısınız… Siz, yargılayan, edilgen, tepkisiz bireyi değil, yaşadığı hayattan etkilenen ama ona rağmen tepki veren, sorgulayan, kendisiyle ve diğerleriyle yüzleşebilen bireyi/kahramanları anlatan bir yazarsınız. Babil Kulesi’nde oturmadığınızı ifade etmiştiniz üstte de. Peki içinde olduğunuz yerde sizi anlıyorlar mı? Eleştiriler yok mu orada? Yargılamıyorlar mı? Yargılanacağım diye çekindiğiniz olmuyor mu kimi kelimeleri yazıya dökerken? Bu sizi sınırlandırmıyor mu?
YR – Bir gün önemli bir romancıyla oturuyoruz, böyle giderse hiçbir şey yazamayacağımı söyledi. İnsanlarla haşır neşir olduğum zamanlar, bundan işte hak ihlalleri yüzünden yapılan toplantılar, eylemler vs. kastediliyordu elbette, yazıdan çalınan zamanlardı ve bu, bir yazarın yapması gereken son şeydi. Akrabalarımla bile görüşmeyi azaltırım, kapıları kapatırım, zorunlu olmadıkça evden hiç çıkmam diyordu. Ben çok istesem de böyle güçlü olamam, bunu biliyorum ama yine de sarsıcıydı doğrusu. Bunu birçok dostum söylüyor aslında. Özenmedim, zihinsel gel-gitler yaşamadım diyemem. Belki de yazar değilim, gereğini yerine getiremiyorum, yazarak, dokunarak kendimce bir yol bulmaya çalışıyorum, fazla üzerime gitmemeliyim. Bu karşı söylemler, düzensiz biri olduğumu, disiplinden kaçtığımı göstermez ama.
SNB – Son dönemde Ali Ayçil, Emine Uçak, Nihan Kaya, Yücel Öztürk hikayecilik yönüyle dikkatimi çeken yazarlar. Sizin, okurlara bu noktada önerebileceğiniz yazarlar kimler?
YR – Hikayede çok mesafe kat edildiğini düşünüyorum. Son on yılı taradıklarında bulur okurlar, ben atlama korkusuyla isimleri sıralayamıyorum şimdi. Bütüncül olarak kitaplar değil de sevdiğim hikayeler var daha çok. Birçok yazarın hıza karşı koyan yaşananları kayıt altına alan güzel dayanıklı hikayeleri mevcut.
SNB – İkna Odası tek romanınız. Başka bir roman yazma düşünceniz var mı? Yoksa yola öykü ve deneme ile mi devam etmek istiyorsunuz?
YR – İşimi neden tasfiye ettim, sanırım uzun ve bölünmeyen bir zaman yaratma uğruna. Nasipse zihnimde taşımaktan yorulduğum romanları yazabilirim ama dediğim gibi her şey nasip.
SNB – Kendi okumalarımı düşündüğümde Cemil Meriç’in Jurnal’i, Zweig’in Kendileriyle Savaşanlar ve Üç Büyük Usta’sı, Fethi Gemuhluoğlu’nun Dostluğun Fethi ve evet, İbn Arabi’nin Füsusu’l Hikem’i beni en fazla etkileyen eserler. Hayatınızın köşe başında duran kitaplar hangisi? Sizi en çok etkileyen?
YR – Saymakla bitmez. Herman Hesse-Sidarta, Dosto-Karamazof Kardeşler, Metin Önal Mengüşoğlu-Vahiy ve Sanat, Turgut Uyar-Büyük Saat, Abdülbaki Gölpınarlı-Mesnevi Şerhi, Rilke-Malte Laurids Brigge’nin Notları, mealler, siyerler, tefsirler, Hz.Ali-Nehcül Belaga, başta Melek Arslan benzer yeni nesil kadınların şiirleri, Sezai Karakoç, Feridüddin Atar, John Berger, Kierkegaard-Korku ve Titreme, Ali Ulvi Kurucu’nun hatıratı, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Mahmut Kaya’nın felsefe metinleri, Cioran-Çürümenin Kitabı, Adorno-Minima Moralia, Kutlu-ilk beş hikaye kitabı, Cevad Amuli-Celal ve Cemal Aynasında Kadın, Mayerovitz-İslamın Güleryüzü, Lale Müldür safiyeti ve daha nice eserler var ki yakınımda olsunlar her daim. Gerçekten haksızlık bu yaptığım sayısız esere, çünkü saymakla hata ettim belki de…
SNB – Her sanatçının içinde bir Pygmalion yaşar. Kim midir Pygmalion, yaptığı heykeli Galatea’nın güzelliğine aşık olan ve Tanrıça Venüs’e ettiği dualarla onu canlandıran ve aşkına kavuşan Kıbrıs prensidir. Taptığı heykele aşık olan bir heykeltıraş. Eserine aşık olan sanatçı. Neredeyse her sanatçı, eserine aşıktır ve eserinin canlanmasını ister. Yani geleceğe kalmak. Siz içinizdeki Pygmalion’la nasıl savaşıyorsunuz? Galatea’nız sizin için ne ifade ediyor, yani eseriniz?
YR – Heykel yontmaya benziyor durum gerçekten de. Milyonlarca uyaranın, şekil ve duygunun, havada uçuşan fikirlerin kelime bulutunun büyük bir karmaşayla üzerimize döküldüğü içimize sızdığı bir halin içinden bir hikaye yontacaksınız. Ses ve şekilleri, harflere anlamlı hecelere dönüştüreceksiniz. Fazlalıkları aşındırarak törpüleyip bütüncül bir manaya ulaşacaksınız. Fakat benim için gerçekten süreç önemli. Yazarken bunu eylerken amacıma çoktan ulaştığımı, varlığın manasına Yaratıcı’nın muradına biraz yaklaştığımı insanlığımın bir nebze ileri taşındığını hissediyorum. Sonrasına dair gerçekten bir planım yok. Ölünce kıyametimiz kopacak ve hayatın finali bundan ibaret. Edebi metinlere kutsal metin muamelesi yapmaya ne gerek var. Bu batılı bir yaklaşım ve İncil’i eksik görüp tamamlama istenciyle ilgili. Bizde öyle eksik metni tamamlama, yarı aziz konumu yok. Hepsinden iyisi bir gönüle girmektir, der Yunus. Ne olmuş yani yazdıysan. Yazdıklarımı çocuksuluk olarak gören nice dostlarım var.
SNB – Sanırım artık iç dünyanıza ve kişiliğinize ait sorular sormalıyım. Yoksa bu söyleşiyi bitiremeyeceğiz. Sizi en çok kıran, üzen şey/olay… ne?
YR – Çabuk kırılmam, muhakkak tolere edecek gerekçeler bulmaya çalışırım. Fakat vaat ettiklerini yerine getirmeyen, ahirete inanmayan, haram helal duygusunu kaybetmiş ama herkese hükmetme konumundaki profesyonel Müslümanlar umut kırıcı, hem üzüyor hem korkutuyorlar.
SNB – Bazen ağlamayı özlediğimi fark ediyorum. Dağıla dağıla ağlamayı, nazlanarak, Rab’den ilgi isteyerek, sıcacık sarmalamasını bekleyerek… Siz, en son ne zaman ağladınız?
YR –Çöp toplayan bir gençle göz göze gelmek, gelinlik giyen bir kız, Halep görüntüleri, son bir ayda beni ağlatan şeylerden.
SNB – Nerval, Aurelia’da, rüya ikinci yaşamdır, diyor. Rüyalar size ne söylüyor? Ne anlam yüklüyorsunuz onlara? Etkileniyor musunuz rüyalarınızdan?
YR – Rüya hayata dahil ama öte dünyanın da işareti, dünyadaki tecellimizin aynası. Zaman ve mekan aralığımızın genişlediği bir durum. Etkilenirim ama hayatımı bunun üzerine kurmam. Bir ders çıkarmaya çalışırım. Sahih rüyalarım olmuştur. Onları İngilizce yazdığım bir defter var. Ne kadar korunabilirse, artık herkes konuşuyor evde bu dili.
SNB – İnsan kendisine uzaktan bakabilir mi? Uzaktan, belli bir mesafe koyarak ve kendisini yansımalardan oluşmayan bir görüntü olarak izleyebilir mi? Kendi görüntünüz size bu insanın nasıl biri olduğunu söylüyor? Kim bu insan? Sevinçleri, üzüntüleri, kırılganlıkları, hataları… ile Yıldız Ramazanoğlu kim?
YR – Kim olacak, günahkarın teki. Çok parçalandım ben. Son yıllara kadar şehirle dişe diş mücadele verdim. İstanbul’da bir uçtan bir uca enerjimi tutumlu kullanmadım açıkçası. Okumalarım da yollarda oldu çoğu kez. Mustafa Kutlu ben öyle çok okumuyorum, der her zaman. Ne zaman gitsem ziyaretine, masasında bir tek kitap yoktur sahiden de, bomboştur genelde. Bir dergi ya da tek bir kitap vardır en fazla. Bu gıpta edilecek bir durum. Kendini telaş yapmadan tek bir şeye verecek dinginliği var. Böyle olmak isterim. Bir kitapla hatta bir paragrafla bir ayetle günlerce dolaşabilmek… Bize bu lazım. Artık yatışmal,ı derinleşmeli, doğru dürüst bir şeyler yazmalı. İşte böyle hevesler içindeyim.
SNB – O kadar yolculuk yapan bir insansınız ki… Mekan adları değişiyor çokça… Doğu’dan Batı’ya sayılamayacak kadar çok yer. Asıl soru şu: Nereye gidiyorsunuz tüm bu yolculukların özünde?
YR –Mekanlar insanlardan geçerek geliyor bana. Mesela Bingöl’deki kadınlar kar yağmaz, yollar kapanmazsa huzur bulamayız diyorlar, bu beni derinden etkiliyor, yollar kapanınca kar diz boyu olunca kaybolma ve tevekkül zamanı. Ev içlerinde eldeki yiyecekleri paylaşma zamanı. İstesen de gidemezsin bir yere. İnsanın sınırlarıyla karşılaşmayı görmek istiyoruz bu fani dünyada. NY’da mesela, milyonları olan adam tek başına bir restorana oturmuş, envai çeşit sofra donatmış, peçetesini boynundan geçirmiş uyukluyor, yalnız çünkü. Bu imge kalmıştı bu şehre ilk gidişimde. Öksüz çocuklar gibi öğle tatilinde bir kanepeye oturup sandviçini, pizzasını yiyen single’lar. Ben Jules Verne okumuş bir küçük kız olarak arzın merkezine gitmek istemeliydim ama arzın merkezi fikrine kapılan insanın merkezine gidiyorum sanırım yolculukta. Merkezkaç kuvvetiyle nasıl savrulup gitmediğimizi, dönen bir dünyada nasıl ayakta durabildiğimizi farklı insan deneyimlerinden geçerek anlamaya çalışıyorum.
SNB – Artık son bir sorum kaldı. Bu arada sevgili Cemile Bayraktar’ı da anmak istiyorum; çünkü onun Bir Kağıt, Bir Kalem Bir de Angelika Lütfen, isimli inceleme yazısında size olan merakım artmıştı. Teşekkür ederim Cemile.
Son sorumuza geçelim artık. Geçmesem mi? Söyleşi bitecek yoksa? Tamam, kızmayın Yıldız Hanım, soruyorum (ah bu yazar kaprisi : ) ).
En güzel deniz:
henüz gidilmemiş olandır…
En güzel çocuk: henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
henüz söylememiş olduğum sözdür… diyor Nazım.
Gerçekten de böyle mi? Hep gelecek mi daha güzel şimdi’nin yerine? Hep yaşamayı umut ettiğimiz gelecek?
YR – Ben de bir şiir söyleyeyim bari, sevgili Cemile’ye ve size. Yahya Kemal’den.
Bir merhaleden güneşle derya görünür
Bir merhaleden her iki dünya görünür
Son merhale bir fasl-ı hazandır ki sürer
Geçmiş gelecek cümlesi rüya görünür
Her iki dünyayı görebildiğimiz o billur basamağı bulmak değil mi bütün çaba. Umut ise imandandır zaten. Bugün içiniz. Kendimizi geleceğe saklamanın manası yok. Ne yapılacaksa şimdi yapılacak.
HATİME
Jules Verne okumuş bir küçük kız olarak arzın merkezine gitmek isteyen, ama arzın merkezi fikrine kapılan insanın merkezine giden bir insan. Kendi bahçesinde her rengi, her farklılığı, her ayrıntıyı tek tek gören ve bunu göstermeye çalışan bir vicdan. Sadece bu söyleşi esnasında bile kent kent (Kars, Urfa, Diyarbakır, Bursa, Siirt, Bingöl, Mersin, Adana, İstanbul, İzmir, Muğla…) dolaşarak, dinlenmesi gereken vakitte sorularımı cevaplamaya çalışan, tüm bu yoğunlukta olumlu adımlara sevinen, dualarıyla güzellikleri destekleyen, bu arada göktaşı yağmurunu bile kaçırmak istemeyen, bir bardak çayla asude bir huzur isteyen bir aktivist. Yazarın bendeki en büyük etkisi ise, insan’a duyduğu saygı, umut ve riyasız canhıraş koşuşturması. Onun görme bahçesi ne kadar büyürse, yeşillenirse, o bahçeye ne kadar inanırsak, sanırım o kadar çok ‘insan’a dönüşeceğiz.
Kendisine ne kadar teşekkür etsem az, biliyorum. Her anlamda. Spesifik olarak söylersem, tüm o vakitsizlik, yollar arasında, kendisine kalacak az bir dinlenme vakti yerine bu sorulara cevap verdiği, daraldığı anda dahi zarafetle halini izhar ettiği için. Genel anlamda ise duayla, umutla, emekle… Türkiye’nin görme bahçesine hizmeti için…(SNB)
Yıldız Ramazanoğlu’nun günümüz Don Kişot’u olduğunu düşünüyorum.Yel değirmenleri büyük ve rüzgar çok güçlü. Vazgeçmeden serüvenine koşturuyor. Sancho Panza’sı ise eserleri. Herkes Don Kişot’un yenildiğini düşünür oysa tersidir. Bir çağ kapatır Kişot, yeni bir çağa öncülük eder. Kişot yalnız mı kalmış, kimin umurunda, koşturuyor ya, yeter!
Yıldız Ramazanoğlu Hakkında
Yıldız Ramazanoğlu, 1958 Ankara doğumlu. Ankara Kız Lisesi’ni ve Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni bitirdi. Birçok süreli yayında denemeler ve hikayeler yayınladı. İnsan Hakları Derneklerini ve Kadın Örgütlerini temsilen, New York’ta, Avrupa’da ve Orta Doğu’da uluslar arası kadın zirvelerine katıldı. Doğu Konferansı inisiyatifinin kurucu üyelerinden biri olarak Türkiye’nin İslamcı, Sol, Ermeni ve farklı eğilimlerinden aydınlarla birlikte Orta Doğu’da çeşitli kültürel toplantılar düzenledi.
Kitapları
• Bir Dünyanın Kadınları
• Osmanlıdan Cumhuriyete Kadının Tarihi Dönüşümü kitabına editörlük yaptı.
• Derin Siyah-Hikaye (TYB Hikaye ödülü)
• İkna Odası-Roman
• İçimden Geçen Şehirler-Deneme
• Kırmızı-Hikaye
• Angelika-Hikaye
• Bağdat Fragmanı-Deneme
• Görme Bahçesi: Türkiye’nin Ortak Vicdan Tecrübesi
• Zilha Günü- Hikaye
… E-kitap okumak için…
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitap Aktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:cb Tarih: Oca 14, 2013 | Reply
İki kıymetli insan,
söyleşinizi şimdi okudum, üzerimde bir kadife etkisi bıraktı, o etkiyle bu güzel söyleşi için çokça teşekkür ederim, bir okur olarak.
Selamınızı da aldım, kalbim üstünde, adımı bu enfes söyleşide görmek ayrıca mutlu etti.
Baki selam, çokça dua ile….
Yazan:suzannur Tarih: Oca 15, 2013 | Reply
Sevgili Cemile,öncelikle ben teşekkür etmeliyim. Nazarımı Yıldız Ramazanoğlu’nun eserlerine yönlendirdiğin için. Sonra kendisiyle de tanışma fırsatım oldu. Ve hatimede yazdığım özellikte bir insanla tanışabilmek büyük mutluluk. Yıldız Hanım’a buradan bir kez daha teşekkür ediyorum. Saygı ve sevgilerimle…