Yokluğun Uzamı – İbrahim Sâki İçin Gerçeküstücü Bir Bakış
By Ali Hasar on Oca 26, 2013 in İnsan, Kâinat, Sanat
Nereye baksam aynı varlığın tecellileri ile karşılaşıyorum.
Ksenophanes
Karanlık Demetler
Bir sokak lambası altında görüyorum onu, orada uzanıyor yalnız İbrahim Sâki, usulca titriyor. Koşuyorum yanına hızlıca, hava oldukça soğuk ve karanlık. Yabani kuşlar uçuyor üstümüzde. Bedeninin yanında dikiliyorum. Yüzüme değil, kuşlara bakıyor, inliyorlar, avuçlarında hayat çizilmiş. Aramızdaki boşluk öylesine derin ki ben nefessiz kalıyorum. Üzerinde kareli, kurşuni, Farisi bir gömleği, kahverengi bir pantolonu var. Ayakkabıları sokak lambasının dibinde kıbleye dönmüş. O ise bir cenaze merasimini andırıyor. Parmaklarının ucundaki yırtılmış bir kitap mumdan ateşle yanmaya çoktan başlamış olmalı ki küle dönüyor, bu hayattan bir daha okunmamak üzere. Kirli sakalı beyaza çalıyor. Yüzü topraklaşmış. Ona sarılmak istiyorum, etrafımızda kimse yok ama boynunda herkesin eli var. Önce bilinmeyen bir korku çember oluşturuyor, sonra felaket geçiyor yanı başımızdan.
Ellerimle onu kaldırmaya çalışıyorum. Kalkmıyor, aldığı sancı vücudunu öyle sarmış ki ağzından hiç kelime çıkmıyor. Bu soğukta onu böylesine hâlde terk edemem. Üstelik oldukça üşümüş. Üstüne ceketimi sarıyorum. Donuk bakışları var. İnsanlar gözüküyor, bizi görünce kaçmaya başlıyorlar. Onların peşinden koşuşturmaya başlıyorum, kimse elimi tutmuyor. Çaresizce kuytulara gidiyorum, kuytularda ölüm var. Bedenimi hissetmiyorum. Koşuyorum, ne kadar koştuğumu bilmiyorum, o sokak lambasının ışığı altında uzanıyor hâlâ. Kitabın külleri artık yerini sise bırakıyor, bir anlığına dönüp bakıyorum. Sisler yüzüne doğru geliyor, bir süre yüzünü kaplıyor, sonra kuvvetli bir rüzgâr dalgası hepsini yok ediyor. Yalın ayakla bu ıssız sokaklarda bir hayat için koşuyorum. Kimse dönüp bakmıyor. Kısa bir sessizliği bir ses bozmaya yetiyor. Zincir sesleri kaldırımları yerinden söküp atıyor. Kalbim yerinden çıkacak gibi oluyor, zincirlerle dolu insanlarla karşılaşıyorum. Küçük bir kız görüyorum arkalarında, elinde çiçek. Düşüyorum yere, susuyorum, kelimelerim çalınmış, yüzleri gözükmüyor ama yüzüme vuruyorlar, sonraysa bedenime zincirlerini saplıyorlar ve gidiyorlar.
Haykırmak istedim ama sesim çıkmıyordu.
Satantango
Geriye dönüyorum küçük adımlarla, soluk soluğa kalmışken onu izliyorum uzaktan. Kuşlar birden üzerine doğru gelmeye başlıyorlar. O yerde biçare uzanırken onlar ona acımasızca saldırıyor. Önce ceketimi parçaladıklarını görüyorum, sürüler hâlinde işgalleri bitmiyor. Ayaklarım morarmaya başlıyor, ellerimle ovuşturmaya çalışıyorum, yavaşça koşabiliyorum artık, onun yanına varmak üzereyken bir kargayla yüz yüze geliyorum. Karanlık gökyüzünden yavaşça yere iniyor ve karşıma geçiyor. Loş ışıktaki gölgesi korkunç. Kanatları yırtıcı şekilde tasarlanmış. Arkasındaki sokak lambasına bakıyorum, kuşlar hâlâ orada ve onun bütün bir bedenini ele geçirmek üzereler. Gözlerim doluyor, nefeslerim buhara dönüşüyor, bakışlarım istemsizce karganın gözlerine düşüyor. Kin var. Birden ağzımdan kan geliyor. Başım öne düşüyor ve kan tükürmeye başlıyorum. Karga, kana doğru geliyor. Ellerimi ciğerlerime götürüyorum, bir elim göğsümde kanın üstündeki karganın yanından geçiyorum. Sokak lambasına yaklaştıkça kuşların sesi daha da ürkütücü bir hâle bürünüyor. Elimde hiçbir şey yok, bu sokağı hiç bilmiyorum ama bir şey biliyorum, O orada sonsuzluk gibi yalnız.
Bilinmez, gizli bir veba burada. İnkarın soğuk, kocaman dağları burada. İnsanlar, kapılarını kilitliyor. Ne geliyorsa artık titretiyor onları. Bir şeyin geldiği kesin.
Werckmeister Harmoniak
Gözlerini yummuş uzanıyor, üstündeki kuşları kovmaya çalışıyorum. Gitmiyorlar. Elleri soğuk asfaltta büzüşmüş, dizlerimin üstüne yanına düşüyorum, yanaklarını ısırmaya başlıyorlar. Kör etmek için gözlerine doğru geliyorlar. Ellerimle yüzünü korumaya çalışıyorum, bunu görür görmez avuçlarına hücum ediyorlar. Saldırıları hiç bitmiyor, inlemeleri de. Ayaklarına yöneliyorlar bu sefer, tabanlarını ısırıp kanatıyorlar. Hareketsiz bedeni buna tepkisiz. İki elim çenesini tutuyor, öksürüklerim dinmiyor, gözlerinin içine bakıyorum sonra ayak tabanlarına. Oraya bir elimle uzanmaya çalışıyorum, sayıları azalmıyor. Gökyüzüne bakıyorum, bir şimşek çakıyor ileride. Şiddetli bir gök gürültüsüyle birden dağılıyorlar.
Cekete bakıyorum, parçalanmış. Yüzünde ve ayak tabanlarında kan izleri var. Derin bir sessizlik çöküyor üstümüze. Önce yağmur taneleri düşmeye başlıyor, etrafta kimseciklerin ışığı yanmıyor. Dudaklarını kımıldatmaya başlıyor yavaşça, ama başarısız oluyor. Bedenine ve yüzüne bakıyorum, başucunda duruyor, başını dizlerimin üstüne doğru alıyorum. Sessizlik bitmiyor, bir süre bu hâlde devam ediyor, gözlerinden bir damla yaş süzülüyor yanaklarına, kanın izi silikleşiyor. Avuçlarını ellerime alıyorum, bu soğukta ısıtmaya çalışıyorum anlamsızca. Yağmur hızlanmaya başlıyor. Bedeni hırpalanmış, sokak lambasının altından kalkıp, karşısına geçiyorum. Duvarın dibine sırtımı vurup yere düşüyorum ve onu izlemeye başlıyorum.
Bir ceset olsaydın ancak bu kadar öldürebilirlerdi seni.
Arthur Rimbaud
Sırtlanlar
Onu izlerken gözlerim istemsizce kapanmış kısa bir uykuya dalıyorum. Çok uzun sürmüyor, irkilerek gözlerimi açıyorum. Yağmur dinmiş. O orada hâlâ uzanıyor, ayakkabılarının yanındaki çiçeği fark ediyorum. Bu, küçük kızın elinde tuttuğu çiçek. Siyah ve beyaz. Çiçeğe uzun uzun bakıyorum uzaktan, sonra oradan, karanlıktan birinin sesleri geliyor. Bir ip, ip sesi. Asfalta vura vura geliyor, uyumu bozuyor. Onun yere çivilenmiş gibi duran bedeniyle benim bedenim arasındaki yolun tam ortasında duruyor. Elbisesi beyaz, tokaları siyah, ayakkabıları kırmızı. Saçları çok güzel. Yavaşça lambanın altındaki bedene bakıyor, sonra başını yere doğru eğiyor. Bir süre öyle kalıyor. Derin bir koyuluk. Elleriyle ipi tutuyor önce, sıkmaya başlıyor, başını kaldırıp uzağa bakıyor. Birden ip atlamaya başlıyor, hiç konuşmuyor. Ellerim çamurun içine batmış, duvarın dibinde yere düşmüş bir hâlde onu izliyorum. O ip atlıyor, çiçeğe bakıyorum, loş ışığın altında öylece duruyor.
İp atlaması devam ederken kitabın sönmüş külleri havada dairelere dönüşüyor. Yerdeki bedenin ayak tabanlarından kan akmaya başlıyor, akıntı karıncaları öldürüyor. Daireler, sarmallaşıyor, küçük kız bu boşlukta anlam veremediğim bir şekilde ip atlamasına devam ederken kan akıntısı ince ve uzun bir çizgi oluşturup küçük kızın ayaklarına doğru geliyor. İp asfalta vurunca kana karışıyor, atlamasını bırakmıyor ve uzağa bakmaya devam ediyor. Bu şeffaf kan çizgisi küçük kızın etrafında görkemli, kırmızı bir halka oluşturmaya başlıyor. Halka tamamlanınca ip atlamayı bırakıyor, ipi ellerinden düşüyor ve baktığı yöne doğru yürümeye başlıyor. Geride bıraktığı sadece bir ip ve çiçek.
Bir örümcek yaklaşıyor, yapışkan tükürüğüyle zamanı karıştırıyor, sen avsın seni bırakıyor, örümcek büyüklüğündeki bir örümcek.
Gergedan Mevsimi
Duvarın dibinden bir hamleyle ayağa kalkıp lambaya doğru yürümeye başlıyorum. Tabanlarındaki kan durmuş. Bedeninin yanına çöküyorum. Gözleri buğulu, omuzlarından tutup kaldırmaya çalışıyorum. Var gücümle kaldırmayı başarıyorum. Göz kapakları dayanıksız, yalın ayakları soğuk asfalta basıyor uzun bir süreden sonra. Sendeleyerek yürümeye başlıyoruz, bana dayanıyor, öksürmeye başlıyor, yüzüne bakıyorum, sonra bana kısaca bakıp bakışlarını yola çeviriyor, solukları havaya karışıyor. Arkaya, lambaya doğru bakıyorum: ayakkabı, siyah çiçek ve küller. Ellerini kendine doğru çekiyor, sarsılıyor, düşecek gibi oluyor ama bir sabit duruma gelene kadar oldukça çaba sarf ediyor. Ben duruyorum, o karanlıkta yürümeye başlıyor. Aramızdaki mesafe uzak değil, onu takip ediyorum. Sağa ve sola başıboş bir şekilde savrularak yürürken sağ elinde beyaz çiçeği görüyorum. Onu sıkıca tutuyor. Ayakları soğuğa aldırış etmiyor. Arkasından onu izleyebiliyorum sadece. Bütün bir şehir yıkılmış durumda. Ölüm, yangın artığında gizleniyor. Bir ara duraksıyor, duruyorum, çünkü karşısına üç sırtlan çıkıyor. Ama o da üç kişi. Sağdan gitmek istiyor, onlar sağa, soldan gitmek istiyor, onlar sola yöneliyor. Gitmesi bir ihtiyaç hâli. Geçmesine izin vermiyorlar. Önce elindeki beyaz çiçeğe, sonra sırtlanlara bakıyor. Çiçeği kendine doğru çekiyor, geriye doğru hamle yapıyor. Sırtlanlar aniden ellerine saldırmaya başlıyor, çiçek elinden düşüyor, o da düşüyor. Sırtlanlar çiçeği çok kısa bir sürede parçalıyor ve tüm bu olanları ağlayarak izleyebiliyor sadece. Parçalıyorlar ve yine gidiyorlar. Bir dirilmeden bahsetmiyorum, parçalanmalardan, parçalanmaların bütünsel yok ediciliğinden.
Yanına gidiyorum, yere bakıyor. Kalkıyor ve yine yürümeye devam ediyor. Çok sürmüyor bu, koşmaya başlıyor, arkasına, bana bakmadan koşmaya devam ediyor. Ben de koşmaya başlıyorum. Şiddetli kan tükürükleri nöbeti buluyor beni, duruyorum, yere doğru yine kan tükürüyorum. Hiç bitmeyecek gibi, ona bakıyorum. Yine uzakta ve yine yalnız. Yolun tam ortasında birden duruyor, etraf flu. İki elini yüzüne götürüyor, sonra ellerini yüzünden çekip cebinden çıkardığı kitabın sayfalarını parçalamaya başlıyor. Harflere kızıyor sayfalarca. Parçalar yere düşer düşmez alev alıyor ama ortada bir ateş yok. Bir rüzgâr çıkıyor, ayak dibindeki parçalanmış sayfaların küllerini onun etrafında döndürüyor. Elleri boşluktaymış gibi bir ileri bir geri gidiyor. Rüzgâr diniyor, sis yere çöküyor ve dağılıyor. Kaldığı yerden yoluna devam ediyor. Bu şehrin martıları çoktan ölmüş, atlarıysa felçli. Uzaklardaki kıraç toprakları sularla buluşmayı arzuluyor, kelebekleriyse yas tutuyor.
Karanlıkta kayboluyor, oraya doğru varmaya çalışıyorum. Eksik sayfaların olduğu yere geliyorum, eğilip parçalanmış sayfaları elime alıyorum. Kitabın kapağı da yırtılmış, Mirda yazıyor, gerisi yok. Bilmediğim bir şekilde yırtılan kısmı aramaya başlıyorum, sayfaların altında çıkıyor kapağın yırtık tarafı. D harfi, birleştiriyorum: Mirdad. İki elimle kitabın kapağını yüzümün karşısında tutuyorum. Sonra sol tarafa doğru bakıyorum ve yürümeye devam ediyorum. Kapağı ikiye katlayıp cebime sokuyorum.
Kar bastırıyor. Ellerimle kollarımı ısıtmaya çalışır bir hâlde sağa ve sola anlamsızca bakarak yürüyorum. Onu arıyorum ama bulamıyorum. Apartmanlar ve tramvaylar mahvolmuş, hayat ortadan kaldırılmış. Bir caddeye giriyorum. Yolun tam ortasından yürüyorum, sokak lambaları bozuk, kimi aydınlatıyor, kimi aydınlatmıyor. O esnada tam karşımda, uzaktan bir adam çıkıyor, ben duruyor ve onun bana doğru geldiğini görüyorum. Kımıldayamıyorum ama titriyorum. Karlar yoğunlaşmaya başlıyor. Adam, yaşlı ve elinde bir baston var. Bastonuyla yaklaşıyor. Adımları küçük, yüzünü kardan dolayı aşağıda tutuyor. Rüzgâr benim arkamdan esiyor, onunsa yüzüne doğru. Bir eli cebinde. Gölgemin tam üstünde duruyor. Yüz yüze geliyoruz. Yüz hatlarına bakıyorum. Hayatın bütün çizgileri var. Konuşmuyoruz, sağ elini cebinden çıkarıyor, bakışlarım eline doğru kayıyor. Avucunun içinde çürük bir elma. Gözlerimi yüzüne doğru çeviriyorum, bana çürük elmayı uzatıyor. Titriyorum, sallanıyorum soğuktan, ellerim titriyor ama o titremiyor. Elmayı sebepsizce alıyorum, duruyorum olduğum yerde, yanımdan geçip gidiyor. Arkamı dönüyorum, karanlıkta kayboluşuna dek izliyorum onu. Yitiyor. Elmaya bakıyorum ve elimde tutup aramaya devam ediyorum.
Lambaların yanmadığı karanlık bir yerden geçiyorum, ama ileride koyuluğun tam ortasında bir lamba yanıyor, bir suret görüyorum. Soğuktan bacaklarımı ve yalın ayaklarımı hissetmiyorum. Her yerim ızdırap içinde ama devam ediyorum. Lambaya koşmaya başlıyorum, takatim kalmıyor, düşüyor, kalkıyor, düşüyor, kalkıyorum. Az kaldı. Onu bulduğuma seviniyorum. İyice yaklaşıyorum, burada da yere düşmüş çürük bir elma görüyorum. Hiç ısırılmamış. Sağa sola, düşe kalka karşısına geçiyorum. Lambanın altında yine sonsuzluk gibi uzanıyor ve yine yalın ayakları var. Konuşmuyor, gözleri kapalı, saçları bembeyaz, gömleği, pantolonu buz kesmiş. Ağlayarak ona sarılıyorum, gözyaşlarım hiç dinmiyor. Elimdeki elma da yere düşüyor. Karlar yağmaya devam ediyor, yüzünü daha iyi görebilmek için karları temizliyorum. Bedeni oldukça soğuk. Anlamsızca ısıtmaya çalışıyorum. Gözyaşları içinde cebimdeki kitabın kapağını çıkarıyorum, bunları birleştirmiştim onun için. Ellerimi çekiyorum. Güvercinler geliyor gökyüzünden, onun etrafında duruyorlar ve ben, onun yanına uzanıyorum.
Ve karın altında düş kuran tohumlar gibi ilkbaharı düşler yüreğiniz. Düşlere güvenin, çünkü onlarda saklıdır ebediyetin kapısı.
Halil Cibran
… E-Kitap okumak için…
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitap Aktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:Güncel Haberler (@guncelhaberler) Tarih: Oca 26, 2013 | Reply
Yokluğun Uzamı – İbrahim Sâki İçin Gerçeküstücü Bir Bakış: http://t.co/bC9p4qyY
Yazan:pia (@piawind) Tarih: Şub 9, 2013 | Reply
Sade kahve ile tekraren okunacak bir yazı: http://t.co/JQ4DTMZP @jsolpartre