Kültürel Varoluşun Kaynağı Olarak İrfân
By Alper Gürkan on Şub 23, 2013 in Akıl, Epistemoloji, Medeniyet, Uygar(?) Batı
İtibar Dergisinde yayımlanmıştır
Bugün kendimizi mahkûm hissettiğimiz bir yaşam biçimine sahibiz. Bu hissiyat, bir kuleye kapatılmışlığımızdan geliyor. Duvarlarını kendimizin ördüğü, gün be gün yükselttiğimiz, ince, uzun, kara, kör bir kule…
Aşağıda bir yerlerde devâsa ateşlerde pişirilen tuğlaları yukarı taşıyor kimimiz; bazımız, hesap kitap yapıyor, ölçüyor; bazımız da örüyor duvarları. Herkes işini biliyor görünüyor ama mesela harç karan bunu neden yaptığını bile bilmiyor; bu harcı teslim alanların onu nereye götürdüklerinden haberi yok. Onların da götürdükleri yerde bu harcın ne yapıldığına dâir bir bilgileri yok…
Kule yükseldikçe, uçsuz bucaksız bir deryânın ortasındaymış gibi Doğu’yu, Batı’yı, aşağıyı, yukarıyı göremeden biz de yükseliyoruz. Gökyüzü bir hayâl ve yere basmayalı çok olmuş. Güneşin altında birbirimizi ve dünyayı görmemize izin vermiyorlar. Karanlıkta çıkabiliyoruz hücrelerimizden ve el yordamıyla; birbirimizin yabancılaşmış, simsiyah suratlarını tanıyabilmek için nâfile çabalıyoruz. Öyle uzaklaşmışız ki birbirimizden kimse kimseyi tanımıyor. Yükseldikçe artan rüzgârın şiddetinden seslerimiz kesik kesik çıkıyor, kulaklarımız duyduklarına yabancı. Kelimelere çok farklı anlamlar yüklüyoruz; dilimiz karışmış, birbirimizi anlamıyoruz…
Descartes’ın, bilinebilecek tek gerçeği tanımlama gayretiyle yola çıkması insanlığın varoluşunda açılan derin yaranın bir temsili oldu. Daha doğru bir ifâdeyle bunu yapması değil, kendiliğe ait bilgileri yeni bir kategoriye indirgeyerek karanlığa bakan bir belirsizliğe “ben” diye sarılması ve bu benliğin eylemini Varlık ile koşullayarak eş koşmasıydı yarayı açan. Varlığın bilincin içine dâhil edilmesiyle yol alan modern düşünce, bilen ve bilinen ayrımında net bir kopuşa sürüklendi. Bu kopuş, insanı başta kendi özünden ve tabiattan olmak üzere her şeyden uzaklaştırarak ve akabinde dünyayı milyarlarca parçaya bölerek anlama sürecini başlattı. Cesedi masaya yatırılan insanın kasları, sinirleri, hücreleri, duyguları, aklı ve tüm düzeyleriyle varoluşu; sonsuz küçük parçaya ayrılıp “yükselen” bir kule gibi yeniden inşâ edilmeye başlandı. Zihninin kılcallarındaki hatırası, onu anlamlı kılan râbıtası yokmuşçasına insan; soyut, müphem bir “büyük insanlık ideali” için fedâ edildi, yok edildi. “Ben kimim?” diye sormaya cesâret eden herkese bu kule gösterildi ve “Büyük insanlık idealine bir adım daha yaklaşmamız için bir ümit ve bir tuğlasın!” denildi.
Kültürün Çerçevesi
Bu tuğlanın toprağına, insanın dünden bugüne taşıdıklarına bugün kültür diyoruz. Nasıl bir biçim altında yaşarsak yaşayalım bunu kültürle açıklıyoruz ve ortaya ne koyarsak koyalım, onda bize şimdiki hâlimizi ve geçmişimizi harmanlayarak hatırlatan bir temsil kâbiliyeti buluyoruz. Bütün manastırlar yıkılıp da râhipler laik dünyaya sürüldüğünden beri, bu bizim hikâyemizmiş gibi yaşamın anlamı saydığımız her şeyi, yaşamın dışında tutmak şartıyla anabiliyoruz. Kendi kültürümüzden söz edebilme imkânını da mücerred, zararsız törenlerde ritüeller içinde bulabiliyoruz. Bir sembol olacağı tehdidiyle kimliğimizi bile yakamıza iliştiremiyoruz.
Kültür, benliktir oysa. Bir toplumun, hangi zihinsel süreçler içinden geçerse geçsin bilincinin derinlerinden damıttığı kişiliği, ruhunun yoğunlaşmasında vücut bulan özgün olma hâlidir. Aynı zihinsel süreçleri yaşayan farklı toplumsallıkların aynı istikamete giden farklı yolculuklarıdır. Bir dünyanın kendine mahsus sesidir. Kültür; bir medeniyet ya da uygarlığın, birbirinden farklı yaşam alanlarında –târih, coğrafya içinde- biçim kazanması, çeşitlenmesi ve bir temsile dönüşmesidir. Böyle bir yaklaşımın kültür (cultura) kavramını, kolonyalizmle aynı kökten (colore) üreten bir zihniyet için ifâde edebileceği çok fazla bir şey mevcût değil. Oysa modern telakkilere ilham veren Rönesans’a kadar “toprağı işlemek, ekin” anlamı çevresinde kullanılmış bir kelimedir cultura. Hatta bundan da fazlasıdır: “Romalılar için cultura yalnızca toprağı, doğayı işlemek anlamına gelmez, insan ile doğa arasında özenli bir ilişkiyi, uygunluğu, etkileşimi de dile getirir.” (Aslan,2007:94) Bu bakış onu tabiatla bütünleşik gösterse de Aydınlanmacı düşünür Voltaire’in kültürü, “insan zekâsının (espirit) oluşumu, gelişimi, geliştirilmesi ve yüceltilmesi” (Güvenç,1974: 96) anlamında kullanmasından sonra vaziyet değişmiştir. “Kültür, doğanın yarattıklarına karşılık, insanoğlunun yarattığı her şeydir.” (a.g.e:97) diyen Marx’ta da bir düalite sorununa indirgenmiştir. Doğa-insan diyalektiğinden hareket ederek insanın tabiatı biçimlendirmesi şeklindeki anlayış, mezkûr zihniyeti bütünlemiştir. Bilincini meydana getiren maddî varlık üzerinde tam anlamıyla hâkim olma imkânına sahip insan, tabiatı biçimlendirdikçe bu diyalektiği aşabilecekti. Böylece kültür kavramının, tabiattan tecrid edilerek insanlaştırılması da bir yere oturmaktaydı.
XVIII. Asırda usa olan sarsılmaz güvenin bir uzanımı olarak kavram, insanın hayatı rasyonel bir model hâline getirmesini karşılar olmuştur. Böylece bir tasarım nesnesine dönüşen insanın yetiştirilmesi, tıpkı tarla gibi sürülmesi, ehilleştirilmesi anlamının kapısı açılmıştır. Bugün kültür denildiği zaman ister otantik bir yaşam tarzı anlamında olsun, ister modern eğilimler dâhilinde olsun, ya da bilgisel birikim anlamında olsun muhayyilede bu ehilleştirmenin, yetiştirmenin kıvılcımlarını fark etmemek mümkün değildir. Ki sadece Müslümanların değil, tüm dünyanın bu ehlileştirme kulesine hapsedilmesi ve tüketimcilikle ikmâl edilip hayata geçirilen kitle teorileri, totalleştirici ve tektipleştirici bir kültürel varoluşu dayatmaktadır. Küreselleşmenin, postmodern bir temâyülle yerel olanı evrensel, evrensel olanı yerel kavrama metodu tektipleşmenin sonlandırılması gibi görülebilir. Ne var ki bu durum esâsen evvelce mevcût olmayan kültür emperyalizminin, açık bir asimilasyon biçiminde tahakkuk ettirilmesidir.
İrfân Olarak Kültür
Bu asimilasyona direnebilmek için bizim, “bize” bakmamız gerekmektedir. Bize baktıkça da Aydınlanmadan beri süregelen Avru-Amerikan kültür tanımlamasından ıramamız, kendi mecramızda yol almamız ve kültürü kendi geleneğimiz istikametinde tanımlayabilmemiz lâzımdır. Var olma gâyesi, yaşama şuur ve irâdesi ile bir ayrım noktasına müracaat ederek bizden olmayanları bir kenara itmeliyiz. “Biz ve onlar” ayrımında bir kavşak biçiminde tahayyül edeceğimiz kültürü, medeniyet dâiresi içinde bir çeşitlilik, özgünlük ve farklılık olarak görme gereksinimi de buradan neşet edecektir: Cemil Meriç’in kullandığı irfân anlamında kültür; bize ait olan, kendilik bilgimizi barındıran bir kod olarak anlaşılmaktadır. Öyle ki “biz” zamirini edilgen bir ehlileştirmenin kurbânı kılmayan ve bize ait bütünü ayırmayıp birleştiren, dînî ve dünyevî ikiliğine sapmayan ve kemâle açılan bir kapı olarak irfân (Meriç,1986), medenî tecrübelerin dayandığı bir gelenek ile süreğenleşmiştir. Bu çerçevede bir yaşama biçimi olarak ele alınacak kültürün irfânî esâsına eğildiğimizde hayâtî bir öze inme ihtiyâcı hissederiz. Öz, maddenin mâ’nâya bağımlı olmasından anladığımız gibi her biçimin gerektirdiği esâs demektir ki yaşama biçimini teşkil eden bir aslın arayışını da zorunlu kılar. Kültürün hayâtî özünü tahkik etme olanağını ise bireyler ve toplumlar için geniş anlamda bir nefs kavrayışı ve onun kendine ait hâllerinin yansımasını sunmaktadır. Bir yansımadan ibâret olan kültürel varoluş, toplumun özünde ne olduğuyla doğrudan alâkalıdır. “Muhakkak ki Allâh, bir toplumun yaşam biçimini (konumunu), onlar kendi nefslerini değiştirmedikçe, değiştirmez!” (Ra’d;11) âyetinden edinilebilecek bir hâsıla da bunu teyit etmektedir.
İrfânı esâsı itibariyle bilmek olarak tanımlıyoruz. “Ârif, maruf, tarif, bütün aile efradıyla bize girmiş olan irfan” (Meriç,1997:305) bir bilme süreci, biliş tarzıdır. Fakat ilmî veriden ayrı olarak nesnel ve ötede yer alana ait bilgiyi değil, insanın derûnunda olanı bilmesi (gnos) demektir. Gnosis kavramının İslâm’daki karşılığının mârifet olduğunu yazan Kuşçu; bunu bir uyanış ve kişinin varoluşunun kaynağı olarak Allâh’ı bilmesi olduğunu belirtir. “Kendini bilen Rabbini bilir.” ifâdesinde de insanın kendisi hakkındaki bilgisinin mükemmelliğin başlangıcı, Allâh hakkındaki bilgi ise son noktasıdır. (Kuşçu,2010:164-165) Burada irfânla Varlık arasındaki ilişki, olmaklığa dâir bir kapı aralamaktadır. Bir şeyin olmaklığı, o şeyin Varlık tarafından bilinmesi/nitelenmesidir ki tüm kâinat, Vacib’ül Vücud’un kendini bilmesi (mârifet), kendi Varlığına ait sonsuzlukta tüm mevcûdâtı kuvveden bilfiil hâle geçirmesidir. “Bir’in bilgisi total ve birlik halindeki bir bilgi olduğundan düşünceden ziyâde varlığı gerektirir.” diyen Schuon’un gösterdiği gibi irfâna, kalbin derinliğinde mevcût olarak düşünceden öte olmaklıkla iştigal eden ârif, hâkim ve –kelimenin gerçek anlamıyla, hikmetle bağlantılı anlamıyla- filozoflar ulaşabilir. (Schuon,1997:73-75)
İrfân kültürle eşkoşulduğunda tasavvufî mâ’nâda bilinçlilikten çok toplumsal şuuraltı ile tavsif edilebilir ve bu sâyede kültüre ilişkin bir izahat edinilebilir. Toplumsal bağlamıyla kültürlerin kendine has oluşları, cem hâlindeki insanları bir arada tutan kuvvete dâir bir sezgi sunar. Ki bu sezgi doğrudan algılanan ve bu algıya göre biçimlendirilip yönlendirilebilen bir his değildir. Daha çok, maddî dünyadaki söylem, eylem, davranış ve algılayışları bütünlemesi ile toplumsal yaşamı biçimlendiren değerler ve normların motivasyon kaynağına işâret eden bir asabiyedir. Onunla ortaya çıkan ağın kapsayıcılığı da bir şuuraltı hamlesi şeklinde olacaktır. Özneye ait bilmek (mârifet) pratiğinin toplumsal nefsin kendisine teveccühü söz konusu olduğundan bu yöneliş, öznenin ne olduğuyla ilişkili motivasyonları var edecektir. Çünkü irfân, olmayı gerektirir ve oluş, bilenin (ârif) bildiğini açığa çıkarmasından ibârettir.
Burada şuuraltı olarak anılan nefsin kaynağına dönülmesi, kendini ilmen bilmekle değil de irfân ile bilmekle ilişkili olduğu anlatılmaktadır. Sözü edilen kaynağın bilinçte değil de bilincin derinlerinde, özsel temelde kök salmış olması da onun bir zihniyete dönüşmüşlüğündendir. İrfân insana ait bir kavram olarak tüm varoluşu değerlendirmede “insânî bir bakışı” zorunlu kılar ki zihniyetten kasıt budur. Bu insânî bakış ve zihniyet, kudsî hadiste insanın yaratılmasını, Allâh’ın bilinme irâdesine bağlayan ifâdeyle örtüşmektedir. Aynı şekilde insanın sadece kulluk için yaratılmış olması da (Zâriyat,56) onun sahip olması gereken zihniyetini bütünlemektedir. Sosyo-ekonomik yapı, karakter yapısı ve dinsel yapının birbirlerine ayrılamayacak derecede bağlı olduğunu yazan Erich Fromm, bu unsurlardan teşkil bir haritanın bireye nerede, nasıl davranması gerektiğini gösterdiğini belirtir. Aksi takdirde, dünyaya ilişkin yapısal ve anlamsal bir tasarım olmadığı zaman insan nerede olduğunu bilemeyecek, şaşırıp doğru davranma olanağını yitirecektir. “Tutunacak bir yeri olmayan insan, her an binlercesi ile karşı karşıya olduğu etkileri ve izlenimleri bir düzene sokamaz ve davranışlarını neye göre ve nasıl ayarlayacağını, karşılaştığı olaylara nasıl tepki göstereceğini bilemez.” (Fromm,1982:209-213) Zihniyet üstüne çalışan Ülgener de İslâm’ın kitâbî/şer’î tarafı ile bir ön etap sayılabilecekse de akâit, kelâm, mezhep bilgilerinin insanımızın günlük tavır ve davranış normlarında bir izi olmadığını ama Anadolu’daki kütlenin dünya görüşünü Ortodoks kurallardan çok tasavvuf ve tarikat adâbının taşıdığına değinir. (Ülgener,2006:9) Toplum üzerinde dînî telkin ve dogmatik kalıpların tesiri belirli bir şema sağlıyorsa da bir toplumun zihninin inşâsında en derin etki; günlük hayatı karşılayacak âyet, kıssa, imaj ve sembol gibi bilincin derinlerinde yer edinen mutlak mesajlardır. Bu noktada kültürü ortaya çıkaran zihniyetin en belirgin yansımasının sanatsal imge ve irtibatlar olduğu belirtilmelidir. Bu imgeler, salt sanatkârca bir dışavurum olmak açısından değil; sanatsal ürünü alımlayan toplumda “hatırlatıcı” bir içselleştirme olanağı taşıması bakımından da “yansıtıcı”dırlar. Bu durum, Gilbert Durand’ın sembolik imgelemin psikososyal tezâhürlerine değinisinde belirttiği gibi, sanat, ahlâk, dîn ve dünya görüşünün aynı düşsel kalıbın içinde yer alması ile alâkalıdır. (Durand,1998:72)
Onun düşsel kalıp olarak tesmiye ettiği zihniyetin keşfedilmesine imkân veren irfân, bize kültürün “kendilik” ile ilgisini bu sâyede verir. Nihâyetinde irfânı edinen nefs, ne olduğunu keşfetmek suretiyle biricikliğinin, özgünlüğünün de farkına varmış demektir. Zirâ her kültür, toplumların nefslerindeki çeşitliliğe paralel olarak (zaman-mekân/târih-coğrafya bağlamında) yaşam alanını, kendine mahsus bir çerçeve içine alır. Aynı İslâm geleneğine bağlı olarak inkişaf eden çok farklı kültürel yapılanmalar da bunun örneğidir.
Kendini Tanımaktan Kendini İnkâra
Öyleyse toplumun, irfanî bir süreç içinde edindiklerini araştırması ve kendine dâir niteliklerini hayata geçirmesi, bir zihniyet yapısını ihyâ eder denilebilecektir. Bu çerçevede kültür, hayatın planlı bir şekle sokulması, bilinçli bir düzene tevdî edilmesinden ziyâde, kendini tanıma ile fark edilirken anlamın kendiliğinden yaşam bulmasıdır. Bu ise öze bağlı bir biçimselliğin doğumuna karşılık gelir. Yani kendilik bilgisi sâyesinde olunan, inşâ ve ihyâ edilen zihnî yapının bir yansıması olarak kültür; yeme içme alışkanlıkları, tabiata bakış, eşyâya atfedilen değer gibi görünür tarzlarla birlikte ama bunlardan daha fazla olarak sanatsal imgeleme, mitoloji, ilmî tecessüs, güzelin seçimi gibi gayri ihtiyâri olarak beliren bir özgünlükle ilişkilidir. Özetle; nefse ait şuuraltında mevcût kendilik bilgisi, kültürü bir zihniyetin spontane yansıması olarak doğurur.
Şuuraltına temizliğin bilgisi sokulmamış bir varoluşun, pis bir yaşam süreceği açıktır. Bugün insan topluluklarını necis bir yaşama mahkûm eden zihniyet, insanın varoluşuna ilişkin olarak sahip olduğu özsel bakıştan yoksunken ve kendine ait bilgisi dünya ile mahdutken yaşamsal alanı da bu hâliyle yorumlamakta ve kültürü de bu perspektifin içine hapsetmektedir. Onlar için kültür, ilerleme kavramının aldatıcılığıyla donanmış, prologtaki gibi dört bir yanı kör duvarlarla örülü bir inşâatı yükseltmekten ibârettir. Buna uygun biçimde modern iktisâdi yapının ürünü olarak kitleleştirilen toplumlar, postmodern dönemin tüketim özneleri diye tanımlanmakta; kişinin ve toplumun öznelliği de bu süreçlerde edindiği rollerle sınırlandırılmaktadır. Herkes aynı dili konuşmakta ama kimse kimseyi duymamaktadır. Yüklenmiş roller, maskeler gerektirmektedir ki artık toplumlar kendi biricikliklerini görmek yerine, kendilerine kısa anlar için biricik oldukları hissini yaratacak ve kendini unutturacak bu yüzlere tâlip hâle gelmiş durumdadırlar.
Kültürün temelleri, târihî ve coğrafî şartların biçimlendirmesi altındaki bir toplumun kendine ait/kendilik bilgisinde yatmaktadır. Bu bilgi, insanın şeklen tabiata ait olmasına rağmen özünde tabiatı da kuşatıcı bir kemâlat ile yaratılmışlığından dolayı onun kendini tanıması için ihtiyâç duyduğu her şeyi kapsar. Yaşama biçimi, bu bilgiyi barındıran özünden dışına, yaşam alanına doğru yansır ve onu da içine alan dünya var eder. O hâlde kültürü, biçimsel yahut dünyevî bir üslûp olarak görmek yerine insanın varoluşunun temellerini izhar eden bir süreç olarak değerlendirmek lüzumu vardır. Buradan hareket edildiğinde kültürün sadece geçmişe ilişkin bir birikim olarak ele alınmasının da eksikliği tebârüz etmektedir. Onu geçmişin bir yeniden üretimi değil, Geleneğin süreğen doğası ile irtibatlandırmak gerekir. Gelenek kanalıyla aktarılacak olan hatıralar, imgeler, semboller ve bütün olarak sabitlenmiş bir muhayyel gerçekliktir kültür. Geleneğin ideal ama suretsiz belirlenimi, bizi bugünde hakikâte bağlayabilecek tek köprüdür. Bu bağı kurabilmek de kültürü bir medeniyet dâiresi içinde tanımlamakla mümkündür.
Kaynakça
Aslan, Hasan (2007); “Kültür Kavramının Tarihsel Gelişimi”,Folklor Edebiyat,S: 52,s.93-103
Durand,Gilbert (1998); Sembolik İmgelem,İnsan Yay.,Terc.:A.Meral,İst.
Fromm,Erich (1982); Sahip Olmak Ya da Olmak, Arıtan Yay.,Terc.:A.Arıtan,İst.
Güvenç, Bozkurt (1974); İnsan ve Kültür, Remzi Kitabevi, İst.
Meriç,Cemil (1986); Kültürden İrfana, İnsan Yay., İst
Meriç,Cemil (1997); Sosyoloji Notları ve Konferanslar; İletişim Yay.,4.Baskı,İst.
Kuşçu,Emir (2012);Gnostik Bilginin Varoluşçu Yorumu,Milel ve Nihal,c:7,S:1,s.163-185,İst.
Schuon,Frithjof (1997);Varlık, Bilgi ve Din,İnsan Yay.,Terc.:Ş.Yalçın,İst.
Ülgener,F.Sabri (2006);Zihniyet ve Din-İslâm, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlâkı,Derin Yay.,İst.
… E-kitap okumak için…
Maymunist imanla nereye kadar?
Evrim ve Big Bang gibi konular genellikle sağlıklı biçimde tartışılmaz. İdeoloji ve inançlar, felsefî tercihler bilim-SELLİK maskesiyle çıkar karşımıza. Özellikle evrim tartışmaları “filanca solucanın bölünmesi” veya falanca Amerikalı biyoloji uzmanının deneyleri etrafında döner ve bir türlü maskeler inmez. Madde ve o Madde’ye yüklenen Mânâ maskelenir… Oysa perde arkasında tartışılan başkadır. İnsan’a, Hayat’a dair temel kavramlardır. Sadece et ve kemikten mi ibaretiz? Yokluktan gelen ve ölümle yokluğa giden, çok zeki de olsa SADECE VE SADECE bir maymun türü müdür insan? BİLİM DIŞINDA bir insanlık yoksa Aşk yoksa, Sanat yoksa, Güzellik yoksa ve Adalet yoksa Hayat‘ın anlamı nedir? Aşık olmak hormonal bir abartıysa, iyilik enayilikse, neden birbirimizin gırtlağına sarılmıyoruz ekmeğini almak için? Neden bir çocuğa tecavüz edilmesi midemizi bulandırıyor ve neden fakir bir insana yardım etmek istiyoruz? Taj Mahal’in, Ayasofya’nın, Notre Dame de Paris’nin değeri bir arı kovanı veya termit yuvasına eşdeğer ise, Mesnevî boşuna yazıldı ise neden Hitler’i lanetliyoruz ve neden Filistin’de can veren bebeklere üzülüyoruz? Maymun olmanın (veya kendini öyle sanmanın) BİLİM DIŞINDA, psikolojik, siyasî, ahlâkî, hukukî öyle ağır sonuçları var ki… Evrim senaryosunu kabul etmenin etik ve siyasî neticeleri ve evrimciliğin etimolojik değeri … Derin Düşünce’nin yorumcuları tarafından konuşuldu. Biz de bu sebeple söz konusu iki tartışmayı 116 sayfalık bu kitapta topladık. Buradan indirebilirsiniz.
Hayatta en kötü mürşit ilim ve fen olmasın sakın? Eğer Atatürk bir kaç yıl daha yaşasaydı o meşhur sözünü geri alır mıydı acaba?… Ateşi keşfetmeden önceki insanlık ile bugünkü “uygarlığımızı” karşılaştırdığımızda hiç yol almadığımız söylenebilir. Bundan 200 bin yıl önce komşusunun yiyeceğini çalmak için başına taşla vuran neandertal insani ile 2003 yılında Irak in petrolünü çalmak için bir milyon ıraklı sivili öldüren (veya buna seyirci kalan) homo economicus ayni uygarlık seviyesinde. Aralarındaki tek fark kullandıkları silahların teknolojik üstünlüğü. Teknoloji ve bu teknolojinin uygulanmasını mümkün kılan bilimsel buluşlar sıradan insanlar kadar bilim adamlarının da gözlerini kamaştırdı. Bugün karşımıza kâh bilimci (scientist), kâh deneyci (ampirist) olarak çıkan ahlâkî-felsefî bir duruş var. Bu duruş eğitim sistemimize ve resmî ideolojimize öyle derinden işlemiş ki sorgulanması dahi çok sayıda insanı öfkelendirebiliyor, rejimin savunma mekanizmalarını harekete geçirebiliyor. Bilim ve teknolojinin insanlığa otomatik olarak barış getireceğinden şüphe etmek neredeyse bir suç. Buna cüret edenler gericilikle, bağnazlıkla suçlanabiliyor. Pozitivizm ve “modern” yaşam üzerine yazılmış makalelerimizin bir derlemesini 75 sayfalık bir kitap halinde sunuyoruz. PDF formatındaki bu kitabı buradan indirebilirsiniz.
Modern Bir Put: Bilim (Tartışma)
Bilimciler herşeyi parçaladıkları için mânâyı kaybediyorlar. Aşk’ı, Korku’yu, Sevinç’i hormonal “fenomenler” sanıyorlar. Hakikat’in tezahürü yok onlar için, sadece tezahür var. Sebebi? Eşya. Eşyanın sebebi? O da eşya(!) Biz buna “pozitivist iman” diyoruz. Çünkü pozitivistlerin bilimsellikle ilişkisi koptu. Bilimsellik değil bilimcilik peşindeler. Bilimi putlaştırdılar. Konuya eğilen yazarımız Mehmet Bahadır her zamanki nazik üslubuyla “kral çıplak” dedi… Dedi ve bir işaret fişeğini daha ateşledi. Sitede en çok yorum alan yazılardan biri oldu bu makale. Fakat sadece içeriği ve yorum sayısıyla değil, yapılan yorumların kalitesiyle de öne geçti bu çalışma. 100′den fazla yorum alan ve aylar süren ilginç bir tartışmaya vesile olan makaleyi altındaki yorumlarla beraber kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Buradan indirebilirsiniz.
8 Yorum
Yazan:@bhevran Tarih: Şub 24, 2013 | Reply
Kültürel Varoluşun Kaynağı Olarak İrfân: http://t.co/hmLKDgAFpR
Yazan:Güncel Haberler (@guncelhaberler) Tarih: Şub 24, 2013 | Reply
Kültürel Varoluşun Kaynağı Olarak İrfân: http://t.co/tQwMH405Nh
Yazan:@SALIHSULEYMAN Tarih: Şub 24, 2013 | Reply
RT @jamilabayraktar: Kültürel Varoluşun Kaynağı Olarak İrfân: http://t.co/UvRanNMQGG
Yazan:@gurkanalper Tarih: Şub 24, 2013 | Reply
DD’de Kültürel Varoluşun Kaynağı Olarak İrfân: http://t.co/mcJNUUnvbB
Yazan:@bilalcan1 Tarih: Şub 24, 2013 | Reply
RT @gurkanalper: DD’de Kültürel Varoluşun Kaynağı Olarak İrfân: http://t.co/mcJNUUnvbB
Yazan:@EkremSenai Tarih: Şub 25, 2013 | Reply
çok güzel tespitler: kültürel varoluşun kaynağı olarak irfan http://t.co/RlyOzaygve
Yazan:Mehmet S Demir Tarih: Şub 25, 2013 | Reply
Kültür, yazıda anlatıldığı gibi anlaşılmadığı için, kültür milliyetçiliği etnik milliyetçiliğe göre daha masum değildir.
Ve kültürün özü yazıda gayet güzel anlatıldığı şekilde kavranmış olsaydı milliyetçilik meselemiz çoktan çözülürdü, hatta hiç böyle bir sorunumuz olmazdı bile.
Yazan:@jsolpartre Tarih: Şub 26, 2013 | Reply
Kültürel Varoluşun Kaynağı Olarak İrfân http://t.co/hMAgId4f23 @gurkanalper