Evsiz, Mahallesiz, Şehirsiz
By Arif Selim Aydın on Mar 23, 2013 in İslam, Kitap Sohbeti, Kültür, mimari, Sanat
Walter Benjamin “Pasajlar” adlı çalışmasında kitlelerin sanat yapıtlarını alımlama biçimlerinden bahsederken mimarinin özel bir yeri olduğu söyler. Her sanat belli bir çağ ve medeniyetin ürünü olarak hayat bulur ve sonra yitip gider; ya da etkisi azalmış olarak sürdürülür. Örneğin tragedya Yunanlılarla birlikte doğmuş ve onlarla birlikte yok olmuştur. Bugün için sadece “kuralları” aracılığıyla canlandırılmaya çalışılmaktadır; bu haliyle de içinde doğduğu dönemin ve toplumun ruhsal ve metafizik bağlamından kopartılmış sayılmalıdır. Zira her sanat, kendi çağının feryadı ve aynası olarak bir biçim kazanır; muayyen bir zamanın ve mekânın koordinatlarında yaşayan insanların tüm akıldışı ve aşkın deneyimleriyle sıkı sıkıya bağlıdır. (Bu anlamda sinema için de 20. yüzyıl insanlığının kendine mahsus özel ve yeni sanatsal ifadesidir diyebiliriz.)
Mimari yapılar ise insanlığın ilk zamanlarından günümüze kadar devam ede gelmişlerdir. Çünkü insanların konut gereksinimi süreklidir. Benjamin mimari yapıların alımlanmasının diğer sanatlardan farklı olarak hem görsel hem de dokunsal yoldan gerçekleştiğini söyler. Bir turist gibi mimari bir eserin karşısına geçilerek sadece görsel anlamda yoğunlaşmak, onun hakkıyla anlaşılması için yeterli değildir. O yapı, içinde yaşanılan, yani dokunsal yoldan da algılanması aracılığıyla kıymetini bulacak bir sanat eseridir. Bir ressamın çizdiği resmin, muhayyilesinin yansıması olarak sadece seyirlik/sergilik bir işlevi vardır; bir bestekârın müzik eserinin de sadece dinlenildiği sırada hazzına erişilir ve sonra orada bırakılır. Oysa bir mimarın inşa ettiği yapı ise bize yaşayacağımız bir çerçeve sunduğu için onu her an duyumsarız; o sadece seyirlik bir eser değil, kullandığımız bir şeydir aynı zamanda.
Mimarinin bu kendine has yönü, hiçbir sanat dalında olmadığı kadar farklı toplumlarda çok zengin bir çeşitliliğin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Buradan yola çıkarak “madem her medeniyetin ve çağın ayrı bir mimari anlayışı var, peki bir İslam toplumunda mimari nasıl olmalıdır?” sorusunu sormamız mümkün. Biz bu sorunun cevabını değeri çok geç anlaşılan merhum Turgut Cansever’de buluyoruz.
Mimariyi insanın çevresini biçimlendirme çabasının ürünü olarak gören Cansever, yapıların hayat düzenimizin çerçevesini oluştururken, hayat tarzımızı da şekillendirdiğini yazıyor, “İslam’da Şehir ve Mimari” kitabında. Tabiat çevremiz nasıl ki psikolojimizi etkiliyorsa kendi ellerimizde oluşturduğumuz yapay çevremiz yani mimari de ruh halimizi etkiliyor kaçılmaz olarak; etkilemekten de öte, sürekliliğine bağlı olarak kişiliğimizi şekillendirdiğini bile söyleyebiliriz.
“İnsan çevresini biçimlendirirken ya psişik hayat güçlerinin etkisi altındadır yahut doğrudan doğruya onlar tarafından yönlendirilmektedir. İnançları, varlık ve kendisi hakkındaki telakkisi, değerler hiyerarşisi, psişik hayata ait davranış ve tavırları fikri-ruhi varlık düzeyleri, aile hayatının özelliklerini ve aile fertleri arasındaki ilişkileri etkiler; onlara şekil verir. ( s 19)” diyen yazar kişinin inanç sisteminin mimarideki belirleyiciliğine dikkat çektikten sonra, Müslüman’a ait bir mimarinin ancak tevhid kavramı üzerinde geliştirilebileceğini ifade ediyor.
Dünyayı güzelleştirme çabasının, varlığı birlik halinde kavrayan tevhit odaklı ilerlemesi Müslüman için vazgeçilmez önemde. Evleri, mahalleleri ve şehirleri İslam’ın varlık telakkisini yansıtan ve Müslüman ahlakının her yönüyle hayat bulacağı bir çevre olarak tasarlanması gerektiğini söyleyen Cansever, insan fıtratına uygun mekânlar inşa etmemiz gerektiğini söylüyor. Bunun da ancak zahiri/fiziki dünya ile batıni/manevi dünya arasındaki birlik anlamında tevhidi esas alarak imar edeceğimiz çevre ile mümkün olabileceğini vurguluyor her fırsatta.
Malumdur ki, zahir ve batın çift yönlü diyalektik bir etkileşim içindedir. Dış alem iç alemi, iç alem dış alemi sürekli bir biçimde etkiler. İnsanın çevresi ruhuna işler, ruhu da çevresini inşa eder. Büyük binalar kurma yarışının nefsimizin tekebbürü ile ilişkisiz olduğunu kim söyleyebilir; aynı şekilde yine o kocaman binaların içimize kasvet verdiğini, bizi küçülttüğü ve ezdiğini kim inkâr edebilir. En nihayetinde insanın varoluş gayesini gerçekleştirmesinde, manevi olgunlaşmasında ve bu dünyayı tanzim etme, düzenleme ve şekil verme çabasında en önemli meselelerimizden birisinin mimari olduğunu, şehir kurmak olduğu kesin bir şekilde kabul edilmelidir. Bununla beraber varlık telakkimizin yansıması olacak bu özlediğimiz tarzda İslam şehirlerinin mahallelerden teşekkül ettiğini; bize yani Müslüman’a uygun bir mahalle teşkilatı kurmanın da onu inançlarımız ve insan ruhu ile mütenasip bir tarzda imar etmekten geçtiğini görmek durumundayız. Lütfi Bergen’in ifadesiyle “mahalle medeniyetin cüz’üdür.” Medeniyet iddiası taşıyan herkesin ilk dert edinmesi gereken konuların başında Müslüman’ca yaşanabilecek bir çevre imar etmek gelmelidir kanımızca.
İçinde hayatın aktığı çerçeveyi sunması bakımından ev-mahalle-şehir düzenini/mimarisini Müslüman’ca ilkelere uygun, yeniden kurabilmiş olsaydık bugün aile, kadın erkek ilişkileri, kadının istihdamı, çocuk yetiştirme vs. gibi sorunlarımızın büyük ölçüde kendiliğinden çözülmüş olduğunu görecektik. Örneğin aile kurumunun; mimari tasarımı, iktisadi ve hukuki teşkilat yapısı ile yeniden ele alınması gereken bir mahalle bağlamına oturması sayesinde hayatiyetini sürdürebileceğini düşünüyoruz. Zira aile olunabilecek, yuva kurulabilecek evlerimiz yok artık. Kadın erkek ilişkileri ve aile üzerine tüm meseleleri hakkıyla tarif etmeyi başarabilsek dahi, akabinde çözüm niyetine öne sürülecek bütün fikirler gidip gidip “mekân” problemine tosluyor; daha doğrusu “mekânsızlık”.. “Mekânsızlık” problemi esas olarak çözülmesini arzu ettiğimiz sorunlarımızın başta gelen müsebbiplerinden biridir.
Ancak gidişata bakınca çok ümitli olamıyoruz. Çünkü maalesef şehirlerimiz gitgide batı medeniyetinin ürettiği kentlere benziyor. Mimarinin insanın duyguları, davranışları, kişiliği üzerindeki etkisi; dolayısıyla tüm toplumun genetik kodları, onu diğerlerinden ayıran hususiyetleri üzerindeki tayin edici rolü ciddiyetle ele alınmış olmadığından pervasızca, hesapsızca gökdelenler, rezidanslar inşa ediyoruz. Evlerimiz ve şehirlerimiz şahsiyetini yitirmiş haldedir. Bu ikisinin arasında mahalle zaten yok olmuştur; mahallenin, ikametgâh adresinin resmi kayıtlarda tarif edilmesini kolaylaştırmaktan öte bir anlamı yok artık. Yeni kentlerde ortalama bir vatandaş mahallesinin sınırlarının nerde başlayıp nerde bittiğini bile bilmez çoğunlukla. En küçük yerel yönetim birimi olarak mahallenin kaybı kendi kendini yönetme, yetiştirme ve eğitme imkânını da ortadan kaldırmış bulunuyor. Evlerimiz ise, tüm anlamlarından soyularak yalnızca barınma gereksinimini karşılayan yapılara dönüşmüştür.
Medeniyet tasavvurumuzda dindarlık aile/ev içinde tekmil yaşanabilir; ev de mahalle kültürü içinde kendi esas manasını bulur; mahallelerde ancak bu suretle bir İslam şehrini meydana getirebilirler. İçten dışa doğru genişleyerek birbirlerini kuşatan, koruyan ve bir cemaat dini olan İslam’ın kamil anlamda yaşanmasına imkan sağlayacak maddi ve manevi kurumlardır bunlar. Birey olmayı dayatan modern dünyaya inat Müslüman cemaat insanıdır.
*****
Cansever’in kitabında en çok eleştirdiği konulardan birisi de her düzeyde mimari planlamanın bir takım teknokrat ve bürokrat elinde merkezi kararlarla tayin edilmesidir. İnsanları dev apartman bloklarına tıkıştıran ve insanın kollektivite ile özel, bilinçli ilişkisini imkânsızlaştıran merkeziyetçi-teknokrat despotizmi sona ermelidir. (s 95) Bu eleştirisinde ne kadar haklı olduğunu bugün için çok iyi bilmekteyiz. Bu bürokratik sınıf sadece kâğıt üzerinde kar zarar hesabı yapmakla yetinmekte. Varlık idrakimizin ve İslami yaşam şeklimizin yanında, yerel ihtiyaçları ve mahalli çözümlemeleri de dikkate almadan rant maksatlı yapılan kulis faaliyetlerinin etkisi altında bire bilmem kaç nispette imar izinleri ile yüksek ve estetikten yoksun binalar dikiliyor. Gerçi şaşırmamak lazım; zira bu işten arsa sahibi, belediye, merkezi otorite ve ilgili kamu kuruluşu, konut sahibi olacak kişi memnun ayrılıyor. İş, insanın çevresini güzelleştirmek vazife ve mesuliyetini yerine getirememiş olmakla neticeleniyor. En çirkini de tüm bu yapılanlar büyük bir marifet gibi anlatılıyor. Oysa “Kentsel Dönüşüm” “Kente Dönüşümü” tahkim etmekten başka bir işe yaramıyor ne yazık ki. Kentsel dönüşüm sanki bu ülkeden bir ‘Turgut Cansever’ geçmemiş gibi uygulanıyor.
*****
Bize bu düşünceleri ilham eden; mimarinin sadece estetik bir mesele olmadığını, bir İslam şehrinin ve Müslüman mimarisinin mahiyeti ve onu nasıl inşa edilebileceğini çarpıcı ve derinlikli bir biçimde anlatan T. Cansever’in “İslam’da Şehir ve Mimari” kitabını; yanı sıra bir eve sahip olmanın ve onu kaybetmenin hakikatte ne anlama geldiğini anlamak için de Lütfi Bergen’in “Kozmosta Yerlilik-Evlerimizi Kaybediyoruz” kitabını hararetle tavsiye ediyoruz. Cansever, mimariyi insanın kainatta varoluş gayesinin sırrına yaslanarak idrak etmeye çalışıyor/çağırıyor; Bergen ise ev’imizi yitirmenin metafizik mahiyetini irdeliyor.
… E-Kitap okumak için…
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitap Aktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:Derin Düşünce (@DDGrubu) Tarih: Mar 23, 2013 | Reply
Evsiz, Mahallesiz, Şehirsiz: http://t.co/B2O1QswoCQ
Yazan:@FilizISIKER Tarih: Mar 23, 2013 | Reply
Evsiz, Mahallesiz, Şehirsiz: http://t.co/kFcJTK02nK