Her Şeye Rağmen Nevruz Umut Demek…
By Emre Paksoy on Nis 8, 2013 in Devlet Terörü, Kürtler, PKK, şiddet
Yaklaşık bir yıl öncesinde “Bir Nevruz’un Ardından Diyarbakır” başlıklı bir yazı yazmıştık. Bu yazıda o dönemde yaşanan eylemler ve süreç ile ilgili karamsar bir tablo vardı. Bir sene sonra Nevruz’u yaşadıktan sonra ikinci bir yazı aklımıza geldi. Ancak bu Nevruz o kadar tarihi bir öneme sahipti ki, ardında sıcağı sıcağına yazılacak bir yazı eksik ya da yanlış olabilirdi. O yüzden beklemek ve etkilerini görmek daha makul geldi.
Nevruz’un neden bu kadar tarihi öneme sahip olduğu malumunuz… Yeni bir çözüm süreci fiilen başladı. Öcalan terör örgütüne sınır dışına çekilmesini net bir şekilde söyledi. Ardından silah bırakmak için işaret çaktı: “Artık silahlı mücadele devrinin sonuna gelinmiştir.”
Nevruz’un hemen ardından siz de Diyarbakır sokaklarında dolaşsaydınız, herkesin yüzündeki gizli tebessümleri fark edebilirdiniz. Yıllardır süren ve son olarak 2012 yılında zirveye çıkan acıların ardından çözüm adına ortaya çıkan bir umut, PKK’ya sempati duysun ya da duymasın, herkes için çok önemliydi.
Herkesin hem fikir olduğu bir nokta var. Amiyane tabiriyle “cin şişeden artık çıktı.” Sokaktaki yaşlı bir amcanın bile idrak ettiği üzere, bu saatten sonra kim bu süreci bozarsa ateş topu onun kucağında patlar. Yani ne devletin, ne de örgütün artık geriye dönmesi mümkün değil.
Bu zamana kadar hem örgüt hem de devlet açısından yaşanan süreci arabayla yapılan bir yolculuğu benzetebiliriz. Bu araç şimdiye kadar 50 km hızla gidiyordu. Yapacağı bir kaza belki de çok fazla hasar olmadan atlatılabilirdi. Kaza sonrası aracın belki de kaldığı yerden yoluna devam etme ihtimali vardı. Ancak bu son süreçle birlikte bu aracın hızı 150 km’ye çıktı. Bu saatten sonra araç kaza yaparsa artık yoluna devam edemez. Artık yeni bir araca ihtiyaç duyulabilir. Benzer bir şekilde bu süreçte de, daha önce de bahsettiğimiz gibi, toplumun tüm kesiminde umutlar zirveye çıktı. Bu saatten sonra yaşanacak bir yol kazası her iki taraf için de onulmaz yaralar açabilir.
Aslında terörle mücadelede yaşadığımız tarihsel sürece baktığımızda buna benzer başka zamanlar da yaşanmıştı. Karayılan’ın da Hasan Cemal ile yaptığı röportaj da söylediği gibi terör örgütü bundan önce 9 defa ateşkes ilan etmiş ve sınır dışına çekildiği 1999 sürecini yaşamıştı.
Hadi bu ateşkeslerden bazılarını terör örgütü tarafından kış süreci ile alakalı olarak ortaya konan “taktiksel bir hamle” olduğunu düşünelim. Ancak 1999’da Öcalan’ın yakalanması ve ardından yaşanan terör örgütünün sınır dışına çekilmesi ile şu an yaşanan süreç bazı noktalar da benzerlik ve farklılıklar taşıyor.
Şöyle ki, 1999’da terör örgütü sınır dışına çekilmiş ve daha sonrasında terör örgütünün siyasal alan faaliyetlerini sürdürecek yeni yapılanma çabasına girişmişti. O dönem ortaya çıkan KADEK ve KONGRA-GEL gibi yapılanmalar, şimdi olduğu gibi hareketin boyut değiştirdiğini göstermek amacındaydı. Günümüzde de benzer bir şekilde terör örgütü sınır dışına çekilerek “mücadelesini” siyasal alanda sürdürme maksadıyla daha öncesinde kurulan HDK ve DTK gibi yapılanmaları gündeme getiriyor. Kısacası siyasal alan mücadelesinin ön plana çıkarılması bir ilk değil…
Her iki dönem arasında fark ise 1999’da terör örgütünün lideri yakalanmış ve terör örgütü üzerinde bir yenilmişlik duygusunun hâkim olmasıydı. Bu şartlar altında yeni bir pratik geliştirmeleri gerekiyordu. Bu dönemde geliştirilen bir pratik hem terör örgütünün asgarî şartlarda kazanım elde etmesi, hem de “yenilmemesi” anlamına gelirdi. Ancak devletin 1999 sürecini iyi okuyamaması, terör örgütünün küllerinden yeniden doğmasına ve 2002 yılı geldiğinde tekrar toparlanmasına neden oldu. O zamandan itibaren de çatışma artarak devam etti. Öyle ki, 2012 yılı geldiğinde rakamlar 90’lı yıllar ile yarışacak düzeydeydi.
Şimdi ise Öcalan mahkûm olmasına rağmen böyle bir açıklama yaptı. Yapılan açıklama da terör örgütünün bahsettiği ve “başarılı” bulduğu (rakamlar ve yaşananlar başarı olmadığını gösteriyor) 4. Stratejik Hamle’nin hemen arkasından gelmesi ile terör örgütü tarafından kazanılmış bir zafer olarak addedildi. Kısacası terör örgütü 1999 süreci sonrasındaki gibi bir psikolojiye sahip değil. Bu nedenle –Allah korusun- sürecin akamete uğraması durumunda yine büyük bir çatışma ortamı ile karşı karşıya kalabiliriz. Öcalan’ın “İmralı mektubunda” söylediği barış olmazsa “elli bin kişi ile savaşılacağı” ifadesi bu anlama geliyor. Terör örgütü cephesine baktığımız zaman da şu an itibariyle sanki hiç çekilme olmayacakmış gibi tüm eylemsel hareketlilik devam etmekte. Ki terör örgütünün ve eylemlerinin kronolojisine baktığımız zaman ortaya çıkan grafik her ateşkes ya da barış sürecinden sonra çatışmanın bir öncesine göre artarak devam ettiğini gösteriyor.
Aslında bu durum şu an barış ve umut “pompalayan” merkez medya tarafından gözden kaçırılmaması gerekir. Araba örneğinde dediğimiz gibi ne kadar hızlanırsak tehlike o kadar artar.
Ayrıca, yeni süreçte oluşan atmosfer ile birlikte şu an müzakere edilen cenahın bir terör örgütü olduğu bazı dönemler unutuluyor. Terör örgütü demek gücünü elinde taşıdığı silahtan, patlattığı bombadan alan bir yapı demek. Bu nedenle silah bırakma ve çekilme konusunda neden bu kadar direnildiği daha iyi anlaşılabilir. İşte silah bırakma ve çekilme amacıyla “yasal dayanak” istenmesi de bundan kaynaklanıyor. Yasal dayanağın meydana getirilmesi sadece çekilmenin yasal dayanağı değil, aynı zamanda silahlı terör örgütünün de devlet nezdinde meşruiyeti manasına geliyor.
Terör örgütünü silahlı bir örgüt olduğu, yasal dayanak iddiasıyla silah bırakma ve süreci akamete uğratma konusunda ayak sürümesinin başka ipuçları da var. Mesela Karayılan, yine Hasan Cemal ile yaptığı röportajda, orta komuta kademesinde bulunan terör örgütü mensuplarının süreç ile ilgili tereddütleri olduğunu ve ikna edilmesi gerektiğini ifade ediyor. Bu şekilde ileriki süreçte yaşanabilecek provakatif bir eylem için şimdiden zemin hazırlama ve hedef gösterme anlamına gelmekte bu ifadeler.
Ama aynı zamanda Karayılan’ın bu tespitleri bazı gerçekleri de içeriyor. Şu an itibariyle terör örgütünün üst kademesi çözüm sürecine inanmışken, denildiği gibi, orta kademe ya da farklı alanlarda faaliyet gösteren örgüt mensuplarının süreç hakkında çekinceleri olabilir. Bunun neticesinde de önümüzdeki süreçte PKK’dan kopan daha küçük ama daha vahşi terör örgüt(çük)leri ile karşılaşabiliriz. Ki bunun dünyada da örnekleri mevcut. Mesela, “PKK: Çözüm İçin Bir Adım… Belki De Son Adım…” yazıda belirttiğimiz Real IRA örneğini hatırlayınız. Ayrıca PKK’nın bugüne kadar toplumun tüm kesimleri tarafından tepki toplayan Ulus Çarşısı, Kumrular, Güngören eylemlerini de unutmayınız. Bu eylemleri, sanki kendisinden ayrı bir yapı olan, TAK tarafından üstlenmesi de böyle bir durumda tecrübe sıkıntısı yaşamayacağını gösteriyor.
Öcalan’ın oynadığı rol konusuna gelirsek… Daha öncesinde Öcalan’ın bu süreçte başarılı olması durumunda kendisinin artık toplumun tüm kesimleri tarafından kabul edilmesi gereken bir siyasi aktör olacağını söylemiştik. Şimdiye kadar bu noktada başarılı bir şekilde ilerlediğini kabul etmeliyiz.
“Neden böyle bir role soyundu?” sorusu ise muamma. Başbakan’ın söylediği gibi kendisine verilen bir televizyon ya da birkaç “masum” ikramlar karşılığında bu işe girmesi akla mantıklı gelmiyor. Ama Öcalan’ın uç noktada narsist bir yapıya sahip olduğunu düşünürsek böyle bir ihtimal de göz ardı edilemez. Çünkü bahsettiğimiz insan artık 65 yaşında ve bir değişiklik olmazsa hapiste ölecek. Bir ihtimal geri kalan yaşamını dışarıda geçirmek ya da tarihte bir yer edinmek, belki de gelecekte unutulmamak adına böyle bir girişimde bulunmuş olabilir. Nevruz’daki mektubunda kullandığı “İçimde doğduğum yerden ettiğim isyan…” ifadesi bile kendisini nasıl bu hareketin merkezine oturttuğunun bir göstergesi. Doğum gününde gönderdiği mesajda 65 yaşına girdiğini vurgulaması da buna bir örnek teşkil edebilir. Kitaplarında da buna benzer birçok örnek bulabilirsiniz.
Bir diğer ihtimal ise bölgenin konjonktürel değişiklikleri. Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi ile artık PKK’nın terör örgütü olarak varlığını sürdürmesinin zor olduğunu anlamış olabilir. Yine Nevruz’daki mektubunda buna değiniyor: “Zamanın ruhunu okuyamayanlar tarihin çöp sepetine giderler…”
Bu konuyla ilgili de Öcalan ile yapılan görüşmelerde kendisine bölgesel gelişmeler ve Türkiye’nin oynayacağı rol konusunda yeni bir vizyon çizilmiş olabileceğini düşünebiliriz. Barzani ile Irak Yönetimi arasında bağların kopmasını ve son süreçte Türkiye ile Barzani’nin yakınlaşmasını da göz önüne alalım. Bu vizyon Kuzey Irak ve hatta Rojava’yı (Suriye Kürtleri’nin yaşadığı bölgeler) da içine alan eyalet sisteminde yönetilen bir Türkiye bile olabilir. Başbakan’ın Nevruz’un hemen ardından eyalet sistemi konusunda yaptığı açıklama da, Osmanlı’ya referans verilmesi de bu pencereden okunabilir. Öcalan da, “zamanın ruhunu okumayı ve tarihin çöp sepetine gitmemeyi” tarihin sayfalarında da kendisine bir yer bulmayı hedefliyor olabilir.
Tarihin ne getireceğini bilemeyiz… Ancak değişimin bu kadar hızlı yaşandığı bir coğrafyada bu bahsedilenlerin gerçekleşmeyeceğini de tabi ki tamamen reddedemeyiz. Gerçekleşse de gerçekleşmese de tüm bunların iyi mi kötü mü olacağı yine uzun yıllar sonra tarih ve siyaset kitaplarında yer alacak…
Neticede, Diyarbakır’dan bu sefer sadece Nevruz’a ve Nevruz’un getirdiklerine değil, aynı zamanda bir “çözüm sürecine” bakıyoruz. Nevruz’un ruhunda olduğu gibi her yerde ve herkeste bir umut var. Ve bu umut sadece bu toprakları değil, Türkiye’nin her yerini kaplamış durumda.
Ama her zaman olduğu gibi bu coğrafyada tarihin seyrini belirleyen bir ya da iki değil birçok denklem var. Bu denklemler her türlü ihtimali de her daim içeriyor.
Ancak şu gerçek değişmiyor: şu an bir tarihin yazıldığına şahit oluyoruz…
… Bu konuda okumak için…
Asimilasyon ile Şiddet Kıskacında Ulusalcı Kürtler (Kitap + Tartışma)
Etnik kökenimiz benliğimizin bir parçası, rengarenk insanlığımızın gerçek bir rengi. Ancak bu renk üzerinden yapılan bir baskı, bu renk “yüzünden” çekilen büyük bir acı sonucu diğer bütün renkler silinebiliyor. Bir başka deyişleIZDIRAPLAR ÜZERİNE YAPAY BİR KİMLİK İNŞA EDİLİYOR. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu belki de. Sadece Türk ya da sadece Kürt olmaya mahkûm edilen insanlar giderek insanlıklarını perdeliyorlar. Böylesi halklar ırkçılığa, her türlü şiddet çağrısına kucak açıyorlar. Zira duydukları kin ve nefret onları bıçak gibi bilerken bir yandan da tektipleşiyor, şeyleşiyor. Kürt aydınları kadar Türk aydınlarına da büyük iş düşüyor. İnsan olmadan “Türk” ya da “Kürt” olmanın imkânsızlığını halklarına anlatmak. Okuyacağınız bu kitap aydınların dikkatini tam da bu noktaya çekmek için hazırlandı: Asimilasyon ile şiddet kıskacı içindeki Kürt halkına… Buradan indirebilirsiniz.
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız.“Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
1 Yorum
Yazan:Derin Düşünce (@DDGrubu) Tarih: Nis 8, 2013 | Reply
Her Şeye Rağmen Nevruz Umut Demek…: http://t.co/rXYkKYLTEM