Her zaman haklı çıkma sanatı / Arthur Schopenauer
By my on Nis 10, 2013 in Akıl, Kitap Sohbeti, Lisan, Toplum
Ölmek aklı kullanmaktan kolaydır
“… En çok kabul gören önyargılar, halk üzerinde baskı kurmak için en kullanışlı olanlardır. Aristoteles’in dediği gibi α μεν πολλοις δοκει ταντα γε ειναι φαμεν[1], yani çoğunluk tarafından desteklenen fikirler gerçek gibi görünür. İnsanlar koçun peşinden giden koyunlara benzerler. Onların gözünde ölmek aklı kullanmaktan daha kolaydır. “Kamuoyu” dediğimiz fikir aslında 2-3 kişinin fikridir. Bunu fark etmek için genelleşen fikirlerin nasıl oluştuğuna bakmanız yetmez mi? Bir kaç kişi bir fikir etrafında toplanır, yeterince destekler ve argüman sunar. Sonra bu 2-3 kişiye güvenen, onların zaten herşeyi yeterince bildiklerini ve emek verdiklerini düşünen bir kaç destekçi ilk gruba eklenir. Ortaya atılan tezi ciddi biçimde test etmeye üşenen bir çokları da bunların peşinden gider. Çünkü üşengeç insanlar için başkasını taklid etmek araştırmaktan daha kolaydır.
Geri kalan insanlar ise isyankâr, ukala veya sıradışı görünmekten korktukları için herkes gibi yapıp, sürüye uyarlar. Bu aşamadan sonra sürüye katılmak bir ödev olmuştur. Kendi fikrini üretecek zekâya sahip insanlar bile korkup susmayı tercih ederler artık. Bundan sonra konuşanlar düşünme kabiliyeti olmayanlardır. Sadece duyduklarını papağan gibi tekrar ederler ama kemikleşen önyargıları fanatik biçimde savunurlar.Farklı düşünebilen insanlarda nefret ettikleri şey aykırı fikirleri değildir. Çoğunluğun aksine akıllarını kullanmaya cüret etmiş olmalarıdır. Zira koyun gibi davranan çoğunluk çaktırmasa bile kendi suçunun yani tembelliğinin farkındadır. Araştırıp öğrenen, çalışıp fikir üretenlerin fikirleri değil çalişkanlığıdır ötekileri sinir eden. Özetlemek gerekirse çok az insan düşünmeyi becerebilir ama herkes fikir sahibi olmak ister. Tembeller için kopya çekmekten başka yol var mı? …”
Yukarıdaki satırlar bu hafta bahsetmek istediğim kitaptan. Eserin ismi “Her zaman haklı çıkma sanatı”, müellifi karamsarlığıyla ünlü Alman filozof Arthur Schopenauer. Oldukça ince bir kitap bu aslında. 1864’te, ölümünden dört yıl sonra notlarından derlenerek oluşturulmuş. İslâm kültüründe çok da makbul olmayan cidal tekniğini konu alıyor. Lisanı bir silah olarak kullanmak, yani Hakikat’i aramak değil söz oyunları, aldatmaca vs ile rakibini alt etme… bu bir sanat değil tabi ki, başlıkta “teknik” deseydi daha isabetli olurdu. Fakat yukarıdaki alıntıdan da görülebileceği gibi kitapta insan nefsine ve cemiyet yaşamına dair isabetli tesbitler var.
Kitabın yazılmasını mümkün kılan koşullar
Arthur Schopenauer düş kırıklığı ve karamsarlığıyla ünlenmiş bir filozof. Ne yazık ki bu ün onun bilim, mantık, akıl üzerine yaptığı kıymetli çalışmaları gölgede bırakmış. Bunun sebebi asrının ideolojisi olan akılcılığı reddedişi. “Akılcı açıklamaları reddediyor” deiye nihilist yaftasını vuruvermişler. Zira bizimki özellikle Kant gibi matematiksel düşünen insan modelinden uzak durmuş, Aristoteles, Sokrates, Eflatun gibi Antik düşünceyle logos-dialektik-retorik üzerinden köprüler kurmaya çalışmış. Bütün bu arayışlar müellifin icad değil keşif peşinde olduğu hissini uyandırıyor insanda.
Evet… Schopenauer karamsar bir adam. Fakat bu karamsarlık biz sıradan insanları zaman zaman saran geçici umutsuzluk halleri gibi değil, adeta kişiliğinin bir parçası. Zira aşksız bir evliliğin çocuğu küçük Arthur . Benliğini inşa etmek için ihtiyaç duyduğu sevgiyi ve şefkâti bulamıyor evde. (Bkz. Marilyn Monroe) Bilgiye, yabancı dillere ve düşünceye tutunuyor. Kitaplar, kültürlü insanlar ve seyahatler ile dolu hayatı. Fakat Avrupa’da yaptığı seyahatlerde “ötekilerin” ızdıraplarına tanık olup üzülüyor ama bunları anlamlandırmakta zorluk çekiyor: Kürek mahkumları, idamlar… Paranın ve teknolojinin giderek gelenekleri, maneviyatı, sanat mirasını silip attığı bir Avrupa bu. Bilimsel icadlar, coğrafî keşifler, Endüstri devrimi, ulus-devletlerin doğuşu; Avrupalıların kaba kuvvetle Afrika’yı, Asya’yı, Güney Amerika’yı köleleştirmesi… Beyaz ırkın üstünlüğüne(!) iman eden bir yarı-aydın sınıfı içinde evriliyor genç Arthur. Bu yeni dünyada “medeniyet” kelimesi artık ötekilerle bir arada yaşamak değil kendine benzemeyeni yok etme anlamına geliyor! İki dünya savaşı yapacak olan bir Batı medeniyeti(!) doğum sancıları çekmekte. İşte “bizim” Arthur bu medeniyetsiz medeniyetin kayıp çocuklarından. Derin Düşünce sitesinde daha önce de bahsettiğimiz edebiyatçı Thomas Mann, psikanalist Sigmund Freud, filozof Friedrich Nietzsche, mimar Adolf Loos, ressam Edward Hopper, yazar Robert Musil ve filozof Auguste Comte ile aynı fikrî atmosferi soluyor.
Avrupa’nın hemen her yerinde aynı manzara: İngiliz iş adamları ve bankacıları siyasî otoriteyi ve kiliseyi tahakküm altına almış. Yetimhanelerden toplanan çocuklar Manchester’daki dokuma fabrikalarına satılıyor. Para öyle büyük bir yer tutuyor ki hayatlarında, anne-babalar bile çocuklarını kiralıyor. İtalya’da ve Polonya’da zam isteyen maden işçilerine polis kurşun yağdırıyor. Kısacası tam bir medeniyet(!). Karl Marx’ın dediği gibi:
“… Tarımsal bölgelerde olduğu gibi fabrika bölgelerinde de, hem erkek ve hem de kadın yetişkin işçiler arasındaki afyon tüketimi, her gün biraz daha artmaktadır. Uyuşturucu madde satışını hızlandırmak … bazı girişken toptancı tüccarların başlıca amacıdır. Eczacılar bunu, sürümü en fazla madde saymaktadırlar. Uyuşturucu madde alan çocuklar, ihtiyar adamlar gibi kavrulmakta ya da küçük maymunlar gibi kartlaşmaktadırlar. […] Dantela yapımı ile uğraşan halk arasında, krallığın diğer yerlerinde ve hatta uygar dünyada görülmemiş bir sefalet ve ıstırap vardır. … Dokuz-on yaşındaki çocuklar, sabahın ikisinde, üçünde ya da dördünde çul yataklarından zorla kaldırılmakta, bir dilim ekmek için gece saat ona, onbire, onikiye kadar çalıştırılmaktadır. Elleri ayakları yorgunluktan bitkin, vücutları kavruk, yüzleri kireç gibi, insanlıkları taş gibi bir uyuşukluğa dönüşmüş; düşünmek bile insana dehşet veriyor. […] Virginia ile Carolina’lı pamuk yetiştiricilerini yeriyoruz. Oysa, onların zenci pazarlarından, kamçılarından, insan eti bezirganlığından, kapitalistlerin kâr ve kazançları uğruna tüller ve yataklık danteller örmek için sürdürülen insanlığın bu yavaş yavaş kırımı daha mı az lanetliktir? …” ( Kapital’in Ici cildinden alıntı, daha fazla detay için Bkz. Derin MAЯҖ adlı e-kitap)
Schopenauer işte böyle bir ortamda inşa ediyor kendi fikriyatını. Gerek fikir dünyasında (=Batı Avrupa) gerekse kendi özel hayatında sürekli tatminsizlik ve mânâsızlık var. (Bkz. Mânâsız Maneviyat) Babasının intiharı, annesiyle ve diğer aile fertleriyle sürekli bozuk ilişkiler, yalnızlık ve depresyon… Batı felsefesinin köşe taşlarından biri olan Arzu ve Temsil Olarak Dünya Schopenauer tarafından yazıldıysa elbette bu bir rastlantı değil. İnsan nefsinin dünyevî kazançlarla asla tatmin olmayacağını mükemmel biçimde anlatan bu kitap loş arka sokaklarımıza, karanlık dehlizlerimize tutulmuş bir projektör. Neden yedikçe acıkıyoruz? Hâlâ pençesinde yaşadığımız kapitalizmi mümkün kılan koşulları yani İnsan nefsinin dünya ile doy-A-maz olma sebeplerini çok güzel anlatıyor bu eser. (Yedikçe acıkma meselesi için bkz. Liberalizmin Kara Kitabı isimli e-kitap, marjinal fayda bahsi)
Aklı kullanmak ya da mücadele etmek?
Kitabın temel kavramlarına bakacak olursak… Cidal ve tekniklerinden de bahsedelim biraz. Eserde en çok dikkat çeken kısımlardan biri akıl ile cidal arasında farka dikkat çeken satırlar. Schopenauer haklı olarak okurun dikkatini logos (λογος ) ve dialektik (διαλεγεσϑαι) üzerine çekiyor. Logosun sahası Schopenauer’a göre a priori iken dialektikin sahası a posteriori. Logos kendinden önce varolan Hakikat’i keşfetmeye yönelik. Oysa dialektik mücadele etmeye yönelik, cidal odaklı. Dialektik özünde “ötekini” yenmek için bir silah. Yine Schopenauer’a göre dialektik özünde ikilik, çokluk ve çatışma barındırıyor: Meselâ conversation, contradiction, contreverse gibi kavramlarla kan bağı var. Yani mülakat, münakaşa, zıtlaşma… Zira dialektik çaba bireysel çıkarların uyuşmadığı bir anda “ötekini” ikna etmek yerine yenmeyi, susturmayı hedefliyor. Schopenauer’ın satırlarında da, daha “teknik” bölümlerde bunun uygulaması var: Rakibini sinirlendirmek, gülünç duruma düşürmek gibi taktikler tavsiye edilmiş. Yani tribünlere oynamak, seyirciyi kendi yanına çekmek de “ötekini” susturmanın bir yolu.
Elbette akıl sahipleri için çok makbul bir seçenek değil bu. Meselâ bir savaşı durdurmak ya da bir ülkede adaleti tesis etmek isteyen insanlar kolaylıkla Schopenauer’ın yöntemlerini kınayabilirler. Çünkü Hakikat’i aramak için cidal değil akıla ihtiyaç var. Ama her zaman ikisi arasındaki farkı görmek kolay değil. Bir siyasetçi ya da gazeteci konuşurken “hatasında” israr ettiğinde ne denebilir? Acaba çıkarları doğrultusunda görevini kötüye mi kullanıyor yoksa samimi şekilde doğru olduğuna inandığı değerleri mi savunuyor? Schopenauer’dan dinleyelim:
“… Eğer insanlar saf akıldan ibaret olsalardı sürekli ve her konuda hemfikir olurlardı. Fikirlerin çatışması aklın işleyişinden veya mantık kurallarından değil sonradan edinilmiş bilgilerden kaynaklanıyor. Yani bireysel farklılıklar ve ampirik olarak kazanılanlardan. Dialektik dediğimiz şey bu bireysel farklılıklardan doğan verileri “ötekine” tamamen objektifmiş gibi göstermekten ibarettir. Çünkü insan, kendi tabiatında bulunan bir özellikten dolayı fikir farklılıkları görünce ötekinin “hatasını” düzeltmek ister. Kendi fikirlerinin yanlış olabileceğini düşünmez …” (Her zaman haklı çıkma sanatı)
Evet, Schopenauer’a göre logos aklı kullanmaya, düşünmeye işaret eden bir kelime. Bizdeki mantık / nutuk çifti gibi biraz. Konuşma -düşünme Batı lisanlarında da ayrılmaz bir şekilde kullanılıyor; meselâ Fransızca’daki discours (bizdeki söylem) kelimesi gibi. Konuşmak ve düşünmek aynı zihinsel işlevin iki farklı veçhesi.
Bir gün hepimiz hemfikir olabilecek miyiz?
İnsanlar bir çok kez haksız olduklarını bilseler dahi bunu açıkça itiraf etmek istemiyorlar. Rezil olma korkusu? Yoksa maddî kayıplar mı bizi korkutan? Ya haklıysam da karşımdakinin güzel sözlerine aldanmışsam? Ya tevazu gösterdiğimi sanarak Hakikat’i terk ediyorsam?
Kitapta sorgulanan meselelerden biri bu. Fakat bu endişeler insan nefsinden bağımsız değil. Zira Schopenauer’ın dediği gibi fikirlerimiz “ötekilerin” fikirleriyle uyuşmadığı zaman kendimizin yanılma ihtimalini dikkate almıyoruz. Bazen de hatalı olduğumuzu bile bile dünyevî kazançlar için “ötekileri” yenmek, susturmak istiyoruz.
Bir de insan zekâsının lisan ile eklemlenmesinden kaynaklanan bir engel var ki David Hume’un kimlik / benlik üzerine yazdıklarını, hatta Hucurat suresi 13-14cü ayetleri hatırlatıyor. Nedir? İnsanlar konuşabilmek için kavramlara ve bunlara isim olan kelimelere ihtiyaç duyuyorlar. Ama cisimlerin, fikir ve hislerin arasındaki farkları gözardı etmeden konuşamayız aslında. “Yeşil bir evim var” dediğimde ne yeşil ne de ev herkesin kafasında mutlak, ortak bir şeye işaret etmez. Kendi öfkem bile bir günden bir güne aynı değilken başkasının öfkesini nasıl anlayabilirim? Ama her hissin her tecellisi için ayrı bir kelime kullanacak olsak lisanımızda milyonlarca, milyarlarca kelime olurdu ve bu kez de başta kendimiz olmak üzere kimseyi anlayamazdık. Yani bir heykeli oyarak biçim verir gibi mânâyı yok ederek ifade ediyoruz, “ötekiler” için biçime sokuyor, ortaya çıkarıyoruz. Yokluk sayesinde var olmak… Anahtar deliği ya da bir evin, kovanın içindeki boşluk gibi. Yokluk varlıklara işlev veriyor! (Bkz. Yokluk kitabı: Jean-Paul Sartre ile Kaliteli bir Ateizme Doğru)
Özetle kelâm ile kendimizi gerek kendi aklımızda gerekse “ötekilerin” kulaklarında temsil etmek için lisan denen bir filtreden geçiyoruz. Aklımızın lisan yoluyla vazifesini yapması için makul miktarda mânâyı genelleme yoluyla feda etmek zorundayız. Nietzsche’den satırlarla destekleyelim sözlerimizi (Filozofların Kitabı, “Hakikat ve Yalan” isimli bölüm):
“… Kavramların oluşmasını düşünelim. Her kelime anında kavrama dönüşür. Çünkü doğumunu borçlu olduğu orijinal, kendine has, sübjektif bir tecrübeye isim olması yetmez. Yani sadece bir hatıra değildir. Aynı kelime söz konusu tecrübeye benzer başka hadiselere de isim olur.Yani birbiriyle ASLA tıpatıp aynı olmayan durumlara. Her kavram FARKLI şeylerin AYNI-laştırılmasından doğar. Bir yaprak hiç bir zaman diğer yaprakların tıpatıp AYNISI değildir. Ama “YAPRAK” kavramı farklılıkların göz ardı edilmesiyle oluşur. Bu farkları “unutmak” sonucunda zihinlerde bir YAPRAK temsili meydana gelir. Sonra sanılır ki tabiattaki bütün yapraklar önceden çizilmiş, tasarlanmış o ilk YAPRAK’a göre çizilmiş, boyanmıstır. Ama bizim gördüğümüz yapraklar beceriksiz ellerce yapılmış kötü birer kopyasıdır o ilk YAPRAK’ın. Hiç bir yaprak TAM OLARAK onun kopyası değildir.
“Dürüst bir adam” dediğimizde neden böyle dürüstçe hareket etmiş oluyor? Alışkanlık olarak “dürüst olduğu için” diyoruz. Tıpkı “yapraklar böyle çünkü ilk YAPRAK sebep oldu” der gibi. “Dürüstlük” denen şeyin özünde, gerçekten ne olduğunu bilmiyoruz. Ama çok sayıda dürüst eylem biliyoruz. Bunlar birbirlerinden farklı, kendine has eylemler. Aralarındaki farkları görmezden geliyoruz ve hepsine birden “dürüst eylemler” ismini veriyoruz. […]
Gerçek [düşünce-lisan] nedir? Hareket halinde metaforlar, adlandırmalar, insanlaştırmalar (antropomorfizm), kısaca şiirsel ve retorik bir biçimde soyutlaştırılan kavramlardır. Sonra birlikte yaşayan insanlar bunları [mutlak, değişmez] kanunlar gibi sınırlayıcı olarak kabul eder ve bunlarla düşünürler. Gerçek [düşünce-lisan] metafor olduğunu unuttuğumuz vehimlerdir. Kullanılıp aşınmış, tekabül ettikleri hissi gücü kaybetmişlerdir. Tıpkı üzeri silinmiş, artık para değil birer metal parçası olmuş eski paralar gibi…”
Savaş taktiklerinden örnekler
Kitabın amacı cidal üzerine düşünmek ve cidal taktiklerini sunmak demiştik. Bu taktiklerden seçilmiş ve Türkiye ile yakından ilgili olanlardan iki alıntı ile makalemizi bitirelim:
Taktik 12: Uygun kelimeleri seçmek
[…] Protestant kelimesi protestanlarca seçilmiştir, evanjelist de evanjelistlerce. Ama Katolikler bunlara heretik demişlerdir. (tr. kâfir, müşrik, gavur…) Tartışma esnasında rakibiniz değişiklik ya da yenilik derse siz sapma, icad, sonradan uydurma diyebilirsiniz. […] Tarafsız bir insanın inanç hürriyeti dediği şeylere bir dindar ibadet, iman, Tanrı buyruğu diyecektir. Oysa bir muhalif batıl inanç diyebilir bunlara.
Buna petitio principii denir yani ispat edilmemiş bir şeyin sonuç çıkarma amacıyla bir önkabul olarak kullanılması. Benzeri şekilde gözaltına almak yerine içeri tıkmak denebilir. Konuşmacılar kendilerini, daha doğrusu gizli düşüncelerini ele verirler bu yolla.
MY : Zannediyorum insanlık durdukça güncelliğini muhafaza edecek bir taktik bu. Türkiye’deki gerilla/terörist polemiklerini hatırlayın. Ölen PKK’lılara uzun süre « terörist leşi » diyen Türk basını ve TSK bir yanda, onlara « devrim şehidi » diyen PKK diğer yanda idi. Aynı lisanı konuşamadığımız için çözemedik bu sorunu. Ne zaman ki “çocuklarımız ölmesin” diyenlerin sesi daha yüksek çıkmaya başladı, bir barış umudu doğdu. Ludwig Wittgenstein’ın dediği gibi :
“Kelimelerin anlamları bizim dışımızda ve bizden bağımsız bir güç tarafından verilmez ki onların gerçek anlamları üzerine bilimsel araştırmalar yapılabilsin. Bir kelimenin anlamı ona kullanan kişinin verdiği anlamdır”.
Taktik 33: Teori doğru ama pratiğe uymaz
Bu laf ebeliği sayesinde temel fikirleri kabul etmek ama sonuçlarını reddetmek mümkün oluyor. Çünkü gerçekte sonuçların tasdik edilmesi o sonucu doğuran akıl yürütme yöntemini tasdik eder ( a ratione ad rationatum valet consequentia.) Teoride doğru olan pratikte de doğru olmalıdır. Olmuyorsa teoride bir hata vardır. İhmal edilmiş, dikkate alınmamış bazı şeyler var demektir. Yani pratikte yanlış yapılıyorsa bilgi ve düşüncelerde de yanlışlık var demektir.
MY: Köşeye sıkışan kemalistlerin çok başvurduğu bir hile bu. “Evet, demokratik bir ülkede başörtüsü yasaklanamaz ama Türkiye’nin özel koşulları…” ya da “Evet, Kürtçe yasağı normal değil ama Ortadoğu böyle karışıkken sırası mı şımdi?” Türkiye’de devleti, orduyu, resmî ideolojiyi eleştirmeye kalkıştığınız zaman çok sık karşılan bir direnişti bu “teoride haklısın ama bize uymaz”. Gerçekte liberal ekonomi ya da demokraside bize uyan ve uymayanları tahlil etmemiz, ihtiyacımız olan sistemi kurmamız gerekmiyor muydu? Kimi insan çıkarları icabı ama çoğu tembellikten bu “özel koşulların” arkasına saklandılar ve akıllarını kullanmaktansa “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” ilkelerin Türkiye’sinde koyun sürüsü gibi yaşamak istediler.
Dipnotlar:
1° Asıl metinde Grekçe, bu cümle Nikomakhos’ta Etik’ten alınmıştır.
… E-Kitap okumak için…
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek… Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitap Aktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
5 Yorum
Yazan:Hüseyin Avni (@Hseyin_avni) Tarih: Nis 11, 2013 | Reply
RT @DDGrubu: Her zaman haklı çıkma sanatı / Arthur Schopenauer: http://t.co/58dFI7Uemt
Yazan:S.Ç. Tarih: Nis 11, 2013 | Reply
Tüm diğer M. Y. yazıları gibi çok değerli bir çalışma.. Doğru söze ne denir! Adaleti gözeten, Hakikati Hikmetle dillendiren, yiğidi öldürmeden hakkını teslim eden..
Çünkü aslında hiç birimiz “yazar” değiliz ‘oku!’ruz… Kalem yazmış yazacağını… Bizim yazmamız üstünden geçmek, zamanın ve eşyanın silikleştirdiği mürekkebi tekrar kondurmaktır yerine.
“Adalet, bir nimeti yerine koymaktır, her su isteyen tohumu sulamak değil. Zulüm nedir? Bir şeyi, yerinde kullanmamak, lâyık olmayan yere koymak. Bu da ancak belâya kaynak olur.”
Mevlâna
Yazan:@sayfagezgini Tarih: Nis 11, 2013 | Reply
@DDGrubu yazıyor ve ben okumaktan çok keyif alıyorum. Teşekkürler
Her zaman haklı çıkma sanatı / Arthur Schopenauer: http://t.co/49RVFutVr2
Yazan:fatma gökhan Tarih: Nis 13, 2013 | Reply
Aklı kullanmak ya da mücadele etmek?
Yaşadığımız hayatın farklı yönlerini görebilmek kimilerimiz için malesef mümkün olmuyor. Sabah 8, akşam 5 mesaisi yaparak tüm hayatını bir ev ve bir araba sahibi olmaya adamış yığınlar için Ölmek aklı kullanmaktan kolaydır. Özgürlüğü ve gerçek mutluluğu arayanlar Richart Bach’in Martısı gibi sürüden dışlanacaktır. Fakat hayatını balık çöplüklerinde tüketmek istemeyenler için güçlü kanatlar, güçlü bir irade ve nihayet cennete yolculuk vardır…
Yazan:Negro-Blanco Tarih: Haz 11, 2013 | Reply
Ben kitap okumayı seven biriyim ancak yavaş okuduğumu düşünüyorum.O yüzden megahafıza nın hızlı okuma kursuna katılmayı düşünüyorum.Aranızda bu kursa katılan ya da herhangi bir kurumun hzlı okuma kursuna katılan biri varsa düşüncelerini paylaşabilir mi ?