Soyut görme: Teori ve Pratik(3) – Ezan okur gibi resim çizmek
By my on May 28, 2013 in Görmek, Göz, İslam, Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
“… Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
İşin kolayına kaçmadan ama,
Gül yanaklı bebesini emziren anneciğin resmini değil
Ne de ak örtüde elmaların.
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan kırmızı balığınkini
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? …”
Nazım Hikmet’in ressam Abidin Dino’ya hitaben yazdığı bu şiir figüratif sanatın sınırlarını ilân etmesi açısından dikkate değer. Mutluluk gibi soyut bir kavram elbette elma, emziren anne vs somut çizimlerle ifade edilemez. Nazım’ın figüratif resimi “kolaya kaçmak” olarak görmesi de ilginç. (Bkz. Figüratif resim sanat mıdır?) Şair bebek emziren annenin ya da akvaryumda gezinen balığın keyfini peşinen reddediyor, haz değil mutluluk istiyor. Mutluluk ona göre daha daha üstün, maddî hazlara kıyasla daha aşkın bir şey. (Bkz. Mutluluk ve tatmin arasındaki fark: İnsan maymunlaşabilir mi?) Abidin Dino’dan yeme-içme gibi maddî kaygıları aşan, mânâyı resmeden manevî bir resim yapılmasını istiyor Nazım Hikmet.
İslâm’ın figüratif resimi yasakladığını zanneden oryantalistlerin idrak edemediği nokta işte tam burası. Müslüman sanatçılar daha 7ci asırdan itibaren Nazım Hikmet’in derdini çok iyi anlamışlardı. Çünkü onların derdi devlet sanatçısı olmak, sanat için sanat yapmak ya da alkış toplamak, en uzağa gitmek, en çabuk dönmek, ilk, son ya da en büyük olma davası değildi. Neydi peki?
Bir resim düşünün ki Ezan-ı Muhamediye gibi güzel olsun. Bakanların yüreği Bilâl-i Habeşî’nin (r.a) sesinden sabah ezan sesi duymuş gibi titresin. Bir cami kubbesi düşünün ki seyrederken huşu ile dolsun kalpler. Bir şadırvan hayal edin, güzelliğini görenler abdest alırken borçlarını, kavgalarını, vesveselerini akıp giden suya bıraksınlar; bu şadırvanın üzerindeki tezyini görünce benliklerinden sıyrılsınlar, ALLAH’tan gayrı hiç bir şey düşünemesinler. Hattat ALLAH’ın adını öyle güzel yazsın ki duvarlara, kalpleri dünyadan çözüp ahirete bağlasın. Hayır, “A – L – L – A – H” harflerini yazmasın hattat, ALLAH! Yazsın, ALLAH’ı yazsın, O’nu anlatsın. O’nun adını öyle güzel yazılmış olsun ki en yobaz ateistler bile dogmalarından şüphe edecek duruma gelsinler. “Ben görmedim demek ki yok” diyen inkârcıya “Al işte bak” denilsin. Tebliğ yapan bir sanat düşünün kısaca. Hem gayrımüslimleri İslâm’a çağıran hem de Müslüman’ı mü’min olmaya, kâmil imâna davet eden güzellikte sanat eserleri hayal edin.
Sen Ezan-ı Muhamediye’yi çizebilir misin Abidin?
Eh biz de Nazım Hikmet gibi siparişimizi verdik böylece. Tahmin edersiniz ki Ezan’da beyan edilen “büyüklüğü” resmetmek için Cezayir”deki gibi devasa bir cami ya da gökdelen büyüklüğünde bir yağlı boya tablo elbette hedefi ıskalamak olur. (Bkz. Modern camiler neden çirkin?) Zira cismen büyük eserler sadece insanların kibirini gösterir, O’nun büyüklüğünü değil. Piramitler, gökdelenler, komünist Rusya devrinden kalma resmî binalar, Ankara’daki Anıtkabir, AVM denilen tüketim tapınakları insanların kibrini gözler önüne serer hatta gözümüze sokar.
Ezan’daki büyüklük ise büyük bir nesne ile anlatılamaz. Zira ALLAH U EKBER’deki büyüklük kantitatif, sayılabilen, adedi olan, tadada gelen, hududu bilinen bir büyüklük değil, haşa! Peki güneş sistemine, galaksilere sığmayan Mânâ nasıl oluyor da kâmil bir hattatın önündeki kâğıda sığabiliyor? (Bir su birikintisine sığan Sacre Coeur Bazilikası’nı hatırlayın) Demek ki Sanat vasıtasıyla sonsuzluklar, sonlu olan bir cisme, kâğıda, sınırlı bir eşyaya nakşedilebiliyor ve mü’min gözlerde (=kalplerde) bu nakış bir musiki eseri gibi okunuyor, adeta icra ediliyor. Mânâ’nın sonsuzluğu kalplerin aynasına yansıyor seyredilen sonlu sanat eserinden. Hatırlayın, geçen bölümde sözlerini aktardığımız Friedrich Schelling yine haklı çıktı!
Evet, “Ezan gibi resim yapmak” derken kasdettiğimiz tam da buydu. Biçimsel değil, manevî, mânâ boyutlu bir sanat. Figüratif değil, soyut, gösteren değil hissettiren, mekânsal değil, zamansal. Mânâ’nın şekile eftaliyetini Ezan örneği ile anlatan şu satırları Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinden aktaralım:
“… Peygamber Efendimiz’in sâdık dostu olan Bilal, ezan okurken “hayye” kelimesini Habeşli olduğu için Araplar gibi söyleyemez, “heyye” diye okurdu. Bazıları Peygamberimiz’e; “Ey Peygamber! islam binası yeni kurulurken böyle bir hatalı söyleyiş doğru değildir.” dediler. “Ey Allâh’ın nebîsi! Bilal’den daha düzgün sözlü bir müezzin bul! Dinin daha başında, dînî düzen daha yeni kurulurken ezandaki bu çağrıyı yanlış okumak ayıptır.” dediler. Peygamber Efendimiz’in öfkesi coştu da, gizli kalan lutuflarından bir iki remiz söyledi. Dedi ki: “Ey münasebetsizler! Allâh’ın yanında Bilal’in ‘he’si, yüzlerce ‘hayye’den ve böyle dedikodudan daha iyidir. İşi çok karıştırmayın da, sırlarınızı açmayayım; evvelinizi ve ahirinizi söylemeyeyim.” Eğer sen iyi duâ etmesini bilmiyorsan, eğer senin duâda tesirli nefesin yoksa, git de özü sözü doğru kardeşlerden duâ iste! …” (Şefik Can tercümesi)
İşte resim sanatı Müslümanca yapıldığında bu yüzden musiki ile aynı yolu izlemekte. Görünen ya da gösteren bir sanat değil. Onun yerine yaşanan, hissedilen bir sanat. Dede Efendi’nin, Itrî Hazretleri’nin muhteşem eserlerinin bir kaç sayfalık notalara sığıvermesini düşünün. Nasıl oluyor da asırlar sonra bu notalara nüfuz eden mânâlar Müslüman parmakların dokunduğu neylerde, kudümlerde, tamburlarda adeta can buluyor, ihya oluyor? Nasıl oluyor da seslere nüfuz eden bu hayatiyet kulaklardan kalplere yol buluyor? Sonsuz ile sonlunun, Mânâ ile maddenin buluşmasını idrak etmek için açılmış bir kapı soyut sanat, ilâhî bir armağan…
Sonuç
Yansıma kavramından ve sanat eserini okumaktan bahsettik geçen bölümde. Bu bölümde ise Batılı müelliflerin ve oryantalist Müslümanların, hatta bir çok İslâmcının yolunu kaybettiği bir kavşağa çıktı yolumuz: İslâm’a göre Sanatçı, Eser ve Seyirci’nin rolleri nedir? Sanat tarihçileri bu konuda ne Kur’an ne de Sünnet’in bir doktrin dayatmadığı konusunda hemfikirler. Evet, “illâ şöyle resim yapın, böyle heykel yapın” diye emirler yok ama Kur’an’ın tabiriyle “akıl sahipleri” için böylesi emirlere gerek de yok. Şeklen empresyonist, kübist vs bir sanatın dinen tercih edilmesi zaten muhal.
Fakat meselenin özünde bir zorluk yok, tersine Müslüman sanatçı açısından cevap aşikâr olduğu için sorulmamış bir soru bu. Neden? Gazâlî Hazretleri’nin El-Munkız min Ad-Dalal adlı eserinde ilim hakkında söylediği şu sözleri Sanat’a uyguladığımızda görüntü netleşecektir sanırım:
“… Biz ilim tahsil etmeye ALLAH rızası için başlamadık. Ama ilim O’nun rızası için olmaktan başka gaye kabul etmedi […] Bir ilimin eftaliyeti bildirdiği şeyin eftaliyetiyle ölçülür. İnsanların hidayetine vesile olan, ALLAH’ı bildiren / bulduran ilim diğer ilimlerden eftaldir …”
Kısacası âlimin faydalı ilimle meşgul olması gibi sanatçı da faydalı sanat ile uğraşmalı. Bir Müslüman sanatçı açısından en faydalı sanat ise hidayete vesile olan eserler vermek. Bu açıdan bakınca figüratif sanatın açmazı hemen fark ediliyor. Meselâ EL REZZAK ismini anlatmak için bir buğday tarlası mı çizelim? Yahut denizden çıkan balık dolu ağları? Rızkını başka türlü kazananlar anlayacak mı bu resmi? Ya aklın rızkı olan ilim, kalbin rızkı olan iman nasıl resmedilecek?
İşte tam da bu sebeple Müslüman sanatçılar daha baştan itibaren soyut sanatı figüratif resme tercih ettiler. Endülüs’ten Malezya’ya, Kırım’dan Sudan’a uzanan bir coğrafyada bu derecede görsel bir bütünlük ortaya çıktıysa sebebi bu olmalı. Yoksa farklı lisanlar konuşan, çok farklı iklimler, çok farklı yapı malzemeleri ve boyalarla çalışan Müslüman sanatçıların bu derecede görsel bütünlük ve 1400 senelik fikrî süreklilik arz eden eserler ortaya koymaları imkânsız olurdu.
Sonsuz’un sonlu maddeye sığması konusunda Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinden bir yansıma hikâyesi aktararak teorik kısma son veriyorum. Pratik bölüm için değişik İslâm eserlerinden görüntüler koydum. Eserlerin yapıldığı asırları vs kasıtlı olarak yazmıyorum. Akıllarımızı (= gözlerimizi) lüzumsuz malümattan korursak ilim tahsil etmemiz daha kolaylaşacaktır diye düşünüyorum. Teorinin ışığında bu güzel görüntüleri de “okumanız” duasıyla:
“… Çinli ve Rum ressamlar “Biz daha mahir ressamlarız” davasına giriştiler. Padişah kapıları birbirine karşı iki odayı onlara verdi. Çinliler padişahtan yüzlerce çeşit renkte boya istediler. Rum ressamları ise; “bize pasları gidermekten başka bir şey gerekmez.” dediler. Odanın kapıya karşı olan duvarını gök yüzü gibi saf, temiz ve parlak bir hale getirdiler.
İki yüz çeşit renkten, renksizliğe ancak bir yol vardır. Çinliler işleri bitirince haber verdiler. Padişah geldi, Çinlilerin yaptığı resmi gördü. İnceliğine, güzelliğine şaşırdı kaldı. Sonra, Rumarın yanına geldi. Rumlar iki oda arasındaki perdeyi kaldırdılar. Çinlilerin yaptığı resim bu odanın cilalanmış duvarına vurdu. Padişah Çinliler tarafında ne görmüşse, bu aynada daha iyi, daha güzel göründü. Resim öyle canlı, öyle güzeldi ki insanın gözünü alıyordu.
Hakk âşıkları olan Sufîler Rum ülkesinin ressamlarına benzerler. Onların kitapları, ezberlenecek dersleri, gösterecek hünerleri yoktur. Fakat, onlar gönüllerini ibadetle, iyiliklerle cilalamışlardır. Hırstan, tama’dan, cimrilikten, kinlerden kurtulmuşlardır. Onların gönülleri, bir ayna gibi saf ve tertemizdir. Oraya hadsiz, hesapsız şekiller, suretler vurur. Orada görünür. Gayb âleminin, o hudutsuz, mânevî sureti, göklere, arşa, ferşe, denizlere, balığa ve bütün kâinata sığmaz. Çünkü bunların hududu vardır. Sayıya sığar şeylerdir. Fakat gönül aynasının haddi, hududu, nihayeti yoktur …”
Pratik için resimler
1 Yorum
Yazan:Derin Düşünce (@DDGrubu) Tarih: May 28, 2013 | Reply
Soyut görme: Teori ve Pratik(3) – Ezan okur gibi resim çizmek: http://t.co/qoeexsi8Hr