Hakkâri’de Bir Mevsim / Erden Kıral
By Ali Hasar on May 31, 2013 in İnsan, Sanat, Sinema
Birinci Sürgün
İnsan gurbeti içinde yaşıyor. En uzağa gidiyor, yokluğun ve sonsuzluğun dibine. Gökyüzünde kuraklık, yeryüzünde beyazlık yer alıyor. Sürekli bir gidiş. Hiç bitmiyor, hep bir bekleyiş. Hayatın kendisi bu belki de. Mevsimler yetişkinlere inat çocukları bağrına basıyor. Burada riyaya yer yok. Zihinlerimizin limitsiz kaldığı, evrenin ulaşılmaz ve görkemli sahnelerinin dekorda yer aldığı bir piyesi elimize alıyor, onun için plastik yorumlar getiriyoruz, her birimiz. Tüm bunlar olurken zaman-mekân boyutunda görünmeyeni görüyor ve hakikat dediğimiz şeyi kendimize pay olarak alıyoruz. Sürgün yeri beliriyor sonra ufukta. Herkesin bir sürgünü vardır. İnsan hayatında çoğu kez bunu görmez, gerçekliğini dünyanın çirkinliğiyle bastırır. Bu bir tarafın mağlubiyetiyle sonuçlanırken, diğer tarafın zaferiyle sonuçlanır. Yaşadığımız dünyanın ekspresyonist bir ruhudur bu.
İnsanı bir diğeriyle imkan kılan dünya, süslendirilmiş sürgününü insana mübah kılar, onu zincirler ve de hapseder. Arayış asla bitmez, yollar da, sürgünlük hâli de. İnsan kendi yurdunda bile gurbettedir. Biz, kandırılmış hayatların içinde sadece birer kaleyiz ve kalelerimize toplarla saldırıyorlar. Erden Kıral, bu savaşın tam ortasında. O içindeki savaşı sürgünde anlatıyor, bazen masumca, bazen acımasızca. İnsanı insanla, eşyayı manayla hareketlendiriyor. Noktalanmayansa tek başına, çaresiz bir değişim çemberi. Hakkari, kalbimizin orta yerinde tekrar kuruluyor. Mimarları, gökyüzünün çocukları. Elleri kirlenmiş, hayatları soyutlanmış, meridyenin ötesindeki çocuklar. Gözlerindeki parıltı, ellerindeki kirlenmişliği yok ediyor.
Birinci sürgün başladı. Uzaklarda, sınırlarda bir köy, taşra. Yönetmen Erden Kıral, öğretmene -Genco Erkal- yüklediği güçlü mizaçla taşrayı bu dünyadan çekip alıyor. Bilinmeyene, bir diğerine sarılmadır, onu kucaklamadır her şeyi ateşleyen ve ısıtan. Öğretmen, bu sınırların ötesindeki yere gelişiyle, yıkılmış umut ve özgürlük yeniden yeşermeye başlıyor çocuk kalbinde, naifçe. Karlar dünyanın bozulmuşluğunu bu taşrada istemezcesine yağıyor ve saf temizliğini muhafaza ediyor. Etraf beyaz, soğuk rüzgârlar taşranın içindeki birlikteliği sağlamlaştırıyor.
Sis insanın ciğerlerine işler. Ferid Edgü, sislerin içinde. “O”, Kıral’ın mevsimlerini beslerken Erden Kıral, O kitabını aşıyor. Harflerin hepsi taşraya yayılmaya başlıyor, yavaşça. Edgü’nün O uyarlamasıyla Erden Kıral, seyrin genel gidişatını nüfuz ettirmeyi başarır. Hakkari’de Bir Mevsim’i bize yaşatır, gündelik hayat ritimlerini gösterişe kaçmadan, gerçekçi bir sinema diliyle yer aldığı film taşraya öğretmen olan bir adamın yalın bir hikâyesi değil, aynı zamanda mekanda insanın sürekliliğinin de anlatısıdır. Yaşam bu taşranın insanlarını kapalı bir dünyaya hapsetmiş, modern toplumdan yalıtmış ama köklere bağlılıklarını da yitirtmemiş. Onlar, öğretmenin harfleriyle büyürlerken, modern toplumun prangalarıyla da yoksunluğa mahkum ediliyor; insan alçak ve küstah yüzünü gösteriyor. Maskelere gerek yok. Bu çocuklar, rejimin masum çocukları. Cennetteki toplumsal bir cinnet. Cinayet sadece bir bıçakla gerçekleşmez. Maktuller giderek kayboluyor.
İkinci Gurbet
Erden Kıral, öğretmenin uçsuz bucaksız –taşra misali- hâlini ikiye böler. İçinde iki gurbet vardır bu adamın. Birinci gurbet, oldukça sentetik, onun izdüşümleri evlerde saklı. Bakışlar imkânsızlıkta üşür. Cümleler ufukta birleşip geri dönmemek üzere anlaşmışlar. Yalıtılmış dünya, kent ve taşra arasındaki ince ip üzerinde gidip geliyor. Öğretmene göre bu dünya bir aldatılmışlık yeri. Okul ve taşra, insanı bu yapbozun mistik birer parçaları. Çocuklar gurbeti bilmiyor. Bildikleri kar, portakal… Yönetmen, gurbeti öğretmenin etrafında şekillendirirken çocukların kirlenmemiş fıtratının yumuşaklığıyla manayı kuvvetlendirir. İlkine göre daha sarsıcı olan ikinci gurbet, öğretmenin kalbindedir. Mesafelerin kısalması için bir daktilo yetebilir ya da bir mektup. Çünkü insan sevdiğini her şekilde hafızasında tutmak ister. Koşullar ne olursa olsun öğretmenin kalbini muhafaza edebilmesi oldukça görkemlidir. Antrparantez, Genco Erkal, Hakkâri’de Bir Mevsim’de oyunculuğunun zirvesine çıkmakla kalmamış, Dostoyevski romanlarından fırlamış gibi duran karakter modeliyle dönem filmlerinde bir üst mertebe eşiğine adımını başarılı bir şekilde atabilmiştir. Filmdeki sade anlatı, ardındaki acıyı gizler. Yönetmen Kıral, bu taşra yerinin hissiyatını konumlandırırken yapay davranmaz, her şeyi olduğu gibi yansıtır. Bamteline gerilmiş halatlar, filmin gurbet havasında kopmuyor, aksine, bütün modern zamanlara karşı özünü koruyor. Toprağa dair her zaman söyleyeceği vardır insanın.
Gelenekçi bağların sıkı sıkıya tutulduğu bu taşra, dönemin insana bakışını da ortaya serer. Ataerkil aile yapısı, 80 dönemi toplumu, imkanlar ve şartlar dahilinde süre gelen hayat mevsimleri çetinleştirir. Özünde yalıtılmış –ve de bir şekilde- geleceği ellerinden alınmış bir neslin batıcı kültür potasında yok edildiği, sınırların kalın çizgilerle çizildiği, yalnızlığa itilmiş insan portrelerinin Erden Kıral’ın pastoral anlatısında pekâlâ görülebilmektedir. Bu bir uyumdur ve yabancı uyumu bozar. Öğretmen bir yabancıdır, bir gariptir bu taşrada. İnsanlar inandıkları şeyin mükemmelliğini asla bir diğeriyle değiştirme içinde pek bulunmazlar. Hayatı boyunca sürekli ona dayanmış, ondan güç almış ve zorlukları bununla bertaraf edebilmiştir zira. Yaşam uzak diyarların insanlarını bir kovana itse de, mücadele alanı genişleyecektir. Azgelişmişlik, taşranın sancısını içinde barındırırken, karlara dağılmış özgürlük ovalara bırakılır, gizlice ve güzelce.
Öze bağlılık, köklerden kopmama insanın mayasını oluşturur. Erden Kıral, karakterlerini sunarken klasik çağ devşirmesine tabi tutmaz. Çocukların taşradaki hâllerinin bir zaman sonra mistifikasyona dönüşümü, öğretmenin yokluktaki varlığı arayışı, kavanoza sıkışmış karıncalar misali halk yaşlı ağaçların dallarındaki samimiyeti ve teslimiyeti gün yüzüne çıkarır. Bu kimi zaman bir ağıda, kimi zaman bir alın yazısına, kimi zamansa bir tesadüfe dönüşür. Yaşam bu taşranın gurbetini en kuvvetli bir biçimde savurur, daha da uzağa. İnsan hep kaçmak ve kurtulmak ister. Sınırlandırılmış şartlar ve ağır çile bir devinimle vuku bulur. İşbu mekanizmada insanın taşıyamayacağı sistemin bir çarka bağlanması geri dönülmez bir ünlemi beraberinde getirir. Ölüm. Bakışlar artık anlamsızlaşır, gurbet bir kez daha uzaklaşır; ağır şoklar, travmalar vaktini bekler. İnsan doğduğu günden beri ölür.
Üçüncü Dünya
Varlık ve yokluk. Erden Kıral, Hakkâri’de Bir Mevsim’de eşyayı ve manayı derinleştirmeye gider. Bu taşranın insanlarının evindeki eşyaların sayısı kente göre eksiktir. Eşya az, mana güçlü. Hayatın kendilerine çok fonksiyonlu bir fırsat sunmamış, tersine simetri, yoklukta birbirlerine yakınlaştırmış, bağlarını kopartmamış, duygularını köreltmemiş. Dönemin hayat standartları ve kentleşmenin bir ivme kazandığı düşünüldüğünde bu taşra, sistemin en ücra köşesinde yerini almış, metruk –oldukça- , ve de ıssız bir tren istasyonu izleniminde. Geleni, gideni az. Endüstrileşme, toplumsal sancılar ve topyekün yıkım, taşranın insanlarını toprak ve kökleriyle ilgili düşüncelerinde katılığa iter. Dışarıdaki yaşam bu merkezdeki insanlar için epey seküler. Onlar kendi rejimini sinsice dayatırken, bu insanlar daha da grileşiyor, toprağa karışıyor. İnsan başına gelebilecek en kötü olaylarda bile –sözde- iyi olanı seçer. Bu taşra dünyası, insanın arınması için ideal. Taşra, köy, kasaba ya da herhangi bir kır yerleşimi –hangi zaman ve mekân aralığında olursa olsun- insanın kendini arayışında bir mihenk taşıdır, milattır. Ondan ne denli yüz çevirirse insan öyle bir zamanda karanlığı kendisine seçmiş bulunur. Sınırların ötesinde –hatta tahayyülümüzde- olanaksız gibi duran şey bir imkân paralelini açar. Yönetmenin bu bağlamda taşraya ve insana bakışındaki gerçeklik yaşanılan hayatların birer kesiti, parçası. Gerçeküstücü, ütopik yahut tasarımlı kurgunun Hakkâri’ye yakışmayacağını bildiği için Kıral, daha da kuytulara, belleklerimizdeki dünya algısını zenginleştirmeyi yeğler. Bunun için kar vardır, zemheri. Soğuk yerlerde düşünce hareketlidir.
Hayatımızda eşya arttıkça bir o kadar da bireyselliğin dibine gittik. Modern çağların ağları her birimizi yavaşça sararken kurtulmak için farklı bir eşyaya, maddeye yöneldik. Zaman dize getirdi her şeyi. İstedikleri tam olarak buydu. Zıtlıkların dualitesinde özümüzü ellerimizden alınışı, kalplerimizin iç kanamasını kibirle izliyorlar. Her şey çoğalıyor. Çoğaldığı gibi de yok oluyor. Çoğalarak azalmak, azalarak çoğalmak.
Doğu toplumlarının çoğu eseri kusursuzdur. Çocuklar bu toplumun birer cevheridir. Bu dünyanın çocukları karlarda yalınayak yürüyüp de ölmeyenlerdir. Tipik İran Sineması’nın çocuk modeli –yüce fıtratla perdeye aktarılan yapımlar güzide bir konumu sahiplenirken- Hakkâri’de Bir Mevsim de aynı çıtaya yükselebilmiştir. Bu çocuklar yoklukta, sınırda, kentten uzakta bilinmeyenin ardında bir dünyayı kucaklarlar. Bu dünyanın uydusu sevgi ve birlikteliktir. Birlikte olma duygusu kitabelere yazılmaz. Öğretmen bilir, unutur, gözleri yaşarır; çocuklarsa kendilerinin rehberi olan bu adamı kalplerinde ölümsüz kılar. Değil midir ki insan sevgide şartsız olunca açmayan çiçekler bile yeniden yeşermeye başlar. Ağaçlar yol verir onlara. Tüm bu olanlar ütopyada değil; Hakkâri’de, İsfahan’da, Semerkand’da, Marakeş’te -her yerde- çocuk kalbinin pür zenginliğiyle harmanlanır. İlave olarak, içimizdeki doğu-batı okları değişkendir. Zaman içerisinde çeşitliliği, bereketliliği, potansiyeli artar ya da azalır. Erden Kıral’ın muhteşem diyebileceğimiz şeyi, maneviyatımızın paralelinde büyüyen üçüncü bir dünyayı fethetmesiyle başlar. Bu öncülleri olmayan, eşyaya, tabiata, insana bir doymuş canlılık işlevi atfedilmiş bir sinema diliyle gerçekleşir. Mekan, zaman, çekildiği dönemin koşulları altında -toprağın da hakkını vererek- yönetmen farklı hayatları özde bir hayat çatısı altında birleştirerek sunar; mekanı dinç, zamanı daha da soyut bir pozisyona sürükler. Mekanda eylem seslerle canlılık bulur, tabiat gösterişe hazırmış gibi durur. Anlatılanlarsa taşradan manşetini koyar. Bu noktada yönetmen varlık-yokluk dualitesindeki bağını kahramanın gözlerindeki ferde anlamlandırırken, dönem çalışmalarında bu çalışmasını yarı-dokümanter havasından da kurtarabilmiştir. Hakkâri artık yakın. Önce sağırlaşmamız vardı, sonraysa körleşmemiz.
Dördüncü Mevsim
Canlı tabiat kabuğuna çekiliyor. Erden Kıral, pastoral şöleni için duygu yüklenimleri yapar. Mevsimlerin çekiciliğini kullanır. Zemistan, en iyisidir. Çünkü onda üstünü örtme, temizlik ve merhamet yatar. Bu bir diriliş mevsimidir, içe, en derine. İnsanın en temiz yönünün uyumu bir örtüyledir. Dıştaki kin –kötülük- karları kirletmeye yetmez. Hüzünle doludur biraz da, gurbetin, sürgünün ve yeryüzünün tınısı saklıdır tanelerde. Taşranın insanları yönetmenin hissiyatında ve zemistanın buharında belirginleşirken kalbe yaslanan sızı bir adamı o zemheride daha da titretir. Eşya, canlı –ne varsa- onun için, öğretmene ızdıraplı bir ağrı; gözlerde, harflerde, kara tahtalarda. Kadınlarsa aynalarda eksik. Gurbetin ve imkansızlığın içindeki kıvranışı umursamıyorlar. Suskunlukları, konuşmalarından daha ağır ve güçlü. Öğretmen hep sürgünlük hâlindeydi, çocuklar kartopu sevincini taşırlarken onun bakışları çığa dönüşüyor, çığsa çığlığa. En koyusu bu olsa gerek. Mevsim öğretmene kamçılarını vururken o bavul içinde bir kederi saklayacak. Tarif edilemez. Sürgünlük, ateşin etrafında raks eden pervaneler gibi. Kanatlanmalar… Özgürlük sınırı yok edildi, yok ettiler. Yönetmenin gidiyor olmayı, yol hâlini, taşrayı, -en önemlisi belki de- isimsiz vedaları, yazgıyı, kadını, dönem toplumunu zemistanın kuşatıcılığında ve onun tutkulu sislerinde atmosfere vermesi, filmin ardılına ışık tutuculuğunu –yasaklı bir geçmişi olsa bile- günümüze dek korumuştur. Erden Kıral, toplumsal kangreni gösterirken izleyicisini şartların arkasına götürür. Düşünce penceresine girdiğimizde de, geçmişi karanlık, zorba bir sistemin –sözde gelişmiş ve modern- izlerini fark ederiz. Tecrübeyle sabittir ki yasaklama bir açlığı doğurur. Kendi gibi olmayan, kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi hissetmeyenlerin duruşu, gerçekliğin ta kendisinden kaygı duyabilecek kadar sığdır ve tarih böyle sistemi asla affetmez.
İnsan son iledir. Son, kendi kararlarımızı dışında geliştiği zaman daha yıkıcıdır. Böyle bir son insanın içini dümdüz eder. Kıral, sona giderken daha da sessizleşir, karları, beyazı, dağı, eteği, her ne varsa, onlarda bir tebessüm bıraktırır, buruktur. Ama gitmelidir o adam, sürgünlük hâlinin devamı için, yeni diyarlarda, yeni bilinmeyenlerde, yeni kentlerde ve taşralarda yeni yüzler görebilmek ve en derinden onu hissedebilmek adına. Öyle bir vakitte gelmek, yine öyle bir vakitte çekip gitmek. Gitmek zor. Adımlar masum ama hayatın gurbeti hiç bitmez, biliyor, çocuklar da. Sessizce köşesine çekiliyor yönetmen, mevsimler birbirini kovalayacak, kar, portakal, deniz, dağ, rengarenk kumaşlar, aynalar, bir kadın, bir adam, gaz lambası, hepsi geride kalacak, kalmalı. Başa, en başa, geldiğimiz yere. Böylesine bir terk ediş. Ölüm öldürülüyor o an, 80’lerin soğuk rüzgârları, girdaplı yaşantıları, gözlerimizin önünde havaya karışıp yitip giderken bizler bugün biraz daha şeffaflaşıyor, gömülüyoruz kendimize. Bavullar şahitlik ediyor umarsızca gidişlere; sınırlar sınırlarda bağımsızlığını ilan ediyor dağlara, gelinciklere, sabun kokulu çocuklara. Dördüncü mevsim çoktan başlamıştı.
… Sinema konusunda e-kitap …
Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu. Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.
Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.
… Edebiyat, resim, sinema… sitemizde en çok okunan sanat kitapları:
- Roman nedir? Nasıl Yazılır?
- Derin Göz
- Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
- İnsan’sız Sinema Olur mu?
- Baudolino / Umberto Eco (Roman incelemesi)
- Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
- Söz yıkar şiir imar eder
- Şiirlerim, Öykülerim / Cemile Bayraktar
- Öyküler (Suzan Nur Başarslan)
- Zaman’ı düşünmek, Zaman’ı yazmak
1 Yorum
Yazan:@TebessumNeZorIs Tarih: May 31, 2013 | Reply
RT @jsolpartre: Hakkâri’de Bir Mevsim, Erden Kıral http://t.co/T5RscAH3Ja