Kürt Tarihi Üzerine (2)
By Emre Paksoy on Tem 14, 2013 in Devlet Terörü, Kürtler, PKK, şiddet, Ulus-Devlet
İlk bölümde Kürt tarihinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu döneme kadar olan seyrini ele almıştık. Bu yazıda ise Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu dönemden PKK terör örgütünün kurulması ve 1995 yılına kadar yaşanan süreci ele almaya çalışacağız. Yer yer terör örgütünün kongre kararları gibi ayrıntılara da değineceğiz. Mevcut süreci daha iyi anlamak ve yorumlayabilmek için bu ayrıntıların faydalı olacağı kanaatindeyiz.
***
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması sadece bir devletin inşası değil, aynı zamanda bir ulusun inşası anlamı taşır. Bu ulus inşasında o dönem içerisinde Osmanlı’dan geriye bu topraklarda kalan Türkler ve Kürtler asli unsurlar olarak ön plana çıkar. Ancak o dönem için etnisitiye dayalı ulus devlet modelinin sahip olduğu siyasal popülarite ile birlikte ulusun inşası için gerçekleşen “devrimler” tam amacına ulaşamaz ve ulus devlet projesi akim kalır. He ne kadar bu konuda bir kabul edilemezlik var olsa da, aslında şu an itibariyle halen bu konuları tartışıyor olmamız bu durumu tescil eder.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından yaşanan Şeyh Sait İsyanı bu tarihsel süreçte yaşanan önemli bir dönüm noktasıdır. Kürt meselesiyle ilgili genel değerlendirmelerde Şeyh Sait İsyanı’nın Cumhuriyet’in Kürt siyaseti üzerinde bir milat olduğu kabul edilir. Bu konuda yapılan tartışmaları iki alanda toplamak mümkün. Birinci teze göre, devletin Kürt siyasetinin değişmesinin temel sebeplerinden birisi Şeyh Sait İsyanı’dır. Bu isyan neticesinde devletin Doğu siyaseti radikal bir biçimde değişmiş ve yakın zamana kadar devam eden güvenlikçi perspektif meydana gelmiştir. İkinci teze göre ise, tam tersine, devletin Kürt siyasetine bakışında değişiklik yaşanması nedeniyle Şeyh Sait isyanı meydana gelmiştir. Lozan’da Türklerle birlikte yaşamayı ilan eden Kürtlerin, 1924 Anayasası’nın meydana getirdiği yeni düzenden ve özellikle Halifeliğin kaldırılmasından rahatsız oldukları ve bu rahatsızlık sonucunda Şeyh Sait İsyanı’nı çıkardıkları öne sürülür.
He ne olursa olsun Şeyh Sait isyanının yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti için ağır bir travmaya neden olduğu kabul edilen bir gerçek. Bu isyan hareketine genel olarak bakıldığında din ve aşiret asabiyetinin oluşturduğu kolektivite, Kürt seçkin sınıfı içerisinde yükselen değer olan etnik milliyetçilik, yeni Türkiye’nin hızla hayata geçirdiği devrimler ve bölgesel güçlerin amaçsal hedefleri temel parametreler olarak görülmekte.
Andrew Mango’ya göre ise, Şeyh Said İsyanı’nın üç sebebi var. Bunlar gelişmekte olan Kürt milliyetçiliği, aşiretlerin merkezi hükümete karşı çıkmak istemesi ve aşiretler arası rekabet.
Diğer taraftan Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan ve parçalanmasına neden olan milliyetçilik akımının tekrardan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde çıkacağı korkusunu da göz ardı etmemek gerekir. Bu nedenle mevcut ulus-devlet yapısı içerisinde Kürt kimliğine şüpheci bir yaklaşım sergilenmiştir.
Şeyh Said İsyanı 1925 yılı Şubat ayı içerisinde Bingöl’de başlar. Bu isyana yaklaşık 7000 silahlı insan katılmış, sonrasında 30000 civarlarına ulaşmıştır. İsyanın temel sebebi ise Hilafetin kaldırılmasıdır. Ancak isyana siyasi Kürt milliyetçiliğinin benimseyen ve 1921 ile 1924 yılları arasında kurulmuş olan Azadî örgütünün de katılması, isyan sebebinin sadece hilafetin kaldırılması olmadığını göstermekte. Benzer şekilde bu isyan hareketinin öncelikli olarak Şeyh Sait‟in kontrolü dışında bir merkezden başlatılan bir hareket olduğunun kabul edilmesi, isyanın sebepleri içindeki etnik vurguyu da göstermekte.
Bazil Nikitin’e göre ise, 1925 yılında Şeyh Sait İsyanı’nın Musul sorununun tartışıldığı döneme denk gelmesi bir “rastlantı”dır. Ayrıca Şeyh Sait İsyanı ile Kürtlerin Lozan Antlaşması’nda ifade edilen “Müslüman azınlıkların Türk rejimi altında kaderlerinden memnun olduğu” yönündeki tezinin yalanlandığını iddia eder.
Bunun yanında Mustafa Akyol’a göre, Şeyh Said İsyanı’na genel olarak bakıldığında Kürtlerin az bir kısmı destek vermiştir. İsyanı destekleyen yerel liderler çoğunlukla kırsal alanda etkili olmuşlardır. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere bu isyan sonraki süreçte devletin Kürtlere bakış açısında önemli bir ekten olmuştur.
İlerleyen süreçte ortaya çıkan Kürt milliyetçisi hareketler geçmiş dönemde yaşanan hareketlere göre daha seküler bir yapıya bürünür. Bunun yanında kullandıkları retorikler Türk milliyetçiliği ile de benzerlikler taşır. Mesela Cemşid Bender ve Mehrdad İzady gibi Kürt milliyetçisi teorisyenler Türkiye Cumhuriyet tarafından 1930’lu yıllarda kullanılan tarih tezine benzer tezler ileri sürerler.
Aynı zamanda bu dönemde Kürtler arasında saygınlık ve sözleri dinlenen din âlimleri kendi iç dünyalarına çekilirler. 1930’lu yılların sonlarına doğru bölgede yerel isyanların sona ermesi ile birlikte, Kürt milliyetçiliği de pratik alandan uzaklaşmış, daha çok entelektüel alanda yeni bir döneme geçiş yapmıştır. Bu süreç içerisinde din ve milliyetçilik bir çeşit yeraltı dönemi yaşarlar.
Hasan Cemal ise 1925 yılından sonra izlenen siyasette ise Kürtler ve Kürt dili yok sayıldığını söyler. Bu dönemde Kürtlerin temel hak ve özgürlükleri sağlanmamıştır.
Demokrat Parti döneminden sonra ise Türkiye’de Kürt milliyetçiliğinin tırmandırılmasında Kuzey Irak’ta bulunan ve Kürtler üzerinde nüfus sahibi olan Molla Mustafa Barzani’nin de katkıları olduğu ileri sürülür. Bu dönemde Molla Mustafa Barzani Irak, Türkiye ve Suriye’deki Kürtlerin “ulusal bir kongre toplaması” yönünde çalışmalar yapmış. Ayrıca Türkiye’nin Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgelerinin sosyo-ekonomik ve coğrafi yönden geri kalmış olması Kürt milliyetçiliğinin canlandırılması çabalarının daha da hızlı gelişmesine katkı sunmuş.
Türkiye’nin çok partili hayata geçişi ile birlikte sosyal ve siyasal alanda yeni bir dönem başladı. Bu dönem içerisinde şark bölgelerinin ve Kürtlerin varlığı önem kazanmaya başlamış, siyasal temsiliyet noktasında Kürtlerin sosyal, siyasal ve ekonomik sorunları yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladı. Özellikle 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren gerek dünyada gerekse Türkiye’de hızla artan sosyalist fikirler ve bu fikirlerin siyasal alanda temsiliyetini sürdüren Türkiye İşçi Partisi, Kürt sorununu ülke gündeminde tartışmaya açtı. Bu tartışma uzun bir süredir sessizlik döneminde olan Kürt milliyetçiliğinin yeniden doğuşunun Türkiye’deki işaret fişeği olarak değerlendirilir. Bu dönem içerisinde kurulan ve Kürt milliyetçi hareketinin gelişmesini sağlayan Devrimci Doğu Kültür Ocakları da yine Türkiye İşçi Partisi ve Marksist Fikir Kulüpleri Federasyonu içindeki “Doğulular Grubu” tarafından 1969 yılında Mayıs ayında kurulmuştur.
DDKO’nun üniversitelerde okuyan Kürt gençler üzerinde önemli etkileri olmuş. İsmail Beşikçi’ye göre DDKO, Kürt toplumunun özellikle, öğrenci ve esnaf kesimlerinde etkilidir. İleriki aşamada bu dernek faaliyetlerini Güneydoğu ve Doğu Anadolu şehirlerinde de sürdürmüş. Ardından köylü kesim üzerinde de etkisini göstermeye başlamış. Kürtler üzerinde etkisini göstermeye başlayan DDKO ve bağlı dernekler Doğu illerinde ses getiren mitingler düzenlemişler. Ancak yaşanan 1971 muhtırası ve birçok dernek üyesinin tutuklanması DDKO’nun bir dernek faaliyetinden daha öteye geçmesini engellemişt. İsmail Beşikçi’ye göre ise, bu mitinglere karşı askeri birlikler tarafından Doğu ve Güneydoğu‟da çok yönlü operasyonlar yapılmış, bu operasyonlarda yaşanan olayların ve acı hatıraların Kürtler üzerinde toplumsal bir tramvaya neden olmuştur. Bununla beraber yaşanan gelişmeler, PKK’nın kuruluşu ve sonradan kurulacak olan Devrimci Doğu Kültür Dernekleri’nin (DDKD) oluşturduğu Sosyalist Kürt Milliyetçiliğinin zeminini meydana getirmiş.
PKK terör örgütünün kurucusu olan Abdullah ÖCALAN da bu dönem içerisinde DDKO’da faaliyet göstermiş. 1970’li yıllarda ise Abdullah ÖCALAN’ın önderliğinde Ankara’da Marksist-Leninist örgütlerden kopan bir grup tarafından ayrı bir yapılanma içine girilerek PKK terör örgütünün temelleri atılmış.
Öcalan bir taraftan PKK terör örgütünü kurarken diğer taraftan benzer amaç çerçevesinde faaliyet gösteren diğer örgütleri de kendisine rakip olarak algılamış. KAWA, Özgürlük Yolu, DDKD ve TKDP diğer yapıları “işbirlikçi” ya da “revizyonist” olarak suçlamış ve reddetmiş. Öcalan’a göre bu gruplar “Kürt ulusal hareketi için yüz karası; önderleri de kapitalist güçlere ya da Çin, Sovyetler Birliği, ABD ya da Türkiye’nin taleplerin teslim olmuş hainler”dir.
Ardından Öcalan 1977’de “Kürdistan Devrimi’nin Yolu” adlı bir bildiri yayınlayarak siyasi bir örgüttün gerekliliğinden bahsetmiş ve 27 Kasım 1078 tarihinde Diyarbakır’ın Lice ilçesinde PKK terör örgütünü kurmuş. Bununla birlikte PKK’nın teorik ve pratik altyapısının oluşturulduğu ve somut olarak kurulmasından önceki dönemde de başta Öcalan olmak üzere örgütün kurucuları tarafından toplantılar düzenlenmiş. Ankara’da 1973 yılında Çubuk Barajı, 1974 yılında Tuzluçayır, 1976 yılında Dikmen ve 1977 Ankara Mimarlar ve Mühendisler Odası’nda gerçekleştirilen toplantılar bu teorik ve pratik altyapının tartışıldığı toplantılardır.
Lice’de yapılan bu toplantı ise örgütün 1. Kongresi kabul edilmiş ve şu kararlar alınmıştır:
- Planlı hazırlık döneminin başlatılması,
- Kadro azlığı, eğitimsizlik ve yetersizliklerin giderilmesi,
- Yanlış tutum sonucu halkın örgütüne karşı tavır almasının engellenmesi,
- Dış bağlantı ve ilişkilerinin giderilme çalışmaları.
PKK filizlenme, kuruluş ve gelişme süreci içerisinde silahlı şiddeti yöntem olarak benimserken, ideolojik tabanda Marksist-Leninist fikirleri temel doktrin ve prensip olarak kabul etmiştir. Öcalan (1994: 78) bu ideolojinin örgüt için temel prensip olduğunu şu ifadelerle açıklar:
“PKK, Marksizm-Leninizm geleneğine uygun bir gelişme yaşamıştır. Bundan sonrası açık ki etle tırnak gibi birbirinden ayrılmayan bu miras üzerine şekillenecektir.”
PKK’nın Marksist-Leninist perspektife sahip olduğunu ise Öcalan’ın şu ifadelerinden anlamak da mümkün:
“Lenin 1900’de ne ise ben de 21. yüzyıl sosyalizmini temsil ediyorum, reel sosyalizmle savaşarak, emperyalizmle savaşarak yeni sosyalizmi inşa ediyorum.”
Yine Öcalan kendisinin “Kürt halkının mücadelesini Kürt olduğu için değil, sosyalist olduğu için başlattığını” söyler.
PKK terör örgütünün ideolojisi sadece Marksizm-Leninizm’den değil Maoculuktan da etkilenmiş. PKK’yı daha sonra diğer sol yapılardan ayıran en önemli özelliği de sahip olduğu Maocu etken. Maoculuk, devleti silah yoluyla yıkmayı hedefleyen Marksizm-Leninizm’e “gerilla savaşı”, “etnik milliyetçilik” ve “köylü devrimi” kavramlarını ekleyen bir formüldür.
PKK’nın kuruluş döneminde terör örgütü ilk olarak silahlı eylemlerine başlayana kadar altyapı hazırlıklarını yapmış. Kurulduğu ilk yıllarda ideolojisini geliştirmeye ve öncü kadrosunu eğitmeye çalışmış. Bu dönemde örgütü maddi kaynak sağlanması için de soygunlar yapılmasına, aynı zamanda gazeteci ve güvenlik güçlerine yönelik eylemlere düzenlenmesine karar vermiş. Bölgede terör örgütünün hâkimiyetini kurmak amacıyla gerilla taktiğini benimsemiş.
İdeolojisini geliştirme aşamasında bulunan terör örgütü bu dönemde Kürdistan Devrimi ve PKK’nın üç ilkesi olduğunu ifade eder. Bu ilkeler şu şekildedir:
- “Kürt halkı onursuz bir şekilde yaşamaktadır. Kürt halkı kendi kendine ihaneti sağlanmış bir halktır. Kürt halkı düşürülmüştür.
- Halkımızın yaşantısından, çağ dışı yaşam koşullarını normal yaşamaymış gibi telakki etmesinden, halkımızın köleliğinden, keyfi onur kırıcı dayatmalara boyun eğmesinden utanç duyuyoruz.
- Bu durumu muhakkak değiştireceğiz. Kürt halkı da dünyadaki öteki uluslar gibi eşit ve onurlu bir şekilde yaşayacaktır.”
PKK, kuruluş ve gelişme süreci içerisinde, kısa vadede amaçlarına önemli ölçüde ulaşmakla birlikte orta ve uzun vadede politik ajandası olan halk ayaklanmasını hayata geçirememiş. Bu durum PKK ve toplumun yaşadığı değer çatışmasının bir sonucu olarak görülebilir.
Mart 1980 tarihinde ise PKK ilk yayın organını faaliyete sokmuş. “PKK Bülteni” adı verilen teksir edilerek dağıtılan bu ilk yayın organı propaganda amaçlı kullanılmış.
12 Eylül 1980 askeri darbesi gerçekleşmeden kısa süre önce Öcalan Türkiye’de faaliyet gösteren terör örgütü militanlarına sınır dışına çıkmaları talimatını vermiştir. Bu dönemde yaklaşık 250 civarında militanı olduğu tahmin edilen terör örgütünün yaklaşık 60-70 militanının Lübnan’da bulunan El-Fetih’e ait kamplara geçmişler. 12 Eylül 1980 askeri darbesinde ise terör örgütünü eylemlerine katıldığı gerekçesi ile yaklaşık 1800 kişi yakalanmış ve hüküm giymiş. 12 Eylül darbesi sonrasında oluşan baskı ortamında siyasi faaliyetlerin durma noktasına gelmesi PKK terör örgütünün de sona erdiği şeklinde algılanmasına neden olmuş.
15-25 Temmuz 1981 tarihleri arasında ise PKK “1. Konferansı”nı gerçekleştirmiş. Buna göre, “Özellikle coğrafi koşulların, siyasi temelin, askeri araç ve gereçlerin, örgütlenmenin uygun olduğu alanlarda gerilla mücadelesi gündeme gelecek ve bu mücadele Kürdistan’da önemli roller oynayacaktır.” Bu kongreye göre “gerilla savaşı”nın bir halk ayaklanmasına dönüştürülmesi hedeflenecektir.
20-25 Ağustos 1982 tarihlerinde Lübnan’da bulunan Bekaa Kampı’nda PKK 2. Kongresi’ni gerçekleştirir. Bu Kongre’de alınan en önemli karar “silahlı direniş” hareketinin başlatılmasıdır. Bu konuda hazırlıkların yapılması, Türkiye’de seçilen bölgelere ilk “vurucu timler” gönderilmesi planlanmıştır. Bu maksatla da Irak kuzeyindeki barınma yerleri ve imkânlarının araştırılması yönünde çalışmalar başlatılır.
1984 yılına kadar yapılanma sürecini yaşayan örgüt ilk eylemini 15 Ağustos 1984 tarihinde Hakkâri’nin Şemdinli ve Siirt’in Eruh ilçelerine baskın düzenleyerek gerçekleştirir. PKK tarafından yapılan bu baskınlarla hem devleti zor durumda bırakıp siyasi tavizler koparmak, hem de yurtiçinde ve yurtdışında dikkati üzerlerine çekmeyi amaçlarlar.
Örgütün bu tarihten 2005 yılına kadar olan tarihsel günümüze kadar olan tarihsel süreci İhsan BAL şu şekilde tasnif eder:
- 1984-89 arası “yoğun terör”
- 1989-95 arası gerilla aşamasına geçme çabası,
- 1995-1999 arası büyük kentleri de kapsayacak şekilde tekrar yoğun terör,
- 1999-2005 arası ise farklı kombinasyonları eş zamanlı içeren, “terör, pasif itaatsizlik ve siyasallaşma” süreci.
“Yoğun terör” olarak nitelendirilen bu ilk dönemde PKK eylemlerini özellikle Kürtlere yönelik gerçekleştirir. PKK tarafından gerçekleştirilen ilk eylemlerin hak ve özgürlüklerini “savunduğu” Kürt vatandaşlarına yönelik yapmasının temel nedeni kendi varlığını kabul ettirmek ve Öcalan’ın ifadesiyle “zorun rolünü” uygulamaya koymak istemesidir.
Eylemlerin Kürtlere yönelik yapılması ilk başta örgüt ile çelişkili görülebilir. Ancak örgüt bu eylemlerle Kürtler ve devlet arasında iletişimi kesmek ve baskı ile kendi tarafına çekmeyi amaçlar. Bu yaklaşımı Öcalan, o yıllarda yalın bir şekilde ifade eder:
“Kürtler zorun gücünden anlar, onlarla fikri tartışmalarla bir sonuca ulaşmak olanaksızdır.”
Terör örgütü, 25-30 Ekim 1986’da yılında yapılan örgütün 3. Kongre’sinde aldığı kararla, gerilla düzeyinden “ordu” düzeyine geçer. Daha önce Halkın Kurtuluş Birlikleri (ARK) diye bilinen birimler lağvedilerek, yerlerine Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu (ARGK) kurulmuştur. Bu değişiklikteki amaç ARK gibi küçük birimler yerine, ARGK gibi çok daha kalabalık gruplarla eylem yapılmasıdır. Ayrıca terör örgütü bu eylemlerini ağırlıklı olarak bölgedeki Kürt sivillere yönelik gerçekleştirir.
Ayrıca bu dönemde siyasal alan çalışmaları yürütmek üzere Eniya Rizgariya Netewa Kurdistan (ERNK: Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi) kurulur. ERNK, PKK terör örgütünün siyasi eylemlerini düzenlemekle, mitingler ve basın toplantıları yapmakla, örgüt militanlarının eğitimi için lojistik destek sağlamakla ve örgütün finans işini organize etmekle yükümlüdür.
Siyasal alanda yapılan çalışmalar çerçevesinde 1987 genel seçimlerinde Kürt siyasal hareketindekilerin bir bölümü Sosyal Demokrat Halkçı Parti’yi (SDHP) desteklerler. Bu seçimde Ahmet Türk Mardin’den milletvekili seçilir. Ancak bu tarihlerde Paris’te düzenlenen “Kürt Konferansı”na katılmaları nedeniyle partiden ihraç edilirler. Aynı dönem içerisinde şehir faaliyetlerine ağırlık veren terör örgütü tarafından, siyasal alanda da mücadelesini sürdürme adına 7 Haziran 1990’da Halkın Emek Partisini (HEP) kurulur. HEP, seçim öncesi ortaklık kurduğu Sosyalist Halkçı Parti (SHP)’si içerisinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girer.
26-31 Aralık 1990 tarihleri arasında ise terör örgütü tarafından Irak’ın kuzeyindeki Haftanin bölgesinde, Abdullah ÖCALAN’ın katılmadığı 4. Kongre yapılır. Bu kongrede alınan kararlar arasında en dikkat çekeni kitlesel faaliyetlerin dayanışmalarla yaygınlaştırılması, parça parça “kurtarılmış alanlar” oluşturulmasıdır.
Bu çerçevede terör örgütü 1989-95 yılları arasında ise örgüt gerilla aşamasına geçme çabasına girmiştir. Bu dönemde daha önce baskı ve cebir uygulanan Kürtlere yönelik daha ılımlı yaklaşarak taban kazanmayı amaçlarlar. Ayrıca gerilla olmanın da önemli bir unsuru olarak “kurtarılmış alanlar” oluşturma gayretine ve belirli bir toprak parçası üzerinde faaliyet göstermeye de yine bu dönemde başlarlar. Ancak bu dönemde yaşanan yoğun çatışma süreci ve yapılan askeri operasyonlar sonucunda PKK başarısız olur.
Bu dönem içerisinde en dikkat çeken gelişmelerden birisi de Ekim 1992 tarihinde terör örgütünün Irak’ın kuzeyinde bulunan kamplarına yönelik olarak düzenlenen kara harekâtı. Bu kara harekâtı, terör örgütüne yönelik o güne kadar gerçekleştirilen en kapsamlı kara harekâtı olmuştur.
Daha öncesinde Başbakanlık görevini sürdüren Turgut ÖZAL’ın Cumhurbaşkanı olduktan sonra sorunun çözümü adına 1992 yılı sonbaharında bazı Kürt asıllı milletvekilleriyle yaptığı bir görüşmede, “silahların susması halinde bazı projelerle sorunu çözme yolunda girişimlerde bulunacağını” ima eder. Yine Özal, Irak Kürt liderlerinden Celal Talabani’yle yaptığı görüşmede “ateşkese gitmekte yarar olduğunu” belirtir. Devam eden süreçte Celal Talabani PKK terör örgütü lideri Abdullah ÖCALAN ile görüşme yapar ve terör örgütü tarafından Mart 1993 ortasında, Nevruz’dan bir gün önce başlayacak şekilde 25 günlük bir “ateşkes” ilan edilir.
Ancak Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL’ın hayatını kaybetmesinin ardından güvenlik güçleri 19 Mayıs 1993’te Diyarbakır ili Kulp ilçesi yakınlarındaki PKK militanlarından 12 kişiyi öldürür. Ardından Bingöl’den Elazığ’a intikal eden 35 silahsız erden 33’ü PKK tarafından kurşuna dizilerek şehit edilir. Bu gelişmelerin neticesinde ateşkes 8 Haziran 1993’te kaldırılır.
Yaşanan bu ateşkes sürecinde daha öncesinde siyasi faaliyetlerine son verilen Halkın Emek Partisi (HEP) yerine Demokrasi ve Değişim Partisi (DEP) kurma çalışmaları yürütülür. Ancak bu partinin de PKK terör örgütü ile ilişkilerinin belgelerle tespit edilmesi sonrasında bu parti de kapatılır.
5-15 Mart 1994 tarihleri arasında ise Suriye topraklarında PKK terör örgütünün 3. Konferansı yapılır. Öcalan yönetimindeki konferansta alınan en önemli karar ise silahlı eylemlerin daha da tırmandırılması ve yaygınlaştırılmasıdır. Ayrıca bu konferansta bazı “cephe komutanlıkları”nın kurulması ve metropoller ve turizm alanlarında eylemlerin gerçekleştirilmesi yönünde kararlar alınır.
Yine aynı dönem içerisinde DEP’li milletvekilleri yargılanır, Aralık 1994 itibariyle sekiz vekil 15 yıla varan değişik hapis cezalarına çarptırılırlar. Alınan bu karar Batılı devletler tarafından tepkiyle karşılanır ve Türkiye’ye yönelik silah alım ihalelerinin durdurulması, “Gümrük Birliği” anlaşmasının ertelenmesi gibi yaptırımların uygulanmasına yol açar. Karar sonrası Avrupa ülkelerine giden DEP’li milletvekilleri tarafından sürgünde bir “parlemento” açılması kararlaştırılır. Nisan 1995’te “Sürgünde Kürt Parlamentosu”, çoğu PKK’yla ilişkili dernekler ve PKK’nın ERNK siyasi kanadından gelen 65 üye ile Lahey (Hollanda)’da açılır. Batılı devletler tarafından da olumlu karşılanan bu yapılanma PKK terör örgütünün siyasi propaganda aracı olarak faaliyet yürütür.
1995 yılına gelindiğinde ise PKK terör örgütü, 1995 yılındaki “5. Kongre”de bayrağındaki orak-çekiç işaretini çıkarmak mecburiyetinde kalır. Bu kararın alınmasında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Marksist-Leninist rejimi simgeleyen rejimler ya da temsilcilerinin sona ermesinin etkili olduğu kabul edilir. Ayrıca aynı kongrede PKK’da başkanlık ve yardımcıları şeklinde yeni bir yapılanmaya gidilir. Bu şekilde terör örgütü “eyaletler” şeklinde alanlara ayrılır. Bir diğer önemli karar ise “dış destek” sağlanması konusundadır. Alınan kararlara göre terör örgütüne yardım koşuluyla “her devlet, grup veya kişi ile” ittifak kurulabileceği kararlaştırılır. Böylelikle uluslararası arenada “taraf’ kazanılması amaçlanmıştır. Bu kararın alınmasında “sürgünde Kürt Parlamentosu”nun Batılı ülkeler tarafından olumlu karşılanması ortaya koyduğu cesaret sayesinde olduğu değerlendirilebilir.
Bir sonraki bölümde ise 1995 yılından itibaren günümüze kadar olan süreci ele alacağız…
… Bu konuda okumak için …
Asimilasyon ile Şiddet Kıskacında Ulusalcı Kürtler (Kitap + Tartışma)
Etnik kökenimiz benliğimizin bir parçası, rengarenk insanlığımızın gerçek bir rengi. Ancak bu renk üzerinden yapılan bir baskı, bu renk “yüzünden” çekilen büyük bir acı sonucu diğer bütün renkler silinebiliyor. Bir başka deyişleIZDIRAPLAR ÜZERİNE YAPAY BİR KİMLİK İNŞA EDİLİYOR. Bir halka yapılabilecek en büyük kötülük bu belki de. Sadece Türk ya da sadece Kürt olmaya mahkûm edilen insanlar giderek insanlıklarını perdeliyorlar. Böylesi halklar ırkçılığa, her türlü şiddet çağrısına kucak açıyorlar. Zira duydukları kin ve nefret onları bıçak gibi bilerken bir yandan da tektipleşiyor, şeyleşiyor. Kürt aydınları kadar Türk aydınlarına da büyük iş düşüyor. İnsan olmadan “Türk” ya da “Kürt” olmanın imkânsızlığını halklarına anlatmak. Okuyacağınız bu kitap aydınların dikkatini tam da bu noktaya çekmek için hazırlandı: Asimilasyon ile şiddet kıskacı içindeki Kürt halkına… Buradan indirebilirsiniz.
Türk milliyetçiliği birleştirir mi yoksa parçalar mı?
İllâ ki bir tutkal/çimento mu gerekiyor? Milliyetçilik tutkalı adil ve müreffeh bir düzene alternatif olabilir mi? Adaletin, hukukun hâkim olmadığı ortamlarda Türklerin kardeşliği ne işe yarar? Belki de Türk Milliyetçiliği diğer milliyetçilikler gibi yok olmaya mahkûm bir söylem. Çünkü var olmak için “ötekine” ihtiyacı var. Ötekileştireceği bir grup bulamazsa kendi içinden “zayıf” bir zümreyi günah keçisi olarak seçiyor. Kürtler, Hıristiyanlar, Eşcinseller, solcular…150 sayfalık bu kitapta Türk Milliyetçiliğini sorguluyoruz. Müslüman ve milliyetçi olunabilir mi? Türkiye’ye faydaları ve zararları nelerdir? Milliyetçiliğin geçmişi ve geleceği, siyasete, barışa, adalete etkisiyle.Buradan indirin.
“Bebek katili! Vatan haini!…” PKK terörünü lanetliyoruz ama devlet eliyle işlenen suçlara karşı daha bir toleranslıyız. “Kürtler ve Türkler kardeştir” diyenlerin kaçı “sen benim kardeşimsin” demeyi biliyor Zaza, Sorani, Kurmanci dillerinde? Ülkemizin terör sorunu ne PKK ne de Kürt kimliğiyle sınırlanamayacak kadar dallandı, budaklandı. Bazı temel soruları yeniden masaya yatırmak gerekiyor: (*) Kürtler ne istiyor? (*) İspanya ve Kanada etnik ayrılıkçılıkla nasıl mücadele etti? (*) PKK ile mücadelede ne gibi hatalar yapıldı? (*) İslâm ne kadar birleştirici olabilir? Töre cinayetlerinden Kuzey Irak’a terörle ilgili bir çok konuyu ele aldığımız 267 sayfalık bu kitabı ilginize sunuyoruz. Buradan indirin.
Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu
Devlet gibi soğuk ve katı bir yapı bizimle olan ilişkisinihukuk yerine ırkımıza ya da inançlarımıza göre düzenleyebilir mi? GERÇEK hayatı son derecede dinamik ve renkli biz “insanların”. Birden fazla şehre, mahalleye, gruba, klübe, cemaate, etnik köke, şirkete, mesleğe, gelir grubuna ait olabiliriz ve bu aidiyet hayatımız boyunca değişebilir. Oysa devletimiz hâlâ başörtüsüyle uğraşıyor, kimi devlet memurları “ne mutlu Türk’üm”demeyenleri iç düşman ilân ediyor, Sünnî İslâm derslerini zorla herkese okutuyor… Bizim paramızla, bizim iyiliğimiz için(!) bize rağmen… Kürt sorunu, başörtüsü sorunu, Hıristiyan azınlıklar sorunu… Bizleri sadece “insan” olarak göremeyen devletimizin halkıyla bir sorunu var. Türkiye’nin “sorunlarının” kaynağı sakın ulus-devlet modeli olmasın? 80 sayfalık bu kitap Kurtuluş savaşı’ndan sonra Türkiye’ye giydirilmiş olan deli gömleğine işaret ediyor. Ne mutlu “insanım” diyene! Kitabı buradan indirin.