Uluslararası İlişkilerde Kaos(!)
By Emre Paksoy on Kas 9, 2013 in Akıl, Dış Politika, Kitap Sohbeti, Teknoloji
Bugünlerde uluslararası alanda en çok satan kitaplar arasında yer alan “Kaos: Yeni Bir Bilim Yapmak (Chaos: Making New Science)” isimli kitabı okuyorum. Kitapta hepimizin az çok bilgi sahibi olduğu kaos teorisi hakkında ilgi duyanlar için temel düzeyde bilgilere yer veriliyor, tavsiye ederim.
Kitabı bulmam ve okumam ise “Foreign Policy” sitesinde bir yazı vesilesi ile oldu. Kaos teorisinin uluslararası ilişkiler ve çatışma durumlarına bakış açısına değinen oldukça kısa bir yazıydı. Yazıda genel olarak, 50. yılını doldurmuş olan kaos teorisinin uluslararası ilişkiler alanında uygulaması olup olamayacağını sorguluyor. Aynı zamanda bu konuda okunması gereken bazı kaynaklara da dikkat çekiyor.
Şöyle ki, kaos teorisinin ilk ortaya çıkışı aslında yaşamın belirli-sabit bir döngü çerçevesinde gerçekleşen bir olgu olmadığının ortaya koyduğu bir arayış… Bu nedenle rasyonel mantığa göre yapılandırılan bir bilim sistemi “yaşam”ı açıklamakta yetersiz kaldığı düşünülüyor. Ya da bizim “sebep- sonuç” ilişkisi içerisinde alakasız gördüğümüz sebepler hiç beklenmedik sonuçlar ortaya koyabilir. İşte kaos teorisi de meydana gelen böyle bir “kaosu” açıklama çabası içerisinde.
Ayrıca kaos teorisi şu an bilgisayarlarda geçerli olan 0-1 mantığının yaşam geçerli olmadığını, bir olgunun belirsiz, yani aynı anda hem doğru hem yanlış (hem 0, hem 1) olabileceğini iddia ediyor. Mesela en basit örnekle açıklarsak 2×2’nin “4” olduğu kesin değil. Farklı hesaplamalarla farklı sonuçlar elde edilebilir. Bu yüzden bilgisayarların 0-1 mantığı bile tartışmaya açılmış durumda. Artık “kuantum bilgisayarların geliştirilmesi için çalışmalar yürütülüyor. Mesela Google ve NASA tarafından yürütülen bu proje bu örneklerden bir tanesi.
Sadece matematik ya da bilgisayar teknolojisi alanında değil tabi. Aynı durum yaşamın diğer alanları için de geçerli. Konu hakkında az çok malumatı olanlar Kuantum Mekaniği ve “Schrödinger’in Kedisi” deneyini bilirler. İlgisini çekenler için de internette birçok kaynak mevcut. Yine Alev Alatlı’nın da bu konu hakkında bazı eserleri var.
Konuyu uluslararası ilişkiler boyutunda düşünürsek yine benzer sonuçlarla karşılaşabiliriz. Bu minvalde yaşanan gelişmelere “kaos” penceresinden baktığımız zaman, her şeyi salt sebep-sonuç ilişkisi ve tamamen doğru ya da yanlış çerçevesinden açıklamak makul durmuyor. Bunun yerine daha kapsamlı ve çok boyutlu düşünülmesine ihtiyaç var.
Bu olguyu destekler yönde uzun zaman önce Mahir Kaynak’ın kaleme aldığı bir makale okumuştum. Yaşanan gelişmelerin (savaş, terör vb.) sebepleri üzerine düşünürken her zaman neticesinde kazanan ve kaybedene baktığını söylemişti. Ancak daha sonrasında böyle bir bakış açısının yeterli olmayacağını, çünkü sebeplerin her zaman rasyonel hareket etmeyeceklerini de eklemişti. Mesela, “cihad” adına canlı bomba eylemi yapan bir kişi, yaptığı eylem neticesinde cihadın amacına uygun bir sonuç elde etmiyordu. Ama irrasyonel düşünce çerçevesinde bu eylemi gerçekleştirmekten de geri kalmıyordu. Aslında mantıksal açıdan böyle bir eyleme tevessül eden talihsiz insan için de doğru ve yanlışların farklı bir mantık ağacından ilerlediğini ve neticesinde kendisi için “rasyonel” sonucu elde ettiğini de söylemeden geçmeyelim.
Şimdi bu bilgilerden buradan yola çıkıp örnek olarak yaşadığımız coğrafyadaki son gelişmeleri ele alıp bir beyin fırtınası yapabiliriz…
Suriye yaşanan kıyım ile bizim yıllardır yaşadığımız Kürt Sorunu’na bakalım. Bildiğiniz üzere Suriye’de ilk halk hareketi ortaya çıktığı zaman muhtemelen kimse iç savaş sürecinin bu kadar uzun olmayacağını düşünmüyordu. Diğer Arap ülkelerinde yaşanan “baharlar” -ki ne kadar bahar olduğu da muamma- gibi kısa sürede amacına ulaşacağı tahmin ediliyordu. Hatta Başbakan Erdoğan bile bir ara Esed’e 2 aylık bir ömür biçmişti. Ancak şu an itibariyle bu iç savaş daha da şiddetlenerek devam ediyor.
Diğer taraftan, iç savaşın süresinin bile öngörülemediği bir ortamda PKK’nın uzantısı PYD’nin bölgede önemli bir etken olacağı o gün için kestirilemedi. Hatta örgütün bile kendisi bu durumu öngörmedi ve stratejik değişikliklere gitmek zorunda kaldı. Böyle bir süreçte, Kürt Sorunu, ateşkes, çözüm süreci derken, sınırımızda YPG bayraklarını görünce de bir anda kamuoyunda “PKK devlet kurdu” intibaı oluştu. Ama kısa bir zaman PYD ile (gayri)resmi görüşmeler bile başlatılabildi.
Son tahlilde mevcut duruma bakarsak, bir taraftan hala çözüm aşamasında olan ve pamuk ipliği ile bağlanmış Kürt Sorunu, bu sorunun bir tarafı olan düşman mı müttefik mi olduğu kestirilemeyen bir PYD ile beraberiz. Ayrıca uluslararası alanda Türkiye’yi, desteklendiği iddiaları nedeniyle zora sokan El Kaide yanlısı gruplar ve hala devrilemeyen Esed… Aslında yaklaşık 3 yıl öncesine kadar öngörülemeyen denklemler meydana gelmiş durumda.
Kısacası hepsi birbirine girmiş bir durumda olan birden çok fazla değişkeni olan bir denklem var karşımızda. Ve denklemin neticesinde her türlü sonuç karşımıza çıkabilir, yani 1 de olabilir 0 da… Ya da 2×2’nin 4 dışında başka bir doğru cevabı olabileceği gibi… Yani aynı kaos teorisinde olduğu gibi…
Bu noktaya kadar mevzu bahsi olan denklemin ortaya koyduğu sonuçlardan bir tanesi ve şu an itibariyle yaşananı. Şimdi oturup bu denklem üzerinde değişiklikler yaparak farklı ve yanlış olmayan bir sonuç elde etmeye çalışalım.
Mesela, eğer Türkiye Kürt Sorunu ile boğuşmasaydı, Suriye’de oluşacak PYD tarzı bir yapılanmayı kendisine tehdit olarak görmeyecekti. Ya da Suriye’de oluşacak böyle bir yapı Türkiye’yi kendisine hedef olarak belirlemeyecekti. Böyle bir durumda Türkiye Esed’e karşı oluşabilecek tüm muhalif yapıları (Esed ile PYD ilişkisi de ayrı bir değişken tabi) bir araya getirebilecek daha kucaklayıcı bir politika izleyebilirdi. Hatta böyle bir durumda ÖSO ve PYD arasında ara bulucu dengeleri gözeten bir politika bile ortaya koyabilirdi. Ardından tüm yapıları kucaklayan bir Türkiye, Suriye çıkmazındaki en etkili aktörlerden birisi konumuna gelecekti. Böyle olunca belki de El Kaide’yi destekleme ya da oyun dışı bırakılma gibi bir durumla karşılaşılamayabilirdi. Hatta Esed’e karşı muhalifleri birleştirebilen ve diğer ülkeleri yönlendiren bir Türkiye sayesinde Başbakan’ın söylediği gibi kısa sürede Esed rejiminin sonu gelebilirdi.
Bu bahsi geçenler ise denklem üzerinde yapılan birkaç değişikliğin ortaya koyduğu sonuçtan ibaret. Denklemin unsurları bu kadarla da sınırlı değil ve daha karışık tabi. Bu karışık durumu açıklamak için bu tarzda bir tablo bile mevcut.
Peki, bunlar bizim için ne ifade ediyor?…
Aslında buradaki amaç Suriye üzerinde derin tahliller yapmak değil. İşin gerçeği şu an kendimi bu konuda ehil görmüyorum. Buradaki amacımız, daha önce söylediğimiz gibi, kaos teorisinin uluslararası ilişkiler üzerindeki etkisi konusunda bir beyin fırtınası yapmak. Bunun için yeteri kadar veri ve birikim ülkemizde doğal olarak mevcut… Siz de buradan yola çıkarak birçok farklı senaryo ortaya koyabilirsiniz..
Bu örnekler aslında bize bu coğrafyanın her türlü denklemi barındırdığını ve birçok farklı sonuçların ortaya çıkabileceğini, dengelerin çok kısa zaman dilimi içerisinde değişebileceğini gösteriyor. Aslında “kaos”un hakim olduğunu!
Aynı zamanda doğru-yanlış, iyi-kötü gibi kavramların değişken olduğunu, salt iyi-kötü, salt siyah-beyaz olmayacağını, aslında arada da bir de “gri” alan olduğunu, bir dönem doğru olanın daha sonrasında yanlış, yanlışın ise doğru olabileceğini de gösteriyor. Mesela Kuzey Irak ve Irak Merkezi Yönetimi konusundaki tutumuz ya da Esed’in durumu…
Bu yüzden uluslararası ilişkiler ve çatışmaların (Kürt Sorunu gibi) çözümü konusunda daha geniş bir vizyona her zaman ihtiyaç duyduğumuz ortada. Hatta sahip olmamız gereken vizyon, bulunduğumuz coğrafi konum itibariyle birçok ülkeden daha geniş olması gerektiği de…
Peki tüm bunlar bizim ilke olarak düşük vizyonlu bir politika izlediğimiz anlamına mı gelir? Mısırdaki darbeyi önceden bilememe, Başbakan’ın Esed’in gideceği tarih konusunda yanılsamaları, ‘1 saatte Suriye’yi yerle bir ederiz’ diyen Egemen Bağış’ın açıklamaları böyle bir iddia için sağlam nedenler ortaya koyuyor olabilir. Ancak konuyu izah etmek açısından yeterli değil… Dediğimiz gibi kesin ifadeler bu noktada yetersiz kalıyor.
Ancak bu noktada çok yönlü düşünülmesi gerektiği, dengelerin iyi gözlenmesi ve analiz edilmesi gerçeği hiç değişmemekte… Olaylara yaklaşım tarzında duygusallığın ön plana çıkması, ani sıcak gelişmelerin uzun vadeli politikaları belirlemesi gibi hatalara düşmemek gerek…
Tabii bu bahsettiklerimiz sadece dış politika ile alakalı da değil. Hayatın birçok alanında, birçok sosyal konu üzerinde böyle bir paradigmanın işletilmesi belki de sosyal sorunların çözümüne çok çok farklı bir boyut ortaya koyabilir.
Mesela “Gezi Parkı” deriz, ancak yazı daha da uzar…
… Farkl konularda e-kitap okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.