Sigmund Freud’un Faşizme Katkısı (1)
By my on Kas 16, 2013 in faşizm, Kitap Sohbeti, Pozitivizm, Psikanaliz, Sigmund Freud
Sunuş: Sigmund Freud’un fikirleriyle faşizme ve ırkçılığa hizmet ettiğini savunsak abartmış olur muyuz? Devleti putlaştıran, şiddete, üniformaya taparcasına bağlanan faşistler ile insanın iç dünyasını araştıran bir psikanalist nasıl anlaşabilir?
Gerçekten acayip! Nazi Almanyasında kitapları toplatılıp yakılmış bir Yahudi “bizim” Sigmund. Dahası 1938’de Naziler’in Viyana’yı işgal etmesinden sonra Avusturya’dan kaçmak zorunda kalmış. Gelin görün ki Adalet / Düzen / Hukuk / Vicdan konularında savunduğu tezler gerek sıradan faşizmin gerekse bugün hâlâ başımıza belâ olan Amerikan saldırganlığının genetik kodlarını ihtiva ediyor. Derin mevzu… Biz de derin bir soluk alarak başlıyoruz. (MY)
Avrupa’da ahlâk, vicdan ve adalet ile inanç arasındaki bağ nasıl koptu?
Eski Yunanca İncil nüshalarında geçen παρακλητος (oku. “Paraklitos”) kelimesinin mânâsını, daha doğrusu bu kelimenin Aramice karşılığını arıyordum. İncil tercümelerinde uzmanlaşmış pastörlerle tanıştım. Protestan ilahiyat fakültelerinde hocalık da yapan bu kıymetli insanlarla bir kaç hafta yazışmadan sonra hayret içinde kaldım zira bir çok temel konuda kendi aralarında hemfikir olmadıklarını gördüm. Meselâ Bazıları Paraklitos kelimesinin sadece Hz İsa’ya (a.s.) özgü bir vasfa, Kutsal ruh oluşuna işaret ettiğini söylüyorlardı. Diğer bir kısmı Yunanca’da “öteki” anlamına gelen iki kelime olduğunu hatırlattı: Birinci grubun açıklaması doğru olsaydı ana metinde farklı bir “öteki” anlamına gelen, tenzih etmeye yarayan “ἕτερος” (oku. “heteros”) kelimesini görecektik. (Kahve değil ötekini, çayı istiyorum gibi) Oysa Yohanna İncil’inde “ben bir paraklitosum, benden sonra öteki paraklitos gelecek” diyor Hz İsa (a.s.). Yani kendisini ayrı tutacak, geri kalanları uzaklaştıracak şekilde “ἕτερος” kelimesini kullanmıyor; teşbih mânâsı veren “αλλος” (oku. “allos”) diyor. (Bir kahveden sonra ötekini, ikinci bir kahveyi ister gibi)
Hristiyan akaidini silip atabilecek bir yorum farkıydı bu! Çünkü Hz İsa’nın (a.s.) yegâne paraklitos değil bir kaç tane paraklitostan bir tanesi olduğu, kendinden sonra gelecek birini haber verdiği mânâsı çıkıyor. Nasıl oluyor da yıllarını Eski Yunanca İncil tercümesine adamış, Grek lisanını Yunanlılardan bile daha iyi bilen bu insanlar akaidin kalbindeki bir meseleyi çözmekte aciz kalabiliyorlardı? Galiba malümat çoktu ama ilim yoktu…
Psikanaliz ve liberal- seküler adalet
Vahiyy ile bilinen Din başka, menba’ından koparılmış, gökten yere indirilmiş, objektif kısımlarına indirgenmiş, bilimselleştirilmiş dinî malümat başka. Kitaplardan okunanı Din zannetme hastalığı ne yazık ki bizim köyde de var. İlahiyat fakültemerimizden kıymetli insanlar çıkmış ama bu durum aynı kapılardan kitap yüklü eşeklerin çıkmasına mani olmamış (Cuma, 5). Nitekim “kabir azabı yoktur, mucize yoktur, Aşk-ı ilâhî yoktur, kurban kesmek yerine ayakkabı dağıt, namaz ibadet değildir, fazla oruç tutuyoruz, teravih gereksizdir….” diye konuşan, adam olamadığı için nemrutçuk olmuş ilahiyatçılarımız var. Zira ilahiyat tedrisatı malümat kazandırıyor talebelere, ilim değil.[1] Malumunuz, İlim, İrfan ve Hikmet kesbî olduğu kadar vehbîdir. İlm ile amel etmek, alim olmak, bir malümat toplama meselesi değildir. Alim olmak tedrisat esnasında toplanan malümat ile talebe arasında kurulan münasebetin meşruiyetiyle dahi alâkalı bir mevzudur. (Bkz. El-munkizu Min-ad-dalâl / Hz Gazâlî)
İşte bu İlim – Malümat ekseninde bakmak gerek Sigmund Freud’a. Özellikle de Din – Vicdan – Adalet ilişkisine. Freud iman etmediği için inançla ilgili mevzulara dışarıdan göründüğü şekliyle, “objektif” olarak bakıyor. Yani beyaz bir laboratuar faresini kesip biçer gibi inancı bilimin konusu yapıyor. Gerek 1927’de yayınlanan Bir Yanılsamanın Geleceği gerekse üzerine konuştuğumuz Mutsuzluk Kültürü (1929) aynı pozitivist tezi savunan iki kitap:
“Tanrı, cennet, cehennem, vs insanların korkudan uydurdukları fikirlerdir, din kollektif bir histeridir.”
Aslında bu sözler elbette objektif / bilimsel bir duruşu sergilemekten uzak: Freud’un ateist dogmalara dayanarak ortaya koyduğu bu tez özünde Budist veya Müslüman bir amentü kadar sübjektif: Ortak bir tanrı ve ahiret yok (ya da liberallerin dediği gibi tek bir din ve tek bir tanrı konusuda mutabakat yok). O halde adaleti dinsel kalıplardan çekip çıkarmak, sekülerleştirmek gerekir diye düşünüyor adamımız. Bir başka deyişle Freud’un tavsiyesi adaleti, ahlâkı, vicdanı dünyevîleştirmek; bugün bir çok liberalin savunduğu gibi (Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı)
Liberaller için fayda ve iyilik arasında fark var mıdır?
Tabi komplo yok; liberaller iyi niyetle çıktılar yola. [2] Dindar insanlarla ateistleri bir arada, birbirine baskı yapmadan yaşatabilecek toplumsal bir düzen arayışı içindeydiler. Freud da bunu istiyor işte: Adalet Tanrı’nın sözüne uymak için değil toplumda düzeni, güvenliği ve refahı sağlamak için tesis edilsin. Kaynağını ve meşruiyetini bir yaratıcıdan alan, ölümden ötesini de kapsayan, nihaî cezası bir cehennemde biten ilâhî adalet terk edilsin. Adalet hakla değil fayda ile temellendirilsin. Kur’an ya da İncil’de tarif edilen iyilik yerine herkes için ortak ve cari olan ekonomik fayda konulsun, insan kulluktan çıksın, homo-economicus olsun (Bkz. Derin Lügat maddesi: İnsan / Birey / Kul / Homo Economicus). Freud’un kelimeleriyle söylersek:
“… Toplum bir insanın komşusunu öldürmesini yasaklar. Bu emri ortaya koyarken bunu açık olarak insanın başka türlü uygulanabilirliği olmayacak toplumsal var oluşu için yapmıştır. Çünkü katil öldürülen adamın akrabalarının öç alma duygularını ve başkalarının gizli kıskançlığını üzerine çekecektir. Bu insanlar böyle şiddet eylemlerine fiilen eğilimi kendi içlerinde katil kadar taşımaktadırlar. […] Herkes için eşit bir tehlike olan yaşamın güvensizliği, şimdi insanları, bireyin öldürmesini yasaklayan ve yasağı çiğneyen herhangi bir kişiyi toplumsal olarak öldürme hakkını saklı tutan bir toplum halinde birleştirir. Demek ki burada, adalet ve ceza vardır. Kendi isteğimiz olan şeyi artık Tanrı’nın isteği diye göstermez ve toplumsal nedeni vermekle yetinirsek dinî boyutu kaybederiz ama yasağı riske atmaktan da kaçınırız …” (Freud, Bir Yanılsamanın Geleceği, 1927)
Bu satırlara dikkatlice bakacak olursanız Freud’un tıpkı Jeremy Bentham ve John Stuart Mill gibi faydacı / utilitarian / pragmatik bir perspektiften baktığını fark edersiniz. Tanrı-Ahiret tasavvurundan koparılmış dünya görüşleri ister istemez yeryüzü cenneti kurmaya yelteniyorlar. Özünde materyalist kavramlarla inşa edilen bütün ideolojiler bunu söylemiyor mu? Komünizmden liberalizme, hatta bir ateşkes rejimi olan demokrasiye kadar bütün siyasî tercihler bu dogma üzerine inşa edilmedi mi? Kısaca özetleyecek olursak:
“… dini bu işe karıştırmayın; zaten kötü iş yapmak eninde sonunda herkese zarar vermez mi? Dindar ya da ateist, hiç birimiz hırsızları, katilleri sevmeyiz. Eh o halde kötü = zararlı demektir ve tabi ki iyi = faydalı. İncil’deki bir Tanrı’nın gökten emir yağdırmasına gerek yok. Herkes kendisi için neyin iyi (=faydalı) ve neyin kötü (=zararlı) olduğunu bilecek kadar akıllı değil mi? …”
İyi – Kötü yerine fayda-zarar koymak
İslâmî açıdan bu şirktir. “Din istemem, özgürüm, aklım, zevk ve tercihlerim bana yol gösterir” diyen insan aslında kendi aklını ve heveslerini ilah edinmiştir. Özgür değil nefsinin kulu ve kölesidir ancak. Çünkü insan ilâhsız yaşayamaz. İnanmayanların sistemi buysa dindarlar ne yapabilir? Müslümanların veya Hristiyanların “eh madem dinî bir düzende anlaşamadık, bari seküler bir sistemi kabul edelim de barış içinde şirk üzere yaşayalım” demesi elbette bir mağlubiyettir. Müşriklere karşı mı? Hayır, yine kendi nefislerine karşı. Ticaretimiz aksamasın, huzurumuz kaçmasın diye “iyi – Kötü yerine fayda-zarar koymak” adaleti çöpe atmaktan başka bir şey değil.
Son tahlilde Stalin’e veya Hitler’e köle olmak insanın kendi nefsine köle olmasından daha az kötü bir durum. Zira zalim efendilerden kaçıp kurtulma imkânı vardır. Ama insan kendi nefsinden kaçamaz. Ancak onu Din ile terbiye edebilir.
Evet, Freud’un psikanaliz projesi ne yazık ki nefs-i emmare ile nefs-i levvamenin bazı veçhelerini keşfetmekten öteye geçememiş. Üstelik kendi nefsinde yaşadığı sıkıntıları bütün insanlığa, insan fıtratına atfettiği için “insan – toplum” ilişkisine bakışında ciddî arızalar olduğunu teslim etmeliyiz:
“… Kültürümüz arzuların ve içgüdülerin bastırılması üzerine inşa edilmiş. Her bir ferd sahip olduğu hakların bir kısmından -her şeye gücü yeteceği duygusundan ya da kişiliğindeki saldırgan veya öç alıcı eğilimlerinden vazgeçmiş. Bu katkılardan uygarlığın ortak malvarlığı maddi ve düşünsel zenginlik olarak gelişmiş. […] Din adına yapılmış olsa da bu özveriler kültürümüzün gelişmesi için faydalı. her bir ferdin özveride bulunduğu içgüdüsel doyum parçası bir kurban olarak Tanrıya sunulmuş ve bu biçimde edinilen toplumsal malvarlığı “kutsal” olarak ilan edilmiş. Kendine hakim olamayarak bu içgüdüyü bastırmayı kabul edemeyen adam toplumun gözünde bir “suçlu”, bir “yasadışı” haline gelir. Ya da toplumsal konumu ve istisnai yetenekleri onu büyük bi r adam, bir “kahraman”olarak topluma kabul ettirir …” (Totem und Tabu – Totem ve Tabu, 1912)
Freud hemen bütün eserlerinde olduğu gibi meşru olan fıtrî temayül ile insan nefsinin azgınlıklarını bir tutuyor. Oysa toplumun/dinin/geleneğin bastırdığı her arzu aynı meşrulukta olmayabilir. Meselâ insanın sevdiği kişiyle evlenme özgürlüğü ile fuhuş serbestliği bir tutulamaz. Keza ailenin çocuk sayısı konusunda vereceği karar ile kürtaj konusunda vereceği karar aynı ahlâkî zeminde değerlendirilemez.
(Gelecek bölüm: Freud’un adalet tasavvuru neden hakkı değil kuvveti yüceltir? Toplum lehine bireyin ezilmesi ve bunun güvenlik adına savunulması, Düzen ve adalet arasındaki farklar, Freud’da Eros – Thanatos dikotomisi, vicdan azabı ve otorite korkusu münasebeti, liberalizmin faşizme benzeyen yönleri )
Dipnotlar
1° Bu minvalde, İslâmî bilgi bile gayrımeşru olabiliyorsa diğer malümat insanı nasıl şakî yapmaz? Evet, meslekî malümatın doruklarda gezmesi ahlâkî tercihlerin yerlerde sürünmesine, solucan ve akreplerden bile daha aşağıda olmasına engel değil. (Araf, 179)
2° Ama unutmamak gerekir ki “Cehennem’e giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir” (Fransız atasözü)
… E-kitap okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
2 Trackback(s)