RSS Feed for This Post

Sigmund Freud’un faşizme katkısı(2)

nazi-freud“… Avrupalılar için Hitler, ‘bizden birisi’ idi. Kendi nefislerinden sudur eden kin, öfke, gadap (Haçlılar, sömürgecilik, emperyalist istila) Hitler’de ete kemiğe bürünmüş, müşahhas hale gelmiş. Bu adamla aralarında bir nevi yakınlık hissediyorlar ama kabul etmiyorlar…” (Tanrı’yı Hatırlamak / Sidi Hasan Abdullah Abdülhamid[1])

Faşizm neden bu kadar düzenlidir hiç düşündünüz mü? İkinci dünya savaşından kalma fotoğaflara bakın. Pantolonu, gömleği buruşuk askerler vardır: Amerikalı, Fransız veya Rus. Ama Almanların üniformaları, hele SS subaylarınınki jilet gibidir. Faşist ordular bir güruha, ne yapacağı belli olmayan bir kuru kalabalığa benzemez. Tersine, düzenlidir. Herkesin görevi bellidir. Tutuklanacak olanlar fişlenmiştir. Kim işkence görecek? Hangi kitaplar yakılacak? Herşey bir düzen, nizam ve intizam içinde yapılır. Törenlerde de en düzgün yürüyen askerler faşist orduların askerleridir. Organize olmuş yani organ-laşmış insanlardır faşistler. Vicdanları yoktur, dişli çarklara benzerler: Gayrı-insanî, otomatik, öngörülebilir, birbiri yerine ikame edilebilen yedek parçalar gibidirler. Faşist insanlar “Varlığım devletime/ırkıma armağan olsun” diyerek insanlıktan, haliyle hürriyetten ve mes’uliyetten vazgeçmişlerdir. Onlar makineleşmişlerdir. Hürriyetten istifa edip determinizme tabi olduklarından hayvanlaşırlar. Sorgusuz, sualsiz ama hep düzenli bir şekilde zulüm ederler. Cesaret değildir onları saldırgan yapan, tersine korkaklıktır. Zira faşistlerde hürriyet (=mes’uliyet) korkusu vardır. Bu yüzden yeni durumların yol açtığı belirsizliklerden nefret ederler; hep bir düzen isterler. Meselâ Sigmund Freud kendi hürriyet korkusunu şöyle izhar etmiştir:

“… Düzen bir tekrar etme mecburiyetidir. Bir şeyin ne zaman, nerede, nasıl yapılacağı önceden bir kural ile belirlenir. Bu sayede aynı durum ortaya çıktığında hiç çekinmeden yapılması gereken yani kuralın emrettiği şey yapılır. Kurallar insanların zamanı ve mekânı daha verimli kullanmasını sağlar. Daha baştan herkesin düzene meyletmesini beklerdik. Ama  insan tabiatında ihmal, düzensizlik ve tembellik var. Semavî modellerin taklid edilmesi için insanların önce ağır bir eğitimden geçmesi gerek …” (Mutsuzluk Kültürü, 1929)

Düzen… Masum görünüşüne rağmen ne kadar tehlikeli bir kelime değil mi? Ve Freud ne büyük bir yanılgı içinde. İsrarla savunduğu düzen insanî bir değer değil maddî bir avantaj. Çünkü iyi ve güzel işler kadar zulüm de düzenli yapılabilir. Freud’un Londra’ya kaçmasından sonra Nazilerce toplanan Yahudiler ne kadar da düzenli bir biçimde konmuştu trenlere ve düzenli bir şekilde fırınlarda yakılmıştı. Ağızlarından sökülen altın dişleri, ayakkabıları ve gözlükleri ayrı ayrı kutulara düzenli  olarak tasnif edilmişti.

duzenli-toplumDüzen fetişizmi ve faşist hukuka geçiş

Tabi şöyle bir savunma yapılabilir Freud hakkında: “Kardeşim adam jermanik kültürde büyümüş, düzenli işleri seviyor, ne kötülük var bunda? Ütülü pantolonlar ve senkronize saatler adamı faşist yapmaz ki” Elbette düzenin sevilmesi değil mesele. Faşizm maddî bir değer olan düzenin insanî değerler mertebesine yüceltimesiyle başlıyor. Yine Sigmund Freud’un sözleriyle ispat edelim tezimizi:

 “… kültürün en önemli unsurlarından biri insanlar arası münasebetleri düzenlemesidir. Komşu , hizmetçi, cinsel arzunun yöneldiği kişi , aile ferdi, vatandaş olarak. […] Eğer bu düzenleme olmasa gücü yeten zayıfa istediğini yaptırır. İnsanların ortak yaşaması için tek tek bireylerden daha güçlü olan bir çoğunluk oluşmalı.  Bu topluluğun gücü hukuktur, karşısında direneceği bireysel güç ise kaba kuvvettir. Kaba kuvet yerine hukukun geçmesi kültüre giden yolda belirleyicidir. Bir kişinin arzularına bütün cemiyetin boyun eğmeyeceği bu düzenin garanti edilmesi adalettir. […] Bireyler arzularından fedakârlık ederler ama kaba kuvvete karşı cemiyet tarafından korunurlar …” (Mutsuzluk Kültürü, 1929)

Hak kudrette midir? Yoksa kudret hakta mıdır? Seküler bir adalet tarifi yapmak ne kadar zor değil mi? Yukarıdaki satırları yazan Sigmud Freud’un hukuka ve adalete bakışı elbette şok edici. Kollektif baskıya ve şiddete boyun eğen bu düşünce tarzı faşizme gebe. Bunu söyleyebilmek için ne siyaset felsefesine lüzum var ne de Avrupa tarihine. Fizikî güvenlik uğruna, asayiş ve düzen uğruna bireysel özgürlüklerden koşulsuz vazgeçilebilmesi, kollektif baskıların otomatik olarak “meşru” ilân edilmesi … Fakat Freud’un kitap ve konferanslarıyla bütün dünyaya yaydığı faşizan fikirler bunlarla sınırlı değil. İnsan hürriyetini reddeden, vicdan azabını otorite korkusuyla eşitlemeye çalışan bir insan Freud. Yaramazlık yapan bir çocuğun muhtemel bir cezadan korkması gibi dünyevî kurallara karşı gelmenin maddî, dünyevî bir bedeli olacağını, vicdan azabının da böyle bir endişeden ibaret olduğunu söylüyor.  (Bkz. Mutsuzluk Kültürü, bölüm VII) Bu perspektifte israr ettiği için insan topluluklarını makine veya hayvan sürüsü gibi determinist kurallara sıkıştırması kaçınılmaz:

Neo-nazi“… Ortak korkularla manipüle edilen, aklını kullanamayan, sürü gibi davranan insanlar için için saygı denen mevhum da özünde bir egemenlik türüdür: Eleştirel yeteneklerini tümüyle felç eder ve onları şaşkınlık ve korkuyla doldurur. … Ancak bu korkakların saygısı başarıya bağlıdır ve başarısızlık durumunda yok olur …”

Ne acayiptir ki Freud’un 1929’daki faşizan duruşuna eleştiri gibi duran bu sözler yine Sigmund Freud’a ait, 1921’de yayınlanan Sosyal Psikanaliz ve Ego (alm. Massenpsychologie une Ich-Analyse) isimi kitabından. Eleştiriye, bireysel yargılara, vicdan ile sürü baskına direnmeye bu kadar önem veren Freud nasıl oldu da faşizme çanak tutacak şekilde “düzenli toplum” (Bkz. alm. “Volksgemeinschaft“) saplantısına girdi? Nasıl oldu da toplumun gücünü adalet gibi bir değer ile eşleştirdi? Zannediyorum güçlenen ırkçılık Freud’u da korkuttu ama bizim psikanalist çareyi maneviyatta değil de “ırkçı serserileri” düzenleyecek bir maddî güçte, Weber’in tabiriyle “meşru devlet şiddetinde” aradı. Eğer doğruysa bu arayış onu çok sert bir dille eleştirdiği sürüleşmiş gürûhlara dahil eder tabi; bu da acı bir gerçek. Lisandaki bozukluk konusuna geçmeden Freud’un Sosyal Psikanaliz ve Ego kitabından bir kaç satır daha paylaşmak isterim. 1921’de haklı olarak eleştirdiği bir duruma 8 yıl sonra kendisinin de düşmesi ne kadar ibret verici :

“… McDougall  daha düşük zekalıların aklının daha yüksek zekalıları kendi düzeylerine çektiklerini söyler. İkincilerin etkinlikleri engellenmiştir çünkü genelde bir duygu şiddetlenmesi mantıklı entelektüel çalışma için uygun olmayan koşullar teşkil eder. Zira bireyler grup tarafından ürkütülmüşlerdir, akılları özgür değildir ve her bireyin kendi eylemlerine karşı sorumluluk duygusunda bir azalma vardır.Ortak aklı tatil edilmiş insan grupları aşırı duygusal, dürtüsel, şiddetli, maymun iştahlı, kararsız olurlar.  Yalnızca en kaba duyguları sergileyebilirler. Aldatılmaya müsait, kararlarında özensiz, yargılarında aceleci, basit ve en eksik mantık yürütmeler dışında düşünce kabiliyeti olmayan gruplardır bunlar. Kendine saygıları ve sorumluluk duyguları kalmamıştır. Bu nedenle grubun davranışı ortalama bir üyesinden çok, baş edilmez bir çocuğun ya da insandan çok vahşi bir hayvanın davranışına benzer …”

hitler-jestLisan bozulursa vicdan da bozulur

Nazilerin çok kullandığı bir kelime vardı “Gleichschaltung”. Sadece propaganda amaçlı bir kelime değildi, Hitler meclisi ve anayasayı by-pass etmek için (Hukuk’tan kurtulmak için) bu kelimeyi fetiş haline getirdi ve halkın korkularını kullandı. “Gleichschaltung” saatlerin ayarlanması, elektrikli aletlerin senkronize edilmesi mânâsına gelen gleichschalten fiilinden türemiş. Peki insan toplulukları saat gibi ayarlanırsa, düzenlenirse, hizaya getirilirse ne olur? Halkını olduğu gibi kabul edip ona hizmet eden bir devlet yerine makbul vatandaş tarifi yapan bir devlet nerede durur? (Bkz. alm. “Volksgemeinschaft“) Bizim bir Kemalizm tecrübemiz var. Devletin müsade ettiği kadar Müslüman, devletin istediği kadar Kürt vs olmak gerekiyordu meselâ. Halkını yedek parça gibi gören Kemalizmin standartlarına uymayan “bozuk” Dersim halkı imha edildi, sene 1938.

Bu zaviyeden bakınca Nazilerin Alman halkını hizaya getirmesi (alm. Gleichschaltung), düzenli ve homojen, “saf, temiz” bir Alman ırkı tesis etmek için Yahudileri, Romanları, sakatları, akıl hastalarını imha etmeleri elbette rasyonel bir tercih. Zira onlar nazi dilinde insan-altı idi! (alm. Untermenschentum) Polis onları gözaltına alınca tutuklama sayılmazdı, “yakalama” deniyordu. (alm. Holen) Öldürülmeleri idam değil “özel muamele” idi, (alm. Sonderbehandlung). Toplama kamplarına gönderildiklerinde Nazi lisanı dikkati insanlara değil binalara yöneltiyordu ve “boşaltma” deniyordu. (alm. Evakuierung) Böylece bina insan-altı(!)Yahudilerden veya zencilerden, sakatlardan vs kurtarılıyordu. Binanın akibeti belli, insanların akibeti ise önemsizdi. Dikkat ederseniz İslâm’ın akıl tasavvuruna zıt olan Nazi rasyonalitesi Freud’un düzenli toplum ideolojisiyle ve güce tapan adalet anlayışıyla son derecede uyumlu. Zira İslâm’da akıl hak ile batılı ayırd etmeye yarayan ilâhî bir nûrdur. Maneviyat’tan koparılmış pozitivist akıl ise akl-ı meaştan ibarettir ki hayvanlarda ve robotlarda da vardır.

Neticede Nazi lisanı insanlara (zalimlere ve mazlumlara)  insan olduklarını unutturan, onları makineleştiren bir lisan. (Bkz. Bir dilbilimcinin günlüğü – Notizbuch eines Philologen / Victor Klemperer) Ortak korkular yoluyla halkın vicdanını susturmak, zulmün her türlüsüne boyun eğmelerini sağlamak… Naziler bu amaçlarına polis gücü ve şiddetle değil kelimeleri kirleterek ulaştılar.

Freud’un “…  insan tabiatında ihmal, düzensizlik ve tembellik var. […] önce ağır bir eğitimden geçmesi gerek …” derken ifade ettiği  “eğitim” anlayışı zannediyorum daha net sezilebilir bu noktada. Kurallara uyması için insanları şartlandırmak istiyor Freud. Eğitmek dediği bu. Yoksa iyi, güzel ve doğru işler uğruna özveride bulunacak hür insanlar yetiştirmekten bahsetmiyor.

Netice

lisan_bozukSigmund Freud iki dünya savaşı arasında sıkışıp kalmış yaşamı, Yahudi kimliği ve cinsel sorunları sebebiyle sıkıntılı bir yaşam sürdü. İnsan nefsi konusunda çarpıcı tespitleri oldu ama zaman zaman kendi korkuları sebebiyle bir çok yanılgıya düştü. Zira insanları hep kendi prizmasından okumaya çalıştı. Faşizm konusuna gelince… Bizler Freud’un hatalarını Türkiye’nin yakın tarihi üzerinden okuyabiliriz. Ya da İslâm coğrafyasında halen süren zulümleri anlamak için bu hatalardan istifade edebiliriz.

Evet… Freud pozitivist felsefeyi benimsemış bir insandı. Müslümanca tabir ile şirk üzere düşünen ve şirk üzere yazan bir araştırmacı. Bu sebeple lisanı da pozitivist idi. Kelimeler, vehmettiği mevhumlar hep İnsan’ı eşyalaştıran tasavvurlara varıyordu. Düzenli toplum adına halkı organ-ize ederken organ-laşma yoluyla insanı da şeyleştiren, yedek parça haline getiren bu lisan faşizme hizmet etti.

Bizim hâlâ vatanseverlik ile karıştırdığımız ırkçılık, henüz ulus-devlet ufkunu aşamayan Ümmet şuurumuz, henüz  iktisad olamayan ekonomimize bakarak kelimelerimizin pozitivizm ile yani şirk ile kirlendiğini Freud sayesinde fark edebiliriz. Aydın / gazeteci / profesör / köşe yazarı diye adam saydığımız bir çok Müslümanın hâlâ Freud’a has kelimelerle düşünüp yazdığına şahid olabiliriz diye düşünüyorum. Bu hafife alınmaması gereken bir fikir hastalığıdır. Zira faşizmin geçmişte kaldığını düşünenler ciddî biçimde yanılıyorlar.

(devam edecek)

kafa_tasi-olcmek

 

Dipnotlar

 İngiliz mühtedi, yazar ve diplomat, eski adı Gai Eaton

 

… E-kitap okumak için…

 

yitikSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!

kapak_Tiryandafilya“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın  raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”

Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.

 

kitap tanitan kitap 5Kitap tanıtan kitap 5

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.

hamza_yusuf Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:

  • Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
  • Yine  Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)

Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.

Organik dinimi geri istiyorum 

organik_dinimi_geri_istiyorum - kcBilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.

Banka Ordudan Tehlikelidir!

(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)

Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?  Buradan indirebilirsiniz.

 

Trackback URL

  1. 1 Trackback(s)

  2. Mar 14, 2017: Uluslararası adalet / International justice / العدالة الدولية | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin