İnsan Yalan’dan değil Gerçek’ten korkar! Freud veya Hitchcock?
By my on Kas 29, 2013 in Ben kimdir?, Gurbet, Kitap Sohbeti, Korku, Psikanaliz, Sigmund Freud
Korku filmleri giderek pornolaşıyor. Çünkü yönetmenler insanî korku ile hayvanî korkuları ayırd edemiyorlar. Bir başka deyişle korku hissi ile korkulan şeyler birbirine karışmış. Testereli sapıklar, kesik başlar, gıcırdayan kapılar ve istemediğiniz kadar hemoglobin. Sinema lisanındaki tektipleşme ve üretim kalitesindeki düşüş daha ne kadar sürecek? Sonunda bir uyanık mezbahalara webcam yerleştirecek ve seyircisiz (=müşterisiz) kalan korku filmi endüstrisi çökecek.
Kansız korku filmi olur mu?
Alfred Hitchcock’un Vertigo (Yükseklik/Düşme korkusu) adlı filmi bu soruya güzel bir cevap. Tabi Kuşlar (The Birds) veya Arka Pencere (Rear Window) gibi filmleri de anılabilir ama Vertigo özel bir önemi haiz. Zira korku hissi ile korkulan şeyler arasındaki farkı çok iyi anlamış olan Alfred Hitchcock bu filmde bütün dehasını konuşturmuş. Meselâ ters zoom (contra-zoom) tekniğinin kullanıldığı ilk filmdir Vertigo. Bizzat Hitchcock’un icad ettiği bu yolla ileriye doğru zoom yapan kamera raylar üzerinde geriye çekilir. Netice? Gerçek hayatta asla göremeyeceğiniz bir şey, acayip bir endişe ekranda “gerçek” olur: Cisimler büyürken görüş açısı beklenenin aksine genişler. (Siteden iyi bir örnek)
(Şema: Kontra-Zoom tekniğinin işleyişi)
Peki nereden gelir bu “acayip bir endişe”; neden korkarız bu görüntüden? Çünkü insan gözüyle (=aklı ile) mekânı algılarken iki farklı mihenk noktası kullanır: Perspektifi ve cisimlerin boyunu. Sol göz ile sağ göz arasındaki bir kaç santimetrelik açıklık sebebiyle iki farklı açıdan gelen ve iki boyutlu (2D) olan görüntü beyinde üç boyuta (3D) tercüme edilir. Biz cisimleri tutarken, araba kullanırken veya yürürken aklettiğimiz dünyada yürürüz, gördüğümüz dünyada değil. Zira beyin sağ ve sol gözden gelen iki yanılgıyı doğrultur, vehimlerden, illüzyonlardan bir gerçeklik sentezi yapar. Kısacasî Hitchcock’un ters-zoom tekniği ile kandırdığı gözümüz (=aklımız) bu iki referans hakkında “çelişkili” görüntüler/bilgiler topladığı için görme süreci aksıyor ve seyirci müthiş tedirgin oluyor. Bu tedirginlik bulanık bir cam veya karanlık bir odaya kıyasla çok daha acayip, çok daha zahatsız edici. Çünkü dış sebeplere bağlayamadığımız bir görme bozukluğu bizi kendi benliğimizden şüphe etmeye kadar götürebilir! (Bkz. Derin İnsan isimli e-kitap) Neyse… Özetlersek, Hitchcock seyircisini adam yerine koymuş; filmerinde insanî korkuları anlatmış. Eşekleri ve örümcekleri de korkutabilecek olan biyolojik tehditlerle meşgul olmamış. Biraz zorlama ile bu tehditlerin bazı Hitchcock filmlerinde rumuz olarak kullanıldığı iddia edilebilir ama o da başka bir makalenin konusu olsun. [Bkz. The Birds(1963), North by Northwest(1959), vs] Freud’un kitaplarını okumuş mudur Alfred Hitchcock? Gerçek şu ki tiksindirici görüntüleri bir kenara koyarsak korku filmlerinde bizi korkutan aslında hayalet, hortlak gibi yalanlar değil Gerçek’in ta kendisi. Korkunç olan, benlik hissimizin, varlık şuurumuzun dayanağı olan sebep-sonuç ilişkilerinin (illiyet / ing. Causality) birer vehim olması. Daha basit şekilde söylersek… “ben varım” derken güvendiğimiz, 5 duyumuz ve zekâmızla, bilimsel keşiflerle zihnimizde inşa ettiğimiz “Gerçek” dünyanın koskoca bir yalan olduğu gerçeği! (Bkz. Derin Lügat Maddesi: Sebep-Sonuç) Danimarkalı deha Søren Kierkegaard’ın 1844’te yayınlanan Kaygı Kavramı (dan. Begrebet Angest) adlı kitabında çok güzel ifade ettiği gibi:
“… Kaygı özgürlük ihtimalidir. İman sayesinde bu kaygı eğitici bir değeri haiz olur. Çünkü kaygı maddî olan herşeyi eritip yok eder ve dünyanın bir vehim olduğunu bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer …”
Peki Sigmund Freud ne diyor bu konuda? İki haftadır incelemekte olduğumuz (1, 2) “Das Unheimliche” isimli denemesine bakarsak Freud bir başka doktorun çalışmalarına dikkat çekiyor:
“… Endişe verici yabancılık hissini (alm. Das Unheimliche; ing. Uncanny) uyandıran kişileri, eşyaları, izlenimleri, olayları ve durumları gözden geçirirsek [Alman psikiyarist] Ernst Jentsch’in örnekleri iyi bir seçenek teşkil eder. Jentsch, endişe verici yabancılık hissi için en iyi örnek olarak yaşıyormuş gibi görünen bir varlığın canlı olmadığının fark edilmesi ve cansız olması gereken bir şeyde hayatiyet belirtisi görülmesine işaret eder. Balmumu bebekler, kıpırdayan ve konuşan otomatlar böyle örneklerdir. Bu misallerden sonra Jentsch, sara nöbeti geçirenlerin ve delilik belirtisi gösterenlerin “seyirci” konumundaki insanlara yaptığı etkiden de bahseder. […]Bu tür bir olaya ilk defa tanık olan kişi o güne kadar aklına bile gelmeyen bazı “iç güçlerin” etkisini arkadaşında/akrabasında görünce kendi Ben’liğinin derinliklerinde de böyle güçler olduğunu fark eder …”
Evet… çoğu insan delilerden korktuğunu düşünür ama aslında kendimizin de birgün deli olma ihtimalidir bizi ürperten! Öbür tarafa geçtik mi yoksa farkında bile olmadan? Böylesi bir kimlik fırtınasının yol açacağı hasar, zavallı bir delinin vereceği fizikî zararla kıyaslandığında elbette dünyevî korkuların çok ama çok fevkinde. Freud takip eden satırlarda Alman korku hikayecilerinden bahsederek kesik başların, ellerin ve ayakların sadece biyolojik / dünyevî korkulara sebebiyet vereceğini söylüyor. Sonra insanı sarsan, kendinden bile şüphe ettiren o derin korkuya vurgu yapıyor. Dünyadan olmayan, hayvanların bilmediği o insana has “varoluş endişesi” … Bu korku kanla, bıçakla harekete geçmiyor. Ama cansız olmasını beklediğimiz o kesik el ve ayakların kıpırdamasıyla, hatta bazı romanlarda dans etmesiyle tetikleniyor. Bu açıdan bakıldığında herhangi bir eşyanın sebepsiz yere kıpırdaması da aynı derecede korkunç olabilir sanırım. Kur’an’daki gurbet Freud’un varoluş korkusu ve endişe verici gurbet hissi konusunda yazdıklarını okuyanlar “iyi ama, madem gurbet insan fıtratına dair bir histir, neden daha önce ortaya çıkmadı?” diye sorabilirler. Elbette ortaya çıktı. Türkçe’ye tercüme edilmeden çok önce İngilizce’ye kazandırılan bir Kur’an tefsirine bakabiliriz meselâ; Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sine:
“… Dinle bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor, Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek kadın herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş kalp isterim ki iştiyak derdini açayım, Aslından uzak düşen kişi yine vuslat zamanını arar …”
Bu kitapla bir parça meşgul olmuş olan, Mesnevî sohbetlerine iştirak eden okurlarımız çok iyi bilirler; ayrılık ve vuslat Mesnevî’de yoğun olarak işlenen bir konudur. Peki “tefsir” dedik, o halde ayrılık ve vuslat Kur’an’da da olmalı değil mi? Araf suresine bakalım; ayetler 172-174:
“… Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir. Hakka dönsünler diye işte âyetleri böylece ayrı ayrı açıklıyoruz …”
İslâm’ın kaynaklarıyla Freud’un hastalarında gözlediği sıkıntıların kesişmesini bir kaç bakımdan dikkate değer buluyorum. Bir kere O’ndan geldiğimiz ve ölüm ile O’na döneceğimiz “bilgisi” ezbere kabul etmemiz gereken bir ilke değilmiş, bu sonucu çıkarıyorum. İster ateist olsun ister Müslüman, biz insanlara muazzam bir otoyol açılmış tefekkür ile. Müslümanca iman ettiğimiz bir hakikatin seküler yollarla, adeta ampirik bir şekilde bilinebilmesi önemli. Yani akıl ile, tefekkür ile, murakabe ile, nefsin hallerini gözleyerek O’na yaklaşmanın ne kadar kolay olduğunu keşfediyoruz bu sayede. Elbette akıl vahyin yerini tutamaz, bunu savunmuyorum. Ama zıddı yönde ifrada gidilmesi de büyük ihtimalle O’nun rızasına aykırı bir iş olur. Yani “elimizde Kur’an var; artık akıla, ilme, irfana, hikmete, tefekküre gerek yok” gibi iddialar Kur’an’da aklı kullanmayı emreden ayetlere ve tefekkürü öven hadislere muhalif.
(Devam edecek)
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir? Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz. İslâm’da Mimar ve Şehir Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor. Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Kürtlerin Tarihi Üzerine 80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz. Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var? 4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı. Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz. Çapulcular” ne istiyor? Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek. Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz. Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel! “… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…” Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz. Kitap tanıtan kitap 5 İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz. Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz. Organik dinimi geri istiyorum Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”. Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz. Banka Ordudan Tehlikelidir! (Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013) Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
1 Trackback(s)