Sigmund Freud, akıllı telefonlar ve aptal insanlar
By my on Ara 1, 2013 in Gurbet, Kitap Sohbeti, Korku, Psikanaliz, Sigmund Freud, Teknoloji
Ampulün neden ışık verdiğini bilmeyen bir insan elinde tuttuğu “akıllı” telefon ile sağlıklı bir ilişki kuramaz; bilgisayarlaşmış telefon onun için adeta sihirli bir cisim, gizli güçlere sahip bir fetiştir. Teknolojiyi anlamayan, merak bile etmeyen bu kullanıcı için teknolojik ürünler büyücülerin sattığı düğümlenmiş iplere, tılsımlı(!) muskalara benzerler.
Yarı iletkenler, optik veri ağları, haberleşme uyduları, yapay zekâ gibi farklı sahaların doğrudan müsterisi değiliz. Biz sıradan ölümlüler bu teknolojilerin eşgüdüm ile hareket etmesi sayesinde günlük hayata kazandırılan ürünler kullanıyoruz. Bunlar kendi karmaşık yapılarının ötesinde; iktisadî bakımdan da karmaşıklık arz eden bir ekosistemin mahsülleri. Ürünlerin zekâsı ile onların kullanan insanların zekâsı arasındaki uçurum giderek büyüyor: Futbol ve aptallaştırıcı TV dizileri ile günde en az 4 saatini israf bir insan topluluğu bu derecede ilerlemiş olan teknolojinin efendisi değil ancak kölesi olabilir. Kısacası ürünlerin insana uyduğu devirler kapandı. Artık insan kendi elleriyle yaptığı ürünlere boyun eğmek zorunda. İnsan için yeni bir gurbet oluyor teknoloji. Modern insan kendi ülkesinde yabacı durumuna düşüyor. Ama bu defa insan değil gurbete giden, gurbet ona geliyor. Makinaların ritmi ve bilgisayarların zekâsı ile şekillenen modern dünya günlük hayatı kolaylaştırırken insan kalmayı zorlaştırıyor. Hannah Arendt’in İnsanlık Durumu adlı kitabında dediği gibi:
“Makina ile alet arasındaki en önemli fark belki de “Makine mi İnsan’a uymalı yoksa İnsan mı makineye?” şeklindeki soru etrafında bitmeyen tartışmalarda saklı. […] Eğer insan karşılaştığı her yeniliği ve ürünü yarınına dahil ediyorsa, insanların makinelere icad edildikleri andan itibaren uyumlu olduklarını söyleyebiliriz. Makineler geçmiş zamanların basit aletleri kadar hayatımızın ayrılmaz birer parçası oldular. Bizce ilginç olan bu uyum sorusunun hâlâ sorulabilmesidir. Aletlere uyum sağlamamız hiç söz konusu oldu mu? Bari ellerimize de uyum sağlayalım!
Makinelerin durumu ise farklı. Aletler elin hizmetçisi iken makine insanın kendisine uymasını bekliyor. Vücut ritmini ona ayarlamasını, hareketlerini mekanikleştirmesini. Bu elbette insanın makineye hizmet etmesi demek değil. Ama çalışma süresi boyunca mekanik süreç vücudun ritmine ikame ediliyor. En gelişmiş, en hassas bir alet bile elin hizmetindedir. Ne onu yönetir ne de yerini alabilir. Oysa en basit bir makine bile bedensel çalışmayı “güdebiliyor” ve hatta tamamen insan emeğinin yerini alabiliyor.”
Neden Batı? Neden 20ci yüzyıl?
Gurbet hissinin veya Freud lisanıyla “Das Unheimliche” olgusunun insan tabiatına dair olduğunu ve bu his üzerine aklını yoğunlaştıran insanların kendi iç dünyalarıyla ilgili keşifler yapacaklarını geçen bölümlerde anlattık:
- Bir kavanoza hapsedilmiş kelebekler gibiyiz yeryüzünde…
- Gönül ister ki; gönül herşeyi istemesin! Ya Freud?
- İbn Sina Sigmund Freud ile anlaşabilir miydi?
- İnsan Yalan’dan değil Gerçek’ten korkar! Freud veya Hitchcock?
Ancak bütün bu bilgiler yine de şu soruyu cevapsız bırakıyor: “Neden bu yabancılık duygusu Sigmund Freud’un yaşadığı devirde bir hastalık haline geldi? Ve neden bu hastalık 20 yüzyılda çıktı ortaya? Neden bir başka bölge değil de Batı Avrupa?”
Yazımıza başlarken teknolojinin İnsan için yeni bir gurbet olduğundan bahsetmiştik. Bugün bizim yüksek teknoloji ile şahid olduğumuz yabancılaşma Freud’un devrinde endüstri ile tetiklenmişti. İşte bu sebeple unutmamak gerekir ki Freud’un yaşadığı zaman dilimi (1856-1939) Avrupa’da maneviyatın hızla zayıfladığı, maddiyatın, paranın, teknolojinin ve kaba kuvvetin baş tacı edildiği bir dönemdi. 1856 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda doğan küçük Sigmund ulus-devletlerin, laikliğin, faşizmin yükselişe geçtiği yıllarda yaşadı. Birinci dünya savaşını gördü. İşçilerin ellerini koparan makinelerle zengin olan kapitalistleri gördü. Polonya’da, İtalya’da kömür işçilerine makineli tüfekle ateş açan askere ve polise tanık oldu. (Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı) Avrupalılar vahşi kapitalizme cevap olarak en az kapitalizm kadar vahşi bir komünizm ürettiler. Adalet değil bir intikam sistemiydi bu. Komünist Rusya kendi vatandaşlarını aç bırakarak yamyamlık derekesine düşürecekti. İşçiler komünizmden kaçmak için kapitalizme doğru tüneller açacaklardı. Freud, Rusya’daki toplama kamplarının, yargısız infazların ve işkencelerin kokusunu aldı. Bu zulümlerin devrimin ilk yıllarına, bir geçiş dönemine has olmadığını çok iyi biliyordu. “Karşı devrimci” diye fişlenen milyonlarca insanın devlet eliyle katledileceğini fark etmişti. (Bkz. Derin MAЯҖ)
Faşizm geliyor!
Freud’un yaşadığı devir çalkantılarla dolu bir devirdi. Doğumundan ölümüne kadar da bu iç savaşlar, devrimler, ani değişimler bitmek bilmedi. Koloniler vasıtasıyla dünyayı yöneten Batı Avrupa insanı sadece kendi coğrafyasını değil bütün dünyayı kana bulayıp durdu. 1939 senesinde Londra’da hayata gözlerini yumarken Freud’un vatanı çoktan silinmişti haritalardan. İnsanlık bütün tarihinin en kanlı savaşına hazırlanıyordu. 6 yıl boyunca sürecek olan savaş bir kıyma makinasına benziyordu. Ölecek olan sivil sayısı dakikada onbinlerle öçülecekti. Kafa derisi yüzen ya da insan eti yiyen toplulukların hayal bile edemeyeceği bu vahşet uygar(!) Batı’nın eseri olacaktı.
Henüz başlamamıştı ama bu vahşeti mümkün kılacak olan fikrî zemin hazırdı: Pozitivizm. Bilimi, analitik zekâyı, akl-ı meaşı putlaştıran seküler ve hümanist dünya görüşü Batı Avrupa’nın etkli ve yetkili insanları üzerine hakim olmuştu. Tarım toplumundan gelen sıradan Avrupalı, bu sessiz ve masum “büyük insanlık” işte bu ortamda kendini yabancı gibi hissediyordu. Ne dinsel ne de geleneksel mihenk noktalarını bulamayan insanlar şuursuz halk yığınlarına dönüştüler. Irkçılığın ve totaliter rejimlerin önünü açan işte bu öksüz, köksüz ve korkak insan topluluklarıydı. Bu zavallıların faşizm, kemalizm ve komünizm gibi totaliter rejimlere nasıl alet edileceğini anlamak için Freud’un 1921’de yayınladığı bir kitaptan istifade edelim; Sosyal Psikanaliz ve Ego (alm. Massenpsychologie une Ich-Analyse):
“… Aidiyet duygusu fazla güçlü olan insan toplulukları olağandışı derecede saf ve dış etkilere açıktır; hiçbir eleştirel yetenekleri yoktur. Böyle bir grubun duyguları her zaman çok basit ve çok abartılıdır. Eğer bir kuşku ifade edilirse ansızın karşı çıkılmaz bir kesinliğe dönüştürülür. Bir antipati belirtisi ise çılgın bir nefrete. Sürü haline gelen böyle bir topluluk üzerinde etki sağlamak isteyen birisinin mantıklı düşünmeye, ikna etmeye ihtiyacı yoktur. Sözlerini en çarpıcı renklere boyamalı, abartmalı ve aynı şeyi durmadan yinelemelidir.
Bu güruh doğrular ve yanlışlar konusunda hiçbir kuşku taşımaz. […] Güce saygı duyar ve salt bir zayıflık biçimi saydığı nezaketten çok az etkilenir. Kahramanlarından beklentisi güçlülük ve hatta şiddettir. Efendileri tarafından baskı altında tutulmayı ve korkutulmayı isterler. Tutucudurlar, tüm yenilik ve ilerlemelere karşı derinden bir nefret, statükoya karşı ise sınırsız bir bağlılık duyarlar.Söz konusu insan toplulukları bir efendi olmaksızın asla yaşayamayan boyun eğici sürülerdir. Boyun eğme açlığı o derecededir ki kendini efendisi olarak atayan herhangi bir kişiye içgüdüsel olarak boyun eğerler …”
Eskiden herşey daha mı güzeldi?
Eskiden herşey daha güzel değildi ama daha basitti. Ekmeğini, yoğurdunu kendi yapabilen nineler ve dedeler ölümden daha az korkuyorlardı. Rızkını kredi kartıyla süpermarketten satın alan torunlar için durum farklı. Şehirde yaşayan modern insanın dünyayı sevmesi ve ölümden çok daha fazla korkması kaçınılmaz.
Çünkü önceden rızık paylaşımıyla da destekleniyordu insanî değerler: Komşuluk, akrabalık, vatanseverlik veya din kardeşliği uhrevî olduğu kadar iktisadî gerçeklere de tekabül ediyordu. Belki de ortak dünyevî fayda nefsanî azgınlıkları frenliyordu?
1930’lerin faşizmi sona erdi ama totalitarizm tehdidi bitmedi. Çünkü para ile gelen bir tehdit var: Teknik ilerleme ve işbölümü insanların arasındaki bağları sıvılaştırdı, homojenleştirdi. Kaygan, vıcık vıcık bir ilişkiler havuzunda yüzüyoruz. İktisadî bağlar ürünlerin sağlayacağı faydadan kopuk olarak gelişiyor. Ticaret ürün ve hizmetlerin sadece maddî değer olarak birbiriyle değiştirilmesimesinden ibaret. Herşey paraya, para da herşeye dönüşebildiği için bir Sayın Para Tanrısı çıktı ortaya. Eskiden paracı bir insan para ile satın alabileceği şeyleri severdi. Şimdi ise Para kendisi için isteniyor. Çalışan ve üreten insanların emeğe, ürüne, değer kavramına bakışı değişti.
Bu zihniyet değişimini en güzel anlatan düşünürlerden biri şüphesiz Karl Marx. Marx’ın Hegel’den devşirdiği bir kavram var: İnsan’ın kendine yabancılaşması (alm. Entremdung / Entäusserung) Ancak Marx kapitalizm eleştirisi niyetiyle bu kavrama yeni anlamlar yükleyip kendi düşünce sisteminin merkezine oturtmuş:
“Değişim, üretim alanları arasında farklılıklar yaratmaz, yalnızca bu çeşitli şeyler arasında ilişki kurarak, bunları, genişlemiş bir toplumun ortak üretiminin az çok birbirine bağlı dalları haline getirir. Burada toplumsal işbölümü, aslında birbirinden farklı ve bağımsız üretim alanları arasındaki değişimden doğar. Fizyolojik işbölümünün çıkış noktası olduğu durumda ise, birbirine kenetli bir bütünün özel organları; her şeyden önce yabancı topluluklar ile meta alışverişi nedeniyle gevşeyerek koparlar, ve öylesine bağımsız duruma gelirler ki, çeşitli çalışma alanlarını birbirine bağlayan tek bağ, ürünlerin meta olarak birbiriyle değişilmesi olur. Bu durumda, daha önce bağımsız olanın bağımlı duruma gelmesi, diğer durumda ise daha önce bağımlı olanın bağımsızlaşmasıdır.” (Kapital, Cilt 1, Dördüncü Kesim. – Üretimde İşbölümü Ve Toplumda İşbölümü)
Evet eskiden insanlar kuyudan veya köy çeşmesinden su getirir, kendi peynirlerini, ekmeklerini yaparlarmış. Elbette o zamanki dünyayı idealize etmek niyetinde değilim. Sadece fark edilmesini istediğim bir şey var, ödediğimiz ağır bir bedel: Modern yaşamın kolaylıklarından istifade ederken teknik ilerlemeler tabiat ile aramızda bir barikat oluşturdu. Belki sadece düşünce tambelliği yüzünden oldu bu. Ama netice ortada: Su, ışık, ekmek gibi nimetlerden istifade eebilmemiz diğer insanlara ve makinelere bağlı. Bu organizasyon aynı zamanda bir organ-laşma getirdi beraberinde. İnsanlar adına altyapı, bürokrasi veya piyasa dediğimiz soyut makinaların dişli çarkları, yedek parçaları oldular. Nimetlere “kaynak” adını verdiğimizden beri doğayı da meta haline getirdik, alınıp satılabilen bir eşya, bir şey oldu doğa:
“… Eskiden havanın kararmasına yakın evin yaşlıları gaz lambalarını hazırlarmış. “Şişe” denilen bombeli kısımdaki is lekelerini siler, alttaki hazneye gaz koyarlarmış. Gaz lambası yanmadığında ise ya gazı bitmiş ya fitili içine düşmüş olduğundan gereken ev halkınca yapılırmış. Eskiden ışık bir “yabancı” değilmiş. Oysa bugün yerini bile bilmediğimiz bir barajda ya da termik santralde üretilen elektrik trafolardan geçerek evimize geliyor. Elektriğin ne olduğunu tarif edebilecek kaç komşunuz var? Bu akşam ışıkların yanacağından emin misiniz? Sigorta atmazsa ve ampul sağlamsa ve, ve, ve… Teknik karmaşıklığın yanı sıra toplumun organizasyonundan, çalışanların uzmanlaşmasından da kaynaklanan bir YABANCILAŞMA ile karşı karşıyayız. Elektrikle gelen ışık, çıra ya da gaz lambası ışığı kadar “bizim” değil …” (Bkz. Marx ve İnsan’ın kendine yabancılaşması (2): Makineleşmek)
… E-kitap okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
3 Yorum
Yazan:Ziya Sühan Tarih: Ara 1, 2013 | Reply
Merhabalar,
Emeğinize sağlık diyerek başlamak istiyorum; aşağıda yazınızdan almış olduğum kısmı biraz daha açmak lutfunda bulunur musunuz acaba?
“Çünkü para ile gelen bir tehdit var: Teknik ilerleme ve işbölümü insanların arasındaki bağları sıvılaştırdı, homojenleştirdi. Kaygan, vıcık vıcık bir ilişkiler havuzunda yüzüyoruz.“
Yazan:my Tarih: Ara 1, 2013 | Reply
Elbette Ziya Bey,
Teknik ilerleme ve işbölümü sebebiyle artik marangoz, demirci, dokumacı gibi meslekler yok oluyor. Bunun yerine işçi geliyor. Sandalye, masa vs üreten bir fabrikadan çalışan işçinin yaptığı işle gurur duyması bir marangoza kıyasla çok daha zor. Neden?
1) Marangoz babasından, dedesinden miras kalan bir mesleği yapıyor, ihtimal oğullarına miras bırakacak, geçim kaynağı olmanın çok ötesinde, geçmişle ve gelecekle olan bağını marangozluk sayesinde kuruyor.
2) Marangoz belki keresteciye gidiyor, belki ormana, yapacağı iş için ideal ağacı seçiyor. Sattığı müşterileri tanıyor. Kusurlu iş yaptıysa onuru, şerefi, itibarı tehlikede.
3) Oysa bir işçi için ne aile geleneği ne de mahalledeki itibarı bu derecede önemli değil. işçi kendine verilen emirlere, proseslere, norm ve standartlara uymak durumunda.
4) İşçi bütün bir masayı, sandalyeyi yapamaz belki. Yıllarca sandalye bacağı yapan veya vida sıkan bir işçi düşünün. Mesleğinde ilerlemediği gibi neticeyi görmüyor. Masayı kullanan insan ile tanışmıyor. Keresteciyi veya ormanı bilmiyor.
5) İşçinin bir tek aldığı maaş var. Ama işten atılabilir. Mobilya fabrikası bulamaz ise inşaatta veya tarlada mevsimlik çalışabilir.
Bütün bu faktörler işçilieri ve tabi beyaz yakalıları birer yedek parça durumuna getiriyor. Elimizde maaştan başka bir şey yok. İnsanî bağlar da parasal oluyor. İyi maaş alsak bile tatil vs yaptıktan sonra herkese anlatıp hava atma ihtiyacı hissediyoruz. Kötü maaş alanlar pahalı sigara içerek ve lüks markaların taklitlerini giyerek hava atıyor. Zira eskilere mutluluk veren dostluk, dayanışma, aile baği, mahalle ve muhit bağları eridi, “sıvılaştı”. Hayat ile olan bağım¨z sevgi, saygı inanç gibi nitelikler olmalı. Ama kapitalizm yüzünden hayata bizi bağlayan fazla bir şey kalmadı, paradan başka.
İşte “insanların arasındaki bağları sıvılaştırdı, homojenleştirdi. Kaygan, vıcık vıcık bir ilişkiler ” derken bunu kastediyorum.
Yazan:ilknur Tarih: Ara 20, 2013 | Reply
mrb yazınızı begendim artık putlara tapmak için cok eski dönemlere gitmeye gerek olmadığını düşünüyorum bizim putlarımız daha teknolojik desem abartmış olmam sanıyorum gunumuz araç ve gereklerine bakıldıgında mutfak eşyasından tutunda ofisinize giderkenki kullandığınız arabaya bile bi yerden sonra tapar hala geliyorsunuz malesef…