RSS Feed for This Post

Dünya bizim evimiz değil (Alfred Hitchcock)

kuslar_film 

insan dinsiz olabilir ama gurbetsiz olamaz

 Alfred Hitchcock’un en ünlü eserlerinden biridir Kuşlar (The Birds, 1963) hatırlayacaksınız. Başrollerini Tippi Hedren ve Rod Taylor’un paylaştığı film Pasifik sahilinde küçük bir kasabada geçiyor, Bodego Bay’de. Burada yaşayan bütün kuşlar birden bire garip şekilde davranmaya, durup dururken insanlara saldırmaya başlıyorlar. Serçe, karga, martı… Her türden “masum” kuşun katıldığı bu saldırılar giderek sertleşiyor; kuşlar insanların gözlerini oymaya hatta onları öldürmeye kadar götürüyor işi. Korku içindeki  kasaba halkı ise kafese kapatılmış kuşlar gibi evlerine, dükkânlarına hapis oluyorlar.

Hikâyeyi “doğanın insandan intikam alması” şeklinde okudu bir çok seyirci. Hatta senaristler de etkilendiler bundan. Hollywood’da karıncaların, arıların, timsahların bilimum mahlukatın intikamı şeklinde film yapmak moda oldu. Kanaatimizce biyolojik korkulara odaklanan bu insanlar Alfred Hitchcock’u iyi tanımadıkları için böyle yanlış bir okumaya yöneldiler.

Birinci sahneye dikkatle bakın. Filmin anahtarı saldırgan kuşlarda değil arka plandaki binada saklı. Dışında kalamadığımız ama içine de giremediğimiz bu okul binası. Hitchcock’un bir başka filminde, Sapık’ta (Psycho, 1960) rastlıyoruz aynı simgeye. Senaryoya bağlı olarak ev/okul/köşk rolünde karşımıza çıkan bu bina adeta bir saplantı olmuş Hitchcock psychoiçin. Kameranın binaya baktığı açıya dikkat edin. Kamera, yani biz seyirciler bir çukurdayız, eve gitmemize engel olacak bir tehdit var. (Saldırgan kuşlar, bir sapık, …) Ama dışarıda kaldığımız müddetçe güvende değiliz. Yani ne eve gidebiliyoruz ne de dışarıda kalabiliyoruz. İnsan’ın dünyadaki hali bu. Ne içerde ne de dışarıda. Bazen tatmin olabiliyor ama mutlu değil. (Bkz.  Kavanoza hapsedilmiş kelebekler gibiyiz yer yüzünde)

Bağırmak istersin, sesin çıkmaz…

İki tehdit arasında kalma hissini sadece kameranın bakış açısıyla verebilmek ne büyük yetenek değil mi? Ama “ne içinde ne de dışında kalamadığımız ev” fikri Hitchcock’un değil Edward Hopper’ın. Ünlü Amerikalı resamın 1925’te yaptığı bir tabloda görüyoruz bu erişilmezliği: House by the railroad (tr. Tren yolu kenarındaki ev) Bu yağlı boya tablonun gerçek boyutlarıyla karşınızda durduğunu hayal edin; kenarı 75 cmlik neredeyse tam kare olan bir tuale yapılmış. (Büyük boy görmek için üzerine tıklayabilirsiniz.) Sıradışı bir formatla ressam size alışılmış dikdörtgen tablolardan farklı bir şey anlatacağını daha baştan beyan ediyor.

house-by-the-railroad-edward-hopper-1925Güneşli güzel bir günde evin etrafında oynayan çocukları arıyor gözlerimiz. Yok. Mangal yapan, komşularıyla şakalaşan insanlar? Yok. Bir ağaç, bir yeşil çalı? Bir saksı çiçeği? Yok! Yok! Yok! Neden yakında başka ev görmüyoruz? Olması gerekenler ortada yok. Endişe verici bir yabancılık hissi kaplıyor içimizi. Alıstığımız normallikler yok! Boşluğu vehimler kaplıyor. Başıma ne gelecek? Zaman geçmiyor sanki bu tablonun içinde. Bazı korku filmlerindeki bebek yüzlü ve gülümseyen katiller gibi bu ev.

Mimarî stiliyle eski zamanlara, belki Viktorya devrine gönderme yapan ev kayıp bir geçmişin tanığı gibi: Tren yolu yüzünden içine giremediğimiz evin dışındayız ama Şimdi’nin, modern zamanların içindeyiz. Evin etrafında insan yok, girecek olsak kapı yok. Sanki gerçek bir ev değil de dosdoğru Hitchcock’un kâbuslarından çıkıp gelmiş bir görüntü. Hani üzerinize biri çullanır, bağırmak istersiniz de sesiniz çıkmaz ya… işte böyle bir ev bu ev.

 Artık herkesin saati var ama kimsenin zamanı yok

Kırsal hayatın yolları insanları birleştirmek içindi. Modernitenin tren yolları ve 8 şeritli otobanlar insanları ve hayatları bölüyor. Ulus-devletin yolları ulusal sınırlar gibi günlük hayata, akrabalara aldırmıyor.

bolen_yollarArtık iki insan türü var: Yolu kullananlar (trene binen, otomobili olan) ve yolun sıkıntısına katlananlar (tarlası, evi, köyü bölünenler). Teknolojiyle gelen gurbetin en büyük mağdurları bu insanlar, Günter Wallraff’ın tabiriyle en alttakiler onlar.

İnsanları değil üretimi ve ticareti birleştirmek için yapılıyor modern yollar. Fabrikaları, limanları, alış-veriş merkezlerini birleştiriyor. Ama şehirde insanlara bırakılan zemin VE insanca yaşamaya ayrılan zaman azalıyor. Artık herkesin saati var ama kimsenin zamanı yok. Zira sanat için, aşk için, dostlar için, doğayı seyretmek, dua etmek ve tefekkür için ayrılacak her saniye ekonomik açıdan bir kayıp. Para ile ölçülemeyen değerler altın ve dolar karşısında bütün değerini kaybetti. Vakit artık nakittir!

Yollar birleştirir mi yoksa böler mi?

İşte bu iki farklı Amerika vizyonu çarpışıyor Hopper’ın bu tablosunda: Bir kere ev sıradan, alelade bir ev değil. Mimarî tercihler, stilindeki Greko-Romen nostalji ve neoklasik Fransız mimarîsi ön planda: Sütunlar, pencere üzeri frontonlar vs. Avrupalı kökleriyle bağını koparmak istemeyen, geleneksel, tarımsal ve Hristiyan bir Amerika bu. Diğer yandan zevklerin ve “değerlerin” standartlaşmasını temsil eden bir demiryolu uzanıyor. Tekdüze, homojen. Tablonun kadrajına sığmayan paslı demirler aşağıdan yukarıya doğru ezecekler evi. Dönen bir sayfanın kenarındaki kalın çizgi gibi duruyor demirden yapılmış demir yolu. Bir dönemin kapanışını ilân ediyor. Biz istesek de istemesek de…

Manevî değerler nasıl oldu da maddî değerle yer değiştirdi? (Bkz. Derin Lügat maddesi: Değer / Kıymet / Value / Valeur) Belki de modernitenin bizi içine fırlattığı bu teknik gurbet yolların dönüşümü ile başladı? Edward Hopper bu dönüşüme endişeli bir bakış fırlatmış. Modern insan kendi eliyle dönüştürdüğü dünyada eskisinden daha da beter bir yabancılık hissi yaşıyacak sanki? Üretim ve tüketimin, makinaların dayattığı ritme boyun eğmenin bedeli çok ağır olabilir.

Kapısını göremediğimiz bu ev hem tanıdık hem yabancı. Demiryolu tıpkı Alfred Hitchcock’un kuşları gibi eve girmeyi engelliyor. Teknik ilerleme yüzünden kaybettiğimiz eski yaşam tarzını özlüyoruz ama geri dönmek imkânsız. Gurbetteyiz zira babaların, dedelerin tarımsal tecrübeleri yeni dünyada bir işe yaramıyor. İnsanlar kendi ülkelerinde işte böyle göçmen işçi durumuna düşüyorlar.

Demir toprağa galip geldi

Saatlerin şehirler arasında senkronize edilmesini gerekli ve anlamlı kılan demiryoları bu bakımdan endüstrileşmenin lokomotifi oldu. Tabiatla, mevsimlerle ahenk içindeki köylülerin yaşam ritmine itaat eden toprak yollar vardı. Toprağın ekilmesi ve hasat mevsimi, gece ile gündüzün, yaz ve kışın birbirini takip etmesi adeta kilise çanları gibi ritim veriyordu kırsal hayata. Endüstri devrimi ile makinalar kendi ritimlerini insanlara hatta tabiata dayattılar. Yeknesak, bir saatin tik-takları gibi, herkes için, herşey için AYNI olan determinist bir ritim bu. Endüstriyel ritim düzen demek. Düzenli savaş, düzenli toplama kampları. Bu konuyu detaylı biçimde anlattığımız bölümler için bu sayfalara bakılabilir:

Netice

Hammadde için, yol, köprü, liman için tahrib edilen tabiatın yanısıra modern insan hayvan ve bitkilerin genetik yapısını da kendi ekonomik faydası için dönüştürüyor… Geri dönülmesi mümkün olmayan yepyeni gurbet acılarına yelken açıyoruz. İstesek de istemesek de en aç gözlü, en vicdansız insanların nefsanî tutkuları şekillendiriyor dünyayı.

Belki biraz da bunun için biz şehirliler köylülerden daha fazla muhtacız Ezan sesine. Çünkü ezan ritmini bizim makinalarımızdan, çarklarımızdan, elektronik devrelerimizden değil ilâhî bir güçten alıyor.  Borsa endeksi veya saatlerin geri alınması ne Ay’ın ne de Güneş’in umurunda. Beşerî olmayan bir tedbirle dönen semavî cisimlerin (bizce işitilmeyen) hareketleri müezzin sayesinde sedâya bürünüyor. ALLAHU EKBER derken kalplerde “Mütekebbir olma ey modern insan! Senden büyük ALLAH var” dercesine yankılanıyor. Eğer semavî bir kudümle tetiklenen ezan yerine beşerî saatlerde çalınan kilise çanı veya davul gibi bir enstrüman olsaydı Ezan’ın mânâsını idrak etmek çok zor olurdu. Maddenin Mânâ’yı örttüğü böyle bir tasavvurdan cesaret alan pozitivist ilâhiyatçılar  TV’ye çıkıp “ALLAH ne kadar büyük?” diye sorarak imanımıza zarar verebilirlerdi. Eiffel Kulesinden de mi büyük? Jüpiterden daha mı büyük?

 

ezan_1

 

 

 

… E-kitap okumak için…

 

yitikSoyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!

kapak_Tiryandafilya“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın  raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”

Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.

 

kitap tanitan kitap 5Kitap tanıtan kitap 5

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.

hamza_yusuf Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:

  • Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
  • Yine  Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)

Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.

Organik dinimi geri istiyorum 

organik_dinimi_geri_istiyorum - kcBilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.

Banka Ordudan Tehlikelidir!

(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)

Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?  Buradan indirebilirsiniz.

 

 

 

Trackback URL

  1. 1 Trackback(s)

  2. Mar 19, 2015: Diego Velázquez’e bakılır; Edward Hopper okunur

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin